SEKİZİNCİ DERS

31 Mart 2017 Cuma

SAADET-ŞEKÂVET, SAÎD-ŞAKÎ KAVRAMLARI

-İslâma göre saadet ve şekâvet (saîd ve şakî kavramları)

-Saadet nedir, saîd kime denir?

Saadet, hayra nail olma; mesud ve bahtiyâr olma; hoşnutluk durumu; insanın haz duyacağı bir hâl içinde bulunuşu demektir.

Râgıb el-İsfahânî saadeti “hayra ermesi için insana ilâhî yardımın ulaştırılması” şeklinde tarif ediyor. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 340) 

Sözlükte “mutlu ve bahtiyar olmak” anlamındaki sa‘d kökünden türeyen saîd kelimesi “mutlu ve bahtiyar kişi” demektir. Karşıtı olan şakî ise “bahtsız ve mutsuz” mânasına gelir.

Saâdet ve şekâvet de (mutluluk ve bedbahtlık) bunlarla irtibatlıdır.

Saîd’in çoğulu “süedâ”dır.

Terim olarak saîd; Kendi yaptıkları veya tercihi sonucu hayra ulaşan, bahtiyar olan, mutluluğa nail olan kimse demektir.

Kur’an terimi olarak saîd; “iman etmesi ve sâlih ameller işlemesi sayesinde âhiret mutluluğuna erip cennete girecek mümin” demektir. (Akçay, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/544)   

Kur’an’da âhiretle ilgili olarak saîd ve şakî kelimeleri fiil olarak bir yerde geçiyor. Âhirette insanlar saîd ve şakî olmak üzere ikiye ayrılır.

Saîd olanlar cennete, şakî olanlar cehenneme girecektir.

Aşağıdaki âyetlerde saîd ve şakî kavramları geçiyor, saadet ve şekâvet fiil halinde kullanılıyor.

يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۚ فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ ﴿105﴾ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَشَه۪يقٌۙ ﴿106﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ ﴿107﴾ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ سُعِدُوا فَفِي الْجَنَّةِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ عَطَٓاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ ﴿108﴾

“Onlardan mutsuz-şakî (cehennemlik) olanlar da vardır, mutlu-saîd (cennetlik) olanlar da.

Bedbaht olanlar (şakîler) cehennemdedirler. Onlar orada ah edip inlerler.

Onlar, gökler ve yerler durdukça orada ebedî olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Şüphesiz Rabbin istediğini yapandır.

Mutlu olanlara (saîdlere) gelince, gökler ve yerler durdukça içinde ebedî kalmak üzere cennettedirler. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Bu, onlara ardı kesilmez bir lütuf olarak verilmiştir.” (Hûd 11/105-108)

Bu âyetler bundan önce 103. âyette geçen “O gün bütün insanların biraraya toplandığı gündür” kısmını açıklıyor. İnsanlar yeniden dirilişten sonra Mahşerde biraraya toplanacaklar ve dünyadaki iman ve amellerine göre durumları ve gidecekleri yer belli olacaktır.

Âyetler ayrıca birilerinin orada kendilerine şefaatçi olacağını zannedenleri uyarıyor. Zira orada Allah’ın izni olmadan hiç kimse hiç kimseye şefaatçi olamaz. (Tâhâ 20/109. Nebe’ 78/38)

İnsanlar âhirette amellerine göre mutlulular ve bedbahtlar olmak üzere iki gruba ayrılacaklar. (Komisyon, Kur’an Yolu, 3/191)

Hûd Sûresinin baş tarafında geçtiği gibi “Bu dünya hayatını ve nimetini isteyenler” (Hûd 11/15) sayılı ve belli biz vakti bulunan bu dünya hayatında nasiplerini temamiyle alırlar. Sonra âhirette kendilerine ateşten başka bir şey kalmaz. (Hûd 11/16) Böylece ebediyyen bedbaht olurlar. Buna karşı “iman edip sâlih amel işleyenlere ve Rablerine karşı sorumlu davrananlar cennet ehli olurlar.” (Hûd 11/23) Böylece ebedi mutluluğa ererler.

Âhirette her iki grup arasındaki fark bu kadar büyüktür. Fıravun ve yandaşları şakî olanlara, peygamberler, siddîklar, sâlihler ve şehidler de saîd olanların öncüleri ya da örnekleridir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/14)

Bazı hadislerde saîd yerine “ehlü’s-saâde” ve “ehlü’l-cenne” tabirleri kullanılmıştır (Âcurrî, s. 173-174). (nak. Akçay, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/544)   

Hadis rivâyetlerinde belirtildiğine göre Allah (cc) insanı ana rahminde yaratırken bir melek gönderir, ona çocuğun cinsiyeti, ömrü, rızkı ve amellerinin yanı sıra saîd veya şakî olacağını yazdırır; bundan sonra kalemler kurur, defterler dürülüp kaldırılır. (Müsned, I/375, 383, 414. Buhârî, M. Enbiyâ/2 no: 3333, Kader/1 no: 6595, Hayz/17 no: 318. Müslim, Kader/1 (1-5) no: 6723-6730)

Allah’ın her insanın cennette veya cehennemdeki yerinin yanı sıra saîd veya şakî olacağını önceden bilip yazdığını anlatınca bu durumda gayret sarfetmeyi bırakmak gerektiğini söyleyen bazı sahâbîlere Rasûlüllah (sav); “Hayır, öyle değil; siz amel etmeye devam edin, herkese yaratılışına uygun işler kolaylaştırılır” demiş ve ardından da:

فَاَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰىۙ ﴿5﴾ وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿6﴾ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰىۜ ﴿7﴾ وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰىۙ ﴿8﴾ وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿9﴾ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰىۜ ﴿10﴾

Allah yolunda harcama yapan, O’na saygılı olan ve en güzeli tasdik eden kimseye cennetin yolunu kolaylaştırırız. Cimrilik edip kendini Allah’tan müstağni sayan ve en güzeli -cenneti- yalanlayana da en zoru -cehennemin yolunu- kolaylaştırırız” meâlindeki âyeti (Leyl 92/5-10) okumuştur (Buhârî, Cenâiz/82 no: 1362, Kader/4 no: 6606. Müslim, Kader/1 (7) no: 6732)

Bu haber saîd ve şakî olmanın insanın tutum ve davranışlarıyla bağlantılı bulunduğunu ima etmektedir. Bundan dolayı saîd veya şakî olmaya ilişkin kader insanı cebir altında bırakmaz, onu iman ve itaat etmeye teşvik edici bir mahiyet taşır (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 25-26)  (nak. Akçay, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/544)

Yukarıdaki iki âyette saîd cenneti hak eden, saadete ermiş mü’minlerin bir vasfı olarak kullanılıyor.

Ancak saîd kavram olarak, iman ettikten sonra işlediği sâlih amellerle, güzel ahlâkla, isabetli çalışmalarla, hikmet üzere iş tutmakla, basiretle hareket ederek dünya ve âhiret saadetini kazanan kimseleri niteliyor.

Burada geçmişte İslâm âlimlerinin saîd ve şakî kavramları üzerinde, kader ve cebriye, bunların külli ve cüz’i irade ile bağlantısı bağlamında yaptıkları tartışmalara girmeyeceğiz.

Biz biliyoruz ki insan kendi fiilinin failidir ve her her fiilin bir karşılığı vardır. Herkes yaptığı fiilin karşılığına razı olmak durumundadır. Biz saîd ve şakî kavramlarına bu açıdan bakıyoruz.

Yani tercih insana ait. İnsan isterse kendi isteği ile saîd, yani saadete eren olur,

isterse şakî, yani kendi isteğiyle bedbaht olur.

Özet olarak saîd; kendi tercihi ile ve yaptığı güzel işlerin sonucunda bu dünyada veya âhirette saadeti hak eden, bahtiyar kimsedir.  

 

-Şekâvet nedir, şâki kime denir?

                ‘Şekâvet’, saadetin zıddıdır. Sözlükte, yorgunluk, mutsuzluk ve perişanlık anlamına gelmektedir.

  1. Isfehânî şekâveti “insanın, hayra ermesini sağlayacak olan ilâhî yardımdan mahrum bırakılması” diye tanımlar (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 388)

Şekâvet; “dünyadaki bedbahtlık ve meşakkat” mânasına da kullanılmıştır.

Hadislerde de saadet ve şekâvet kavramları birlikte zikredilir. (Akçay, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/544)

Cehennem ehli, dünya hayatında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onları yalanladıklarını, ‘şekavetleri’ yüzünden sapık bir topluluk haline geldiklerini itiraf ederler. (Mü’minûn 23/103-110)

Kur’an’daki terim olarak şakî “inkâr etmesi ve kötü ameller işlemesi yüzünden âhirette bedbaht olup cehenneme girecek kâfir veya fâsık” anlamına gelir. (Akçay, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/544)   

Kişi, işlediği bir fiil (amel) yüzünden perişan olur. Sıkıntıya düşer, zorluk çeker. İçinde bulunduğu saadet (mutluluk) halinden çıkar, mutsuzluğa, perişanlığa düşer. Bu durum ‘şekavet’tir.

Nitekim, ilk insanların Cennet’te yasak meyveyi yemesi, onları sıkıntıya sokmuştu. Onlar Cennet’te bol ni’metlerin içerisinde iken, yaptıkları yanlış iş yüzünden ceza aldılar, sıkıntıya düştüler, saadet halini kaybettiler. Kur’an olayı şöyle anlatıyor:

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى ﴿116﴾ فَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اِنَّ هٰذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى ﴿117﴾

Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de, İblis’ten başka melekler hemen saygı ile eğilmişler; İblis bundan kaçınmıştı.

Bunun üzerine dedik ki: ‘Ey Âdem, bu (iblis) gerçekten sana da eşine de düşmandır; sakın sizi Cennet’ten sürüp çıkarmasın, sonra ‘şekâvete’ (mutsuzluğa, sıkıntıya) düşersiniz.’” (Tâhâ 20/116-117)

Buna göre ‘şekâvet’ insanı sıkıntıya sokan, ceza almasına sebep olan, mutsuzluğa düşmesine kapı açan davranıştır.

‘Şekavet’in temelinde ilâhî yasakları çiğneme anlayışı vardır. Kimilerine göre İslâmî hükümleri yaşamak zordur. Ancak kişi, İslâmın emir ve yasaklarına aykırı hareket ettiği zaman daha büyük bir ‘şekâvet’e (zorluğa, sıkıntıya) düşer. Eğer dinin zor gibi görünen emir ve yasaklarına uyulursa, hem bu dayanılmaz sıkıntılardan kurtulmak mümkün olur, hem de arzu edilen ‘saadete’ ulaşılır. (Bkz. Hûd 11/106, 108)

Kur’an’ın sıkıntı, zorluk veya güçlük için gönderilmediği aynı kökten gelen bir kelime ile ifade ediliyor.

طٰهٰۜ ﴿1﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ ﴿2﴾ اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ ﴿3﴾

„Tâhâ. Biz, Kur'an'ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.“ (Tâhâ 20/2)

İnsanlar Kur’an’ın tekliflerini zor bulabilir ve sıkıntı verici, ya da  bazı dünyalık zevklerden uzaklaştırıcı sayabilirler. Halbuki Kur’an insanların ‘şekâvete’ düşmelerini önlemek ve onlara ‘saadet’ kazandırmak için indirilmiştir.

‘Şekâvet’ içinde olanlara, bedbaht, mutsuz, sıkıntı ve güçlük çekenlere ‘şakî’ denilir. (Türkçede ‘eşkıya’ şakî’nin çoğulu olup, huysuz, yol kesen, yaramaz, isyancı anlamına gelir.)

Şekâvet sahipleri, yani şakîler toplumunun yaramaz kimseleridir. Azarlar ve şımarırlar. Buna rağmen doğru yolda olduklarını, seçtikleri yolun, yaptıkları işlerin kendilerini mutlu edeceğini zannederler. Halbuki onlar ‘şekâvet’ içindedirler, mutsuzdurlar ama mutlu olduklarını hayal ederler.

‘Şâki’ler, ilâhî ölçülere karşı geldikleri için zorluğu, bedbahtlığı, mutsuzluğu, cezayı hak ederek sıkıntıyı kendileri kazanmışlardır.

Onlar Hakk’tan ve ilâhî öğütten yüz çevirirler, bu gibi şeyleri hafife alırlar.

Şakî ayrıca “en bedbaht ve en kötü” anlamına gelen eş-kā şeklinde Kur’an’da geçmektedir.

فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ ﴿9﴾ سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشٰىۙ ﴿10﴾ وَيَتَجَنَّبُهَا الْاَشْقٰىۙ ﴿11﴾ اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرٰىۚ ﴿12﴾

“Şu halde, eğer ‘öğüt’ ve hatırlatma bir yarar sağlayacaksa, ‘ögüt ver ve hatırlat’.

(Allah’tan) içi titreyerek korkacak olan öğüt alıp düşünür.

Bedbaht olan (şakî olan) ise ondan kaçınır.

Böylesi büyük ateşe yaslanacaktır.” (Âlâ 87/9-12)

Onlar Allah’tan gelen daveti yalanlarlar, inkâr ederler. Bu inkârları sebebiyle hem bedbaht olurlar, hem de kendilerini sıkıntıya sokacak şeyi kazanırlar.

فَاَنْذَرْتُكُمْ نَارًا تَلَظّٰىۚ ﴿14﴾ لَا يَصْلٰيهَٓا اِلَّا الْاَشْقٰىۙ﴿15﴾ اَلَّذ۪ي كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ ﴿16﴾

“(Ey insanlar!) Alev alev yanan bir ateşle sizi uyardım.

O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren en bedbaht kimse girer. (Leyl 92/14-16)

Onların bir özelliği de Allah’ın hükümlerine baş kaldırmak, onlara karşı gelmektir.

Şakî’ler, gerçeğin ortaya konulmaması için uğraşırlar, Hakkın sesini kısmaya çalışırlar, çapulculuk ederler, toplumun huzurunu bozarlar, Hakk temsilcilerine tuzak kurarlar.

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَاۙۖ ﴿11﴾ اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَاۙۖ ﴿12﴾

„Semud milleti, içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı.“ (Şems 91/11-12)

Hz. İsa (as) kendisinin bir ‘şakî’ olmadığını, annesine iyilik eden bir kimse olduğunu söylüyor.

وَبَرًّا بِوَالِدَت۪يۘ وَلَمْ يَجْعَلْن۪ي جَبَّارًا شَقِيًّا ﴿32﴾

“Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı.” (Meryem 19/32) ,

‘Şâki’ kelimesinin iki âyette de ‘mahrum olmak, istediğine kavuşamamakla mutsuz olmak’ anlamlarına da geldiği görülmektedir. Zekeriyya ve İbrahim (as) Allah’a dua ettiklerini, Allah’tan başkasına ibadet edenler gibi dualarının sonucundan mahrum ve bedbaht olmadıklarını söylüyorlar. Ancak Allah’tan başkasından medet umanlar sonunda bedbaht olurlar, dualarının karşılığını alamazlar. Böylece şâki, yani mahrum, perişan olurlar. (Meryem 19/4, 68)

Kısaca şakî; kişinin kendi tercihi sonucu, kendi elleriyle yaptıkları sebebiyle ister bu dünyada, ister âhirette bedbaht, huzursuz, mutsuz olan kişi demektir.

Yaptıkları sebebiyle kendi sonunu hazırlayan, kendi ipini çeken, kendi ateşini alazlandıran kimse.

 

-Saîd veya şakî olmak

Kur’an insanın dünyaya ilk gönderilişi bağlamında şöyle diyor:

قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَم۪يعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى ﴿123﴾

“Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidâyet geldiğinde, kim benim hidâyetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht (şakî) olmaz. (Tâhâ 20/123. Bir benzeri: Bekara 2/38)

İşte hakikat. Âdem’e ve eşine söylenen bu gerçek âdemoğulları için de geçerlidir.

Arkadaş iki dünyada da mutlu olmak istiyorsun, işte formül.

Allah (cc) vahiyle insan nasıl yaparsa saadete, hem de iki dünya saadetine ulaşacağını, nasıl “saîd” olacağını, nasıl yaparsa şekâveti, hem de iki dünya şekâvetini kazanacağını, nasıl “şakî” olacağını, saadetin, huzurun ve tertemiz bir hayat sürmenin yolunu öğretti.

Buna siz istersenin hidâyet ve dalâlet, isterseniz sırat-ı müstakim ve bâtıl yollar, isterseniz rüşd yolu ve ğayy yolu, isterseniz ilim/vahy ve cehâlet deyin fark etmez; “İslâm, saadetin diğer adıdır.”

İnsan doğuştan ‘saîd veya ‘şakî’ olarak doğmaz. Bu özelliği insanlar sonradan kendi tercihleriyle elde ederler. Allah’tan gelen hidâyete uyanlar, rüşd yoluna girip Hak Dinin ilkelerine göre yaşayanlar, hayatlarının her alanında ilâhî ilkelere tabi olanlar iki dünyada da ‘saîd-mutlu’ olurlar. İlâhî hidayete sırt çevirenler kendi elleriyle şekâveti hak ederler.

Bu anlamda İslâm, yani Allah’ın razı olacağı hayat şekli saadetin kaynağı; bütün bâtıl yollar ise şekâvetin kaynağıdır.

İnsandan beklenen, kendine şekâvet kazandıracak yani onu mutsuzluğa ve bahtsızlığa sürükleyecek yollara gitmek değil, saadet yolunu arayıp bulmaktır.

Sonuçta iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı kötülüktür.

Böyle bir sonuç öncelikle dünyada insanın karşısına gelecektir. “Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına”  atasözünde olduğu gibi.

Bunu Kur’an şöyle anlatıyor:

هَلْ جَزَٓاءُ الْاِحْسَانِ اِلَّا الْاِحْسَانُۚ ﴿60﴾ فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ﴿61﴾

“İyiliği karşılığı iyilik değil midir?

Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” (Rahman 55/60-61)

Güzel davrananlara, ya da iyilik edenlere “güzel karşılığın en güzeli” hatta daha fazlası verilecek. Bu karşılığın bu dünyada müslüman için arzu edilen mutluluk, huzur ve güven duygusu niçin olmasın?

İyilik de yapan kendine yapmış, olur, kötülük yapan da kendine yapmış olur.

اِنْ اَحْسَنْتُمْ اَحْسَنْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ وَاِنْ اَسَأْتُمْ فَلَهَاۜ...

“İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz...” (İsrâ 17/7)

Bu şu gerçeğin de altını tekrar çiziyor : İnsanın şekâveti de, saadeti de büyük oranda kendi elindedir.

Dahası var. Allah (cc) işte iyilik yapanlara, hayatını güzelliklerle donatanlara, Allah’ın kendisini gördüğü bilinciyle hareket edenlere, başkalarına da ihsan edenlere daha bu dünyada güzel mükafat va’d ediyor. (İleride gelecek)

وَق۪يلَ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا مَاذَٓا اَنْزَلَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا خَيْرًاۜ لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌۜ وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌۜ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّق۪ينَۙ ﴿30﴾

“İttika edenlere (Allah’tan korkup sakınanlara): Rabbiniz ne indirdi? denildiğinde, «Hayr (indirdi)» derler.

Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır. Âhiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!” (Nahl 16/30)

“Bu anlam örgüsü içinde “iyilik” (hasene) terimi, ister istemez, maddî bir iyiliği ya da yararı değil, daha çok Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımanın verdiği manevî doyum ve huzur duygusunu işaret etmektedir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/534)

Dünyadaki mükâfat nedir acaba?

Biz buna huzurlu bir hayat, kalbe indirilen sekine, Allah’ın verdiklerinden razı olmanın getirdiği itminan, iman etmenin kazandırdığı emniyet ve görevi yapmanın verdiği mutluluk ve bahtiyarlık desek yanlış olur mu?

 

-İslâmın vadettiği saadetin diğer adı “tayyibe bir hayat”tır.

Strese veya depresyone düşmemek, psikolojimizi bozmamak için, ya da başımıza bir felâket, musibet, belâ, afet, istenmeyen bir durum geldiğinde, sorunlarla, sıkıntılarla karşılaştığımız zaman yapılması mümkün olan şeyler konusunda yukarıda sayılanlara ek olarak Kur’an’ın verdiği bir önemli müjdeyi daha hatırlayalım:

Hayatü’n-tayyibe (tayyibe bir hayat)

Hüseyin K. Ece