Şair böyle diyor.  Kimbilir ne derdi vardı ki böyle demiş. Belki de hâlden anlamayanlar onun ağlayışına gülmüşlerdi. Belki de anlamamışlardı.

Nasıl anlasınlar ki? İnsan göze bakar, gözden gelen yaşı görür. Göze yaşı getiren yürek yarası görünmez ki.

Yürek yarasını görenlere ne mutlu... İşte onlar ağlayanın halini anlarlar. İşte onlar ağlayanlarla birlikte ağlarlar... Ama onlar insanlar arasında o kadar azdır ki...

“Yürek benim, göz benim, yüreğimden süzülen çiğer parçası gözyaşı benim, gözyaşına sarılı hüzün benim; anlıyor musun” diyen şair haklıdır.

Onu kınayan ağyâre ne diyelim?  ‘Git işine’ mi diyelim, ‘karışma bu işlere, sen anlamazsın’ mı diyelim? Yoksa ‘senin de derdin olsun’ mu diyelim?

‘Derdin olsun ki, âşıkın gözündeki inciler gibi yuvarlanan yaşları, yüzünde belli olan o sonbahar melâlilini, nefesi tıkayan hıçkırıkları anlayabilesin. Derdin olsun ki derdimend olasın. Bir derdin olsun ki dertlerin azalsın. Yani dert edilmeye layık olana sevdalan ki, dert edilmeye layık olmayanlardan yüreğini kurtarasın. Yüreğini lüzumsuz yere işgal eden işgalcileri kovabilesin...’

“Siz söyleyin ey dumanlı dağlar!

Gönlüm neye gizli gizli ağlar.”

Ya gördünüz mü, çevrede göz yaşının sebebini anlamayan kalmazsa şair dağlara sormak zorunda kalır böyle. Ağyâr, yani hâlden bilmeyenler; zevku sefadan medet olup, dünyalıklarıyla sarmaş dolaş olurken yüreği kan ağlayan garibin hâlinden haberdar olmazlarsa o da böyle sormak zorunda kalır.

“Söyleyin ey dağlar! Nedir bu hâl?

Bu gönül neden böyle gizli gizli, içten içe ağlayıp durur?

Neden içimde emanet olarak taşıdığım bu yürek hüznün adresi?

Niçin yürek atışlarım hüznü sayıyor, göz yaşlarım buna şahitlik ediyor” dercesine...

‘Hey dağlar, bari siz bir şey söyleyin! Bari beni siz anlayın! Siz bari bana tercüman olun, sesime ses verin’ diye feryat ederek...Tıpkı;

“Lügat bir isim ver bana hâlimden

Herkesin bildiği dilden bir isim” diyen şair gibi.

Fikir çilesi çeken, beyni zok zonk zonklayan bir fikir sevdalısının, hâlini hangi sözlük ifade edebilir ki?

Sorumluluğu kendine hafakanlar hediye eden hassas bir kafanın hâline kim tercüman olabilir ki?

Lügat onun haline isim bulmaya dursun, o, gözüne dolabilecek yaşlardan mutluluk duyacaktır.

Bu dünyada ağlanmaya değer ne varsa, onu keşfeden yürek hüzünle dolacaktır. Bütün bir ömrün ‘tatlı bir çığlık’ olduğunu farkeden bir kafa, gözünde yaş bulacaktır. Hayatın bütün yönleriyle bir Eylûl kadar olduğunu anlayan bir  zihin kahkahayı unutacaktır. O zaman;

“Bu fenâda bir garibsin,

Gülme gülme ağla gönül,

Derdin dahi çoktur senin,

Gülme gülme ağla gönül.” diyecektir.

Bu ağlayış şüphesiz ki ne zafer, ne de başarı gözyaşıdır. Bu hüzün, yetimin göz yaşı gibi saf, içten ve dokunaklıdır. İnsanın yüreğini burkan, insanı hissedip de söyleyemez hâle getiren bir şeydir.

Bu ağlayış, anlamanın, ermenin, idrak etmenin kişi üzerindeki etkisidir.

Bu, “Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız” gerçeğini bilmenin getirdiği sorumluluktur.

Bu öteler ötesinde saklı olan Gerçeği hissedip ürpermenin sonucudur.

Ağyârın anlayamadığı gözyaşları aslında ruhun inceliğinin tanıklarıdır. Bu inceliğe sahip olanlar bazen bağırlarını yakan ateşi gözyaşıyla gösterirler. Ki bu gözyaşları iç dünyasındaki azgın yangınları söndürmeye çalışan itfâiye gibidir.

İçi sızlamayanlar mı, bırak onları, kendi komedi dünyalarında oyalanıp dursunlar. Gün gelir ağlamanın farkına varırlar.

İşte bir gerçek daha:

“Herkesle gülünür çilelim fakat

Ağlanmaz herkesle unutma bunu”

Ya, işte böyle, herkesle gülebilirsin, ama herkesle ağlaman mümkün değil.

Kiminle ağlayacaksın ki? Kim senin gözündeki yaşın arkasındaki gerçek sebebi tam anlayabilir ki? Kim senin derdine ortak olabilir ki

Hiç gözyaşı bölüşülür mü? Yüreğin fotoğrafını çeken bir makina henüz icat olmadı.

Oradaki dünyayı, oradaki yangınları, oradaki feryatları hangi dil anlatsın, hangi türkü söylesin, hangi şiir dile getirsin... Mümkün mü?

“Akarsu neredeyse orası yeşerir,

Nerede gözyaşı dökülürse, rahmet oraya iner.”

Onun için ağlamak sıradan bir şey değildir. Çok değerlidir, çok pahalıdır... Bahası çok ağırdır...

“Erkek adam ağlamaz” dense de, anlayan yürekler ağlar, derdi bilen yürekler, firakı idrak eden yürekler ağlar.

Dahası ürperen yürekler ağlar, azgın hatalar yapan nefisler ağlar, yarın ne olacağına dair garantisi olmayan ruhlar ağlar...

Acizliğini, kimsesizliğini, yalnızlığını, çaresizliğini, yardımsızlığını  hisseden gönüller ağlar...

Gerekeni yapamadığının farkına varanlar, "eyvah fırsatı kaçırdım" diye sorumluluk duyanlar, "gün geçti akşam oldu" deyip hayıflananlar ağlar. O sevimsiz çıplak hakikat "gelip çettı" diyenler ağlar...

Gerçekten sevenler, sevdiği için; ya uzakta oluşundan, ya da sevgiye hakkını vermeyişin pişmanlığından dolayı ağlar...

İşte bu gözyaşının pahası biçilmez... Bu ağlayış herkeste olmadığı gibi, bunu herkes de anlamaz...

Ama hangi ağlama?

Gözyaşları/ağlayışlar arasındaki farkı farkedenler bu soruya uygun cevabı vereceklerdir.

         

Hüseyin K. Ece

13.9.2008

Zaandam-Hollanda