Hukuk bu kadar mı altüst edilir? Kavramlar bu kadar mı iğdiş edilir? Kendinden olmayanlara bu kadar mı tepeden bakılır? Yetkiler bu kadar mı başkasının aleyhine kullanılır?

Sanki dersiniz ki, yezidin ordusu saltanat ve makam uğruna, Hüseyin’in ordusuna karşı... Ellerinde keskin silahları, yedeklerinde devlet imkanı, gözlerinde dünyalıkların şaşırttığı hırslar...

Sanki tarih yeniden yaşanıyor, sanki film yeniden başa sarıyor.

Ne oldu? Zaten anayasada yer alan özgürlükler, kılık kıyafet sınırlamasını  kaldırılarak biraz daha genişletildi. Aslında fazla bir şey olduğu  da yok...

Ya karşı tarafın tepkisi... Aman Allahım... Koca koca adamlar, okumuşlar, aydınlar, çağdaşlar...

İnsan bu kadar mı yobaz olur? İnsan bu kadar mı tahammülsüz olur? İnsan bu kadar mı insaf ve iz’an’dan yoksun olur? İnsan bu kadar mı sorun üretme hastası olur?

Anlamak mümkün değil.

Evet hepsini görüyoruz, duyuyoruz, yaşıyoruz.

Hepsi de bizim memleketimizde oluyor.

Bunlar ülkemizde doğup büyüyen, okuyan, ülkemizin ekmeğini yiyen insanlar arasında oluyor. Üstelik bütün bunlar kendi insanına karşı, kendi velinimetine karşı yapılıyor..

Bütün bunlar yıllar önce bir arkadaştan dinlediğim bir olayı hatırlattı.

Anadolunun sonradan il olan bir kasabası. Yıl 1984. (Kasabanın adı ve olayı anlatanın ismi bende mahfuz.)

Bir vatandaş hanımını yanına alarak çarşıya alış-verişe gider. Her vatandaş gibi. Bu gayet doğal, sıradan bir şey. Herkes ihtiyaçlarını karşılamak için çarşıya çıkar. Çocukluğundan beri bildiği, aşina olduğu çarşıları gezer, belki de yıllardan beridir tanıdığı esnafa selâm verir, alacağını alır ve evine döner.

Anlatacağım mesele elbette bu değil. Bir vatandaşın çarşıda dolaşırken başına gelenler.

Bilindiği gibi ülkemizin her tarafında yöresel kıyafetler vardır. Bunların bir kısmı dinî inançtan dolayı giyilir bir kısmı ise geleneksel, o beldeye mahsus giysilerdir.  O beldelerin erkeği, kadını asırlardan beri o kıyafetleri giyerler, o kıyafetlerle rahat ederler, onlarla kişilik bulurlar. O kıyafetlerle kimseyi rahatsız etmedikleri gibi, özellikle birilerine inat olsun, bir yerlere karşı gelmek için de giymezler. Bu olay temamen tabii bir olaydı.

Ama birileri vatandaşa hükmetme, onun zevklerine bile yön verme hakkının kendisinde görür ya... Birileri kendi ülkesinin, tarihinin, halkının ve halkının değerlerinin hasmıdır ya... Birileri tepeden inme halkın kıyafet zevkine ve geleneğine müdahele etmeyi ilericilik sayar ya... Birileri kanunun kendisine vermediği nevzuhur yetkileri yüklenip onunla kendi insanına eziyet eder ya... Bun dan da sadist bir zevk duyar ya...

İşte onlardan biri. Sahip olduğu makamı, yani halka ait olması, halkın hizmetinde olması gereken makamı vatandaşa hakaret, işkence ve eziyet etmenin vasıtası yapanlara tipik bir örnek.

Ya da kendi insanını küçük görüp ona emretmeyi, onu değiştirmeye kalkmayı, ona sıkıntı vermeyi, onun zevkine müdahele etmeyi memur olduğu için kanuna dayandırmaya çalışan ilginç bir jakoben tip...

Bir vatandaş hanımıyla çarşıda dolaşırken karşısına birden bir kaç kravatlı çıkar. İçlerinden biri öfkeli, abus çehreyle, buyurgan bir eda ile vatandaşın hanımına çıkışmış:

-Sen bu kıyafetle çarşıya çıkamazsın. Bu kıyafetin inkılap kanunlarına aykırı ve yasak olduğunu bilmiyor musun?

Hanım vatandaş meğer koyu siyah dış elbise giyiyormuş. Bu kıyafet te adamın dikkatini çekmiş. 

Vatandaş ister istemez böyle bir müdahele ile birlikte şaşırmış, afallamış, iki dudağı kıpırdamış ama önce bir şey diyememiş. Böyle bir şey hayatında ilk defa başına geliyormuş. İnanır gibi değil; bir Anadolu kasabasında, sokağın ortasında yabancı bir adam kibirli ve emredici bir tavırla kendi ailesine müdahele ediyor.

Hiç olacak şey mi?

Şaşkınlığı geçince o kravatlı adama demiş ki:

-Sen kimsin, necisin ki başkasının özel hayatına, kılık kıyafetine karışıyorsun?

Adam demiş ki;

-Ben devletin savcısıyım.

Bunun üzerine o vatandaş şöyle cevap vermiş:

-Sen devletin savcısı değil, sen olsa olsa devletin köpeğisin. Çünkü ancak başıboş köpekler yoldan geçenlere sataşırlar (havlarlar demek istemiş".

Vatandaş bunu demiş ve hanımıyla yürüyüp gitmiş.

Savcı bu cevap üzerine kızmış, köpürmüş, tehditler savurmuş.

-“Ben sana gösteririm. Devletin savcısına köpek demek neymiş, görürürsün” demiş.

Hemen daireye girmiş ve görevlileri göndererek vatandaşı nezarete attırmış.

Tabii olay bir anda o kasabada duyuluyor. Duyulunca da herkes savcılığın kapısına yığılıyor. Gelen geliyor, gelen geliyor. Öfkeler kaparıyor. Herkes savcıya ateş püskürüyor. Kimileri tehdit ediyor. Kimileri böyle bir rezalete yetkililerin el koymasını istiyor. Polis tedbir alıyor, vatandaşların saldırmasını önlüyor. Tedbir alınmazsa olaylar daha da büyücek gibi. Halk savcılığın kapısına yığılmış, bu köpeğe ceza verilmesini, kimileri de derhal bu kasabadan kovulmasını istiyorlar.

Olay kaymakama aktarılıyor. İşin ciddiyetini gören kaymakam derhal olaya el koyuyor. Bir yolunu bulup savcının gizlice kasabadan uzaklaşmasını sağlıyor.

Sonra da nezaretteki vatandaşı serbest bırakıp halkı yatıştırıyor.   

İşte size yaşanmış bir örnek...

Birileri acaba niçin başkalarına karışma hakkını kendinde görüyor?

Onlara hükmetmek için mi? Kendine benzetmek için mi? Yoksa iyiliğini istediği için mi?

Öyle ya, kendileri doğru yolda, başkaları sapıklıkta, yanlışta, karanlıkta…

Beyimiz onlara doğru yolu gösterecek, sapıklıktan kurtaracak; aydınlığa çıkaracak. Kendince iyilik etmiş olacak.

Hatta bu onun için yalnızca bir iyilik değil, aynı zamanda bir görev. Adam görevinin gereğini yaptığını zannediyor.

Öyle de bu beyler, aynı şeyi başkası için zinhar hoş görmüyorlar. Yani bir başkası da kendince doğru olanı yapar. Başkalarını kendi doğrularına davet eder, hatta gücü yetiyorsa icbar eder. Tıpkı bu beyimiz gibi bunu görev sayar.

O zaman bu beyimiz ne diyecek? Senin hakkın da, niçin baskalarının hakkı olmasın.

Ama yoo öyle değil beyimize göre. Bu yalnızca onun hakkı. Çünkü en akıllı odur, en doğru düşünen odur, en doğru yolda odur, en çağdaş odur, en, en, en…

O veya ataları öyle uygun görmüşlerse; öyledir. Katılmayanlar ataları adına dikte edilen ilkelere aykırı düşmekten sanık sandalyesine otururlar. Çoğunlukta olsalar bile. Nasıl olsa birileri mühr-ü süleyman bizde deyip duruyor.

Böyleleri yukarıda ki örneği bilmem duyarlar mı? İbret alırlar mı? Aynaya bakarlar mı? Bu tutumlarının nice sorunlara sebep olduğunu idrak ederler mi?

Hâşâ min huzur diyerek, niçin birileri gözüne kestirdiğine karışma (saldırma mı demeliydim) hakkını kendinde buluyor?

“Hayır, böyle giyinemezsin…”

”Peki niçin?”

“Ben öyle istiyorum.”

“Sen kimsin?” “Ben mi, ben falanca, falanca, falancayım.”

“İyi de senin böyle bir görevin yok ki? Kanun sana böyle bir yetki vermiyor ki…

İnsan onuru, insan hakları, demokrasi, çağdaslık, laiklik de bu hakkı sana vermiyor. Senin yaptığın bütün bunlarla çelişiyor. Hiç birine uymuyor. Senin yaptığın ne peki?”

“Olsun ben böyle istiyorum” diyor/diyorlar.

Allah’ın şu ilkesini hatırlamakta fayda var. Her ne kadar bazıları aldırmasa da:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.

Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.

Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin!" denince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisa 4/59-61)

Hüseyin K. Ece

01.03.2008 Zaandam