Şair Zâtî şöyle demek istiyor: “Zannetmeyin ki Zâtî'nin belini böyle ihtiyarlık bükmüştür. Hayır o ömür denilen nakiti kaybetmiş de eğilmiş onu arıyor."

Ne kadar harika bir benzetme. Ne kadar doğru sözler.

İhtiyarlık zaten insanın belini bükmez mi?

İnsan yavaş yavaş yaşlanır, yavaş yavaş zayıflar, yavaş yavaş çöker. Giderek beli  kamburlaşır, iki büklüm olur. Çalışmaktan, hızlı hareket etmekten, hatta yürümekten aciz kalır.  Gücü azalır da bazen ayakta duracak mecali kalmaz.

Bu yüzden pek çok yaşlı yürüyebilmek için baston arar. Bastonuna dayanarak yürüyebilir. Bastonu olmasa düşecek hale gelir. İhtiyarlığın kimi halleri böyle.

Bunlar bilinen şeyler.

Herkesi ecel daha önce yakalamasa yaşlanınca bu durumlarla karşılaşması kaçınılmaz. Hayatın kanunu böyle, insan için belirlenen kader (ölçü) böyle.

İnsan hep çocuk kalmadığı gibi, hep genç de kalmıyor. Yaş ilerliyor, ihtiyarlık çağına ulaşıyor. Güç kuvvet gidiyor, yerine güçsüzlük ve zayıflık geliyor. Dik ve kaya gibi duran o gürbüz vücut mütevazileşiyor, yavaş yavaş eğiliyor. Nice ihtiyarların eğilip iki kat oldukları görülmüştür.

Onların belini ihtiyarlık bükmüştür. O sağlam cüsselerini yaşlılık bu hale koymuştur. Nice pehlivan yapılı gençleri ömrün sonraki yılları böylesine nahif, hafif ve güçsüz yapmıştır

Şair Zâtî bu duruma farklı açıdan yaklaşıyor.

Diyor ki: “Benim belimi büken, beni böyle iki kat eden, yere doğru eğilmeye mecbur eden ihtiyarlık, dede olmak değil. Uzaktan bana bakanlar yaşlandığım için iki kat olduğumu zannederler. Gerçek onların zannettiği gibi değil. Ben yerlerde kaybettiğim ömürü arıyorum.”

Zâtî sanki bu bir kıta şiirinde şunları da demek istiyor: “Ömür nakit para, yani servet  gibidir. “Vakit nakittir” diyenlerin dediği gibi, bahası çok, değerli, kıymeti yüksek. Ama ben onu değerini bilemedim. Yerinde kullanamadım, gerekli yerlerde harcayamadım. Ömür sermayesini çarçur ettim. Har vurup harman savurdum. Altından girip üstünden çıktım. Yedim içtim, harcadım. Bu sermayenin günün birinde biteceğini düşünemedim. Gaflete düştüm, yanıldım, anlayamadım.

Gün geldi, bu değerli sermaye elimden kaydı gitti. Yavaş yavaş azalmaya başladı. Ben yine farkına varmadım, yine uyanmadım. Ama günün birinde baktım ki bu sermaye benden ayrılıp gitmiş.

Bakın dostlar, şimdi eğildim yerlerde onu arıyorum.  Benim eğri, kambur, iki büklüm ama bu iki kat olmak ihtiyarlığımdan dolayı değil. Yerlerde o kaybettiğim değerleri arıyorum. Teptiğim fırsatları arıyorum. Kıymetini bilmediğim zamanlarımı arıyorum.

Bana bir ömür verilmişti. Bana bir zaman emanet edilmişti. Elime değerli bir fırsat sunulmuştu...

Ancak ben onun kıymetini anlayamadım. Öyle hızlı geçti ki... Göz açık kapayıncaya kadar... Bir saat gibi, bir gün doğuşu, bir gün batışı gibi...

Ömür sermayesi yavaş yavaş azaldı, tükenmeye yüz tuttu. Öyle bir gün geldi ki bir de baktım, onu kaybetmişim. Neden sonra anladım o kaybın değerini. Neden sonra anladım kaybettiğimin hazinenin ne demek olduğunu. Şimdi elimde baston her yürüdüğümde, iki büklüm eğilip onu yerlerde arıyorum. Siz bakmayın benim kamburuma. Bakmayın iki kat oluşuma...

Eğildim ki yerlerde ömür denilen nakit’i, hayat denen serveti, yaşantı denilen değeri, yaşam denilen fırsatı bulayım. Bütün bir ömür boyu hakkını veremediğim sermayeyi arıyorum. Derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibi, hayat içinde olup da hayatın anlamını bilmeyen gibi olamamak için, yitiğimi yeniden arıyorum.

Sanmayın ki benim belimi büken yaşlılıktır. Yerlerde bir şey arayanın beli elbette eğik olur. Ben kaybettiğim ömür denilen nakiti arıyorum, a dostlar, haberiniz ola!”

Bir başkası ömürden boşu buşuna geçen otuz yılı için şöyle diyor:

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünde habersiz, uçurtma uçurmuşum” N. F. Kısakürek

Ömrün büyük bir bölümünü boşu boşuna, yaratılış amacından uzak, gaflet içinde geçirmek bundan daha güzel nasıl anlatılabilir. Zaman gelip geçerken, günler ardı ardına giderken, ömür yavaş yavaş tükenirken gökyüzünde uçurtma uçurmakla meşgul olmak. Yani boş işlerle meşgul olup asıl yapılması gerekenleri yapmamak.

Bir başka şair ilâhi olarak da söylenilen şiirinde gafletini şöyle anlatıyor:

Ömrün bitirmiş,

Virâne miyem,

Aklın yitirmiş,

Divâne miyem”
Ya işte böyle, şaire göre ömrünü gafletle bitirmek insanı viran eder. Böyle yapanlar aklını kullanmayan divâneden başka nedir ki?

Aklını kullanan ömür sermayesini değerini bilir. Ömrün hakkını verir, insan olarak yapması gerekenleri yapar, kendisinden sonra kötü bir şöhret değil, iyi bir isim bırakmaya çalışır, oyun-oyalanma ile geçirmez, ömrün kendisine neden verildiği anlar ve gereğini yapar.

Ne mi yapar? Ömür sermayesinin gereği ne mi?

Cevabını N. F. Kısakürek’in kıtası versin:

“Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir

Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir”  

Akıllı kişi zamanında aklını kullanır da, mezarda işine yarayacak işlerle/faaliyetlerle meşgul olur. Yaşlandıktan sonra bir daha asla bulamayacağı ömür sermayesini eğilip de yerlerde aramaya kalkmaz.

Yerlerde yana yakıla ömür naktini arayanlara bir akıllı rastgelse de şöyle dese haklıdır: “Heyhat, geçti. Anlıyor musun, geçti, geç kaldın.”

Bugün bastonla olsa zoraki ayakta durabilen, iki büklüm de olsa azıcık yürüyebilen, gün gelir yere çöker kalır. Yerinden kalkamaz hale gelir. Artık yerlere ağilip ömür naktini aramayı bile beceremez. Böylesi etrafına bakar ve sonra yerinden yekinir, kalmaya çalışır, kalkamaz ve der ki, “Hele durun, şuradan bir kalkayım, neler yapacağımı size göstereceğim. Siz görürsünüz, hele şuradan bir kalkayım, neler olacak neler” der.

Der de, dediğine kendisi bile inanmaz. Der de dediğine kendisi bile güler. Boş konuştuğunu neden sonra anlar. Ona akıllı bir kimse denk gelse ve şöyle dese haklıdır: “Heyhat, geçti. Anlıyor musun, geçti, geç kaldın.”

Bu da gerçeğin itirafından başka bir şey değildir.

Bu inci gibi sözler söyleyen şair Zâtî’ye ve onun gibi ömür sermayesinin değerini ahir ömründe de olsa bilenlere selâm olsun.

 

25.04.2015

Zaandam-Hollanda

Hüseyin K. Ece