Hangi vefasız söyletti ona bu sözleri acaba?

Belki de öyle bir ortamda bulundu ki, kimse onu anlamadı. Derdini dinleyip ortak olmadı. Kapısını çalmadı, hatırını sormadı.

Kimbilir, bir köşede sessiz, kimsesiz, bir başına kalakaldı.

Kimbilir, dostlardan vefa, akrabalardan yakınlık, yârenlerden iltifat, tanıdıklardan bir ülfet görmedi.

Kimbilir, hangi şen ve şakrak hayatın köşesinden geçti de, zoraki gülümsedi. Ama içinde başka bir âlem deveran etti.

Kimbilir, bayramlara ulaştı da bayramları yaşayamadı. Yüzüne biriken tebessümleri yüreğine indiremedi. Zira içi kırıktı. İçi rahat değildi. İçi bayrama ulaşmıyordu.

Kimbilir herkesin zevkten dört köşe olduğu yerlerde bulundu ama onlar gibi gülemedi, kahkaha atamadı, eğlenemedi. Zira içi dertle dolu idi. Zira eğlenecek zaman değildi.

Öyle yerlerde ona bakanlar onu şen ve gülerken görmüşlerdir. Ya da dış görüntüsü onlara öyle görünmüştür. Ama velâkin birileri biliyordu ki içinde kırıklar var, içinde yaralar var, içinde hüzünler var.

Dert adamı söyletir ya, şairi da bir dert söyletmiştir herhalde.

 Şair öyle diyor da bizim içimiz farklı mı söylüyor? Bizim yüreğimiz bazen kırık olmaz mı? Bazen bizim de nutkumuz tutulmaz mı, dilimiz bağlanmaz mı, lisanımıza düğüm vurulmaz mı?

Bir an gelir konuşamayız, anlatamayız, söyleyemeyiz. 

Dışarıdan bakanlar bizi neşeli görürler. Ama bilmezler ki iç âlemde neler var? Bilmezler ki yürekte hangi yangınlar yanıyor? Bilmezler ki yüreği hangi taraklar tırmalıyor? Bilmezler ki beyin zarında hangi sülükler dolaşıyor? Bilmezler ki hangi cımbız yürekten hangi hücreyi koparıyor? Bilmezler ki iç alemde hangi küheylanlar koşturuyor?

Öyle ya dışarıdan bakanlar nasıl görecekler, içteki yarayı,  yürekteki sızıyı, gönüldeki yarığı? Ya da yüreği şerha şerha yaran ızdırabı?

Dışarıdan bakanlar hicran nerede, elem nerede, kırık nerede, bilemezler. Nereden bilecekler ki? Hele bir de aynı şeyi yaşamamışlarsa, aynı çemberden geçmemişlerse, aynı ızdıreplara muhatap olmamışlarsa...

Hele bir de yufka yürekli değilseler... Hele bir de yüreklerinin kapısı kapalı, kulakları sağır, duyguları kör ise...

Kalbin taşıdığı yara, dışarıdan nasıl görünebilir ki?

Bazıları, “hâlden kaç kişi anlar şu dünyda?” diye sorarlar. Halden anlayacak adam ararlar. Sonra bulamadık deyip hüzünlenirler.

Kalbin dili de yok ki, anlatsın, iç âlemde neler varsa dış dünyaya sergilesin. Ve desin ki: İşte yaram ... İşte içimin kırıkları... İşte içimin yarıkları... İşte içimin sargıları...  

Bu da mümkün değil.

Ne kalp konuşur, ne iç âlem kendini sergiler, ne derler dile gelir. Dil ebkem, yürek dilsiz, dudaklar hareketsiz,  lisan tutuk, hançere kapalı, saz kırık, mey kayıp, ney'in ustası yitik...

Ağlarım,ağlatamam; hissederim,söyleyemem;
Dili yok kalbimin,ondan ne kadar bizârım! diyor M. Âkif.

Kalpten neler neler geçer, ama dili olmadığı için hepsini anlatamaz. Kalp neler neler bilir ama, dili olmadığı için hepsini diyemez.

"Sen benim böyle sustuğuma bakma. Asıl yüreğime sor, neler oldu neler? Neler yaşadım, neler gördüm, neler çektim. Kalbime sor da dile gelsin ve anlatsın. Yaşanılanlardan yüze kaç tane iz akseder ki? Yüreğin kırıklarından kaç tanesi yüzde görünür ki?" diyenler haklıdır.

Ya insanın içindeki iniş ve çıkışlar? Kaç tanesini yüzde bulabilirsiniz ki? Kaç tanesini kelimelere, sözlere, satırlara dökebilirsiniz ki?

Bu iniş ve çıkışlarla didişen bir iç dünya, derdini nasıl dile getirsin?

“Gitmek mi zor kalmak mı zor

O tarafı gel bana sor” demiş bir başka şair. 

Gitmenin ne kadar zor olduğunu bir de git o şaire sor. Sana anlatsın ayrılışın kahredici, yakıcı, kırıcı sonuçlarını. İnsanın içine açtığı yarıkları o sana söylesin. Çünkü o yaşadı, biliyor.  Gitmenin ayrılmak demek olduğunu... Yürekte kırıklar meydana getirdiğini...

Kelimeler, yüz ifadeleri, dış görünüş içteki yaraları yeterince dile getiremez… Dışarıdan bakanlar içteki kırıkları göremez. Gözler iç dünyanın deveranını gözetleyemez. Makinalar iç dünyanın fotoğrafını/filmini  çekemez.

Doğrudur, maddeye takılanlar, maddenin ötesinde saklanan hakikatleri nasıl anlayabilir ler ki? Görünen şeylerin bir de ötesi olduğunu nereden bilecekler ki?

Zira onlar zarfa bakarlar, mazrufla ilgilenmezler. Onlar yüze bakarlar, astarı görmezler. Onlar zahire takılırlar, bâtının zenginliğinden, genişliğinden ve derinliğinden bi-haberdirler.

Kafa gözüyle görmek isteyenler, az şey görürler. Bu gibi adamlar aynı zamanda az anlarlar.

Bunlara ne bir insanın içindeki kırıklarından, bir insanın içindeki gül tebessümlerinden? Bunlar fizik âlemin şartlarıyla kuşatılmışlardır. Bunların iç âlemleri lüzumsuz şeylerin işgali altındadır.

Ama hâlden anlayanlar, ama yürek gözüyle bakanlar, yüreklerinde gözü olanlar…

Ya da aynı şeyleri yaşayanlar, aynı çemberden geçenler, aynı çileyi çekenler…

Gerçek dostlar, samimi ahbaplar, yârenler içteki kırıkların nerede olduğunu, kırıklara nelerin sebep olduğunu, o kırıkların yüze nasıl yansıdığını biraz anlayabilirler.

Heyhat bunların sayısı da o kadar az ki…

 

Hüseyin K. Ece

04.11.2010

Zaandam/Hollanda