KUBA AİLELER DERSİ

Kasım 2019 – Nisan 2020

Hüseyin K. Ece

7.DERS 20 Aralık 2019 Cuma

 

 

VAHİY KARŞISINDA PEYGAMBER

Vahye son olarak muhatab olan Hz. Muhammed’in vahy karşısındaki durumuna farklı açılardan bakılabilir. Şöyle ki:

 

a-Peygamberin vahye hazırlık safhası,  

Hz. Muhammed (sav) İbrahim peygambere kadar çok temiz bir soydan geldiği gibi, yaşadığı devrin bütün çirkin ve aşırı davranışlarından da uzaktı.

O, bütün peygamberlerde olan ‘ismet/günah işlememe’ sıfatına sahipti.

Cahiliye toplumunda onun ‘el-Emîn-Güvenilir’ sıfatı kazanması, nübüvvete kişilik olarak hazır olduğunu gösterir.

Tarihen sabittir ki, Hz. Muhammed peygamber olmadan önce, bir kaç yıl boyunca yalnızlığı, tabiatla başbaşa kalmayı, hal diliyle Rabbini tefekkür etmeyi sıklaştırmıştı.  

Bu da O’nun ruhen vahy’i almaya hazırlanması olarak düşünülebilir.

Vahiy hem peygamberi hem de iman edenleri inşa eder, eğitir.

Müzemmil ve Müdessir Sûrelerinin baş tarafındaki âyetler, Duhâ, İnşirah gibi sûreler Hz. Muhammed’i nübüvvete hazırlama, onun peygamberlik şahsiyetini inşa etme âyetlerdir.

وَرَبَّكَ فَكَبِّرْۙ ﴿3﴾ وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ ﴿4﴾ وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْۙ ﴿5﴾ وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُۙ ﴿6﴾ وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْۜ ﴿7﴾

“Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızasına ermek için sabret.” (Müdessir 74/3-7)

يَٓا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿1﴾ قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿2﴾ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ ﴿3﴾ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلًاۜ ﴿4﴾ اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ ﴿5﴾ اِنَّ نَاشِئَةَ الَّيْلِ هِيَ اَشَدُّ وَطْـًٔا وَاَقْوَمُ ق۪يلًاۜ ﴿6﴾ اِنَّ لَكَ فِي النَّهَارِ سَبْحًا طَو۪يلًاۜ ﴿7﴾ وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًاۜ ﴿8﴾

Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)!

Gece yarısı, ondan biraz önce ya da sonra (farketmez),

ve Kur’an’ı sindire sindire oku.

Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz.

Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraata daha elverişlidir.

Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var.

Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel. (Müzemmil 73/1-8)

Peygamber vahy’e sımsıkı sarılması gerekir. Çünkü ona gösterilen yol dosdoğru bir yoldur.

“Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin.” (Zuhruf 43/43. Bir benzeri: Yûnus 10/109. Ahzab 34/2. Yâsîn 36/4)

O, vahiyle kişilik kazanacak, peygamberlik kabiliyetine ulaşacak ve vahyin gereğini yapmak üzere harekete geçecektir.

 

b-Peygamberin vahyi alırken durumu:

اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ ﴿5﴾ “

“Çünkü Biz, sana ağır bir söz indireceğiz.” (Müzemmil 73/5)

Bu ağır sözle muhatap olmak, onu almak, Cebrail ile karşılaşmak, beşer seviyesiyle melek seviyesinin buluşması kolay değildi. Nitekim vahiy geldiği zaman onun izleri Peygamberin fizikî durumunda da görülürdü.

Kaynakların bildirdiğine göre vahiy geldiği zaman Peygamber’in vücudu titrer, yüzünün rengi değişir, soğuk günlerde bile şapır şapır terlerdi. Eğer vahyin inzâli sırasında devede ise, deve bu ağırlığa dayanamaz çökerdi, Peygamber ondan inmek zorunda kalırdı. Vücudu ağırlaşır, tesadüfen birinin dizi onun dizi altında kalırsa, bu ağırlığı hissederdi. Bazen Peygamberin yanında arı uğultusuna benzer sesler işitilirdi. (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü s: 50)

Gelen vahy, peygamberimizin hem kalbine, hem de hafızasına işlenir ve vahiy bir daha onun kalbinden ve hafızasından  çıkmazdı.

“Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen onu unutmayacaksın.” (A’la 87/6)

Peygamber (sav) gelen vahyi unutmamak için vahiy henüz tamamlanmadan acele ederek tekrarmaya çalışırdı.

Kur’an ona şöyle dedi:

لَا تُحَرِّكْ بِه۪ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِه۪ۜ ﴿16﴾ اِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْاٰنَهُۚ ﴿17﴾ فَاِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْاٰنَهُۚ ﴿18﴾

“O halde aceleyle dilini oynatıp durma: Şüphesiz onun toplanması da, okunuşu da Bize düşer. Artık Biz onu okuduğumuzda sen sadece onun okunuşunu izle.” (Kıyâme 75/16-18)

Peygamber (sav) sorulan bir soru üzerine şöyle cevap verdi:

“... (Cebrail) bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra o benden ayrılırdı.” (Bu­hâ­rî, Bed’ü’l-Vahy/1 no: 2. Müs­lim, Fe­dâ­il/23-87 no: 6059. Nesâî, 2/146. Ahmed b. Hanbel, 4/158)

 

c-Vahiy harekete geçirir

Vahiy muhatabını harekete geçirir demiştik. Kur’an, Hz. Muhammed’in vahyi alır almaz harekete geçmesini emrediyor.

Hz. Muhammed’in bütün bir  peygamberlik hayatı bu çalışmayla geçmiştir. Câhiliyye toplumu insanlarını, İslâmın akidesiyle eğiterek, onların ruhlarında, anlayışlarında, ahlâklarında, varlık felsefelerinde, hayat bakışlarında köklü bir inkılâp meydana getirdi.

‘Vahy’ olayında, kendisine haber ulaştırılan veya kendisiyle iletişim kurulan varlık, vahyi aldıktan sonra onun gereğini yapmak üzere harekete geçer. O varlık –her kimse- vahy’i aldıktan sonra yerinde durmaz, çöküp kalmaz. Vahiyle kendisine bildirileni veya emredileni yerine getirir. Vahyi adresine ulaştırır, vahiyle hedeflenen şeyi gerçekleştirir.

Örneğin, bir peygambere inen vahy’ öncelikle onu/şahsiyetini inşa eder. onu hakikatle buluşturur. Nitekim vahiy, her peygamberde yapısal değişiklik meydana getirmiş ve onları vahyin canlı bir örneği haline getirmiştir.

Vahiy iletişim olduğu kadar da emirdir, haber iletmek olduğu kadar da yönlendirmektir,  bildirmek olduğu kadar aksiyon ve değerler kaynağıdır.

Demek ki ‘vahy’ sıradan bir iletişim kurma değil, haberin ulaştığı varlık üzerinde etkili olan ve onu aksiyona sevkeden önemli bir yönlendirici kaynaktır.

يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ ﴿1﴾ قُمْ فَاَنْذِرْۙ ﴿2﴾

 “Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk, ve (insanları) uyar.” (Müdessir 74/1-2) emrini alan Peygamber, harekete geçti, vahiy görevinin gereğini yaptı. Önce kendisi vahiyle inşa oldu. Yaklaşık 23 yıl boyunca vahyi tebliğ etti, yaşadı, uyguladı ve hayat haline getirdi.

Vahy’in sözlük ve kavram anlamında bu vurgu saklıdır.

Peygamberin tebliğ ettiği vahyi duyup ta kabul eden mü’min de aynıdır. O da öncelikle vahiyle kişiliğini inşa eder. İnancını, bakış açısını, dünya görüşünü ve değerler sistemini vahy’e uygun hâle getirir. Sonra da boş oturup beklemez, vahiyle gelen hükümlerin gereğini yapar.

Öyleyse vahye muhatab olan herkes, kendi konumuna, gücüne ve melekelerine göre sorumluluğu vardır.

Vahy kime ulaşırsa önce onu inşa eder, onun şahsiyetini oluşturur, ondan sonra da onu harekete geçirir. Buna ister vahye inanmanın gereği deyiniz, isterseniz kulluk deyiniz farketmez.

İster şifâhi, ister Kur’an okuyarak vahy’i duyan, ister bir âyet isterse âyetler bütünün okuyan/dinleyen her müslüman, her duydu ise, önce onu anlamak, inanmak, benimsemek ve harekete geçmek zorundadır. Vahy’e inanmanın mantığı budur.

Mesela; bir mü’min namazla ilgili vahyi okuduğu zaman hemen kalkacak abdestini alıp namazını kılacak.

İnfakla ilgili bir âyet işittiği zaman, her neye sahipse onu Allah yolunda harcamaya koşacak.

Âhiretle ilgili âyet duyduğu zaman korkacak, ürperecek ve hemen âhirette işine yarayacak işler yapmaya başlayacak. Yol azığını hazırlamaya çalışacak.

İyilik yapmanın güzelliğinden bahseden bir âyetle karşılaşan müslüman, hayatına güzelliği hâkim kılacak. Güzel davrancak, güzellik üretecek. 

Daha pek çok örnek verilebilir.

Vahye inanmak sadece Allah’tan gelenleri alıp kabul etmek değil; gereğini yapmak, çöküp kalmamak, ayağa kalkmak, aksiyoner ve üretici olmak, vahyin evetlediklerini yapmaya koşmaktır.

 

Vahy’in gereğini yapmakla ilgili örnekler:

Kendilerine vahyedilen varlıkların ve kişilerin vahyi aldıktan sonra harekete geçtüklerini, onun gereğini yaptıklarını, Allah’ın emrini yerine getridiklerini Kur’an’da görüyoruz.

-Mesela, Nuh (as) gemi yapma emrini alır almaz, insanların alaylarına rağmen gemi yapmıştı, hem de karada. (Bkz: Hûd 11/37. Mü’minûn 26/27)

-Arı, fıtratına yerleştirilen vahiyle, yani bünyesine yüklenilen yaratılış amacına uygun olarak kıyâmete kadar bal yapmaya devam edecektir. (Nahl 16/68-69)

-Mahşer günü Allah (cc) yeryüzüne emredecek, o da üzerinde neler olup bittiğini haber verecek... Yani o da vahyin gereğini yerine getirecek. (Zilzâl 99/4)

-Her bir göğe kendi işini yüklemek (vahyetme) onları yaratılış amacına yöneltmedir. Gökler de yaratılalı beri bu vahyin gereğini yapmaktadırlar.

فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ ... ﴿12﴾

“Üstelik onları iki aşamda yedi gök olarak var etti, her bir göğe görevini vahyetti...” (Fussilet 41/12)

-Vahiy Hz. Musa’nın annesine geldiği zaman o hemen harekete geçti, çocuğunu hiç çekinmeden, Rabbine güvenerek bir sandığın içinde nehire bıraktı.  Yani kendisine ilâhi mesaj gelir gelmez harekete geçti. İstenileni inanarak yaptı. (Tâhâ 20/38-40)

-Musa (as) rabbinden gelen vahiyle Mısır’da mü’minleri yetiştirmek, onları vehiyle inşa etmek üzere mescidler yaptı.

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰى وَاَخ۪يهِ اَنْ تَبَوَّاٰ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿87﴾

“Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa!) Müminleri müjdele! diye vahyettik.” (Yûnus 10/87)

-Musa’ya (as) vahyedildi ve o da mü’minleri alıp bir gece yola koyuldu. Hem de Firavun ve adamlarından korkmadan, Allah’tan ümit ederek.  

       وَلَقَدْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَر۪يقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًاۚ لَا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشٰى ﴿77﴾

“Ve doğrusu Biz Musa’ya şöyle vahyetmiştik: “Kullarımla birlikte geceleyin yola koyul, onları denizde kuru bir yol aç; arkanızdan yetişirler diye endişe etme, hepsinden de öte (Allah’tan gayri kimseden) korkma.” (Tâhâ 20/77. Ayrıca bkz: Şuarâ  26/52 ve 63)

Bu emri vahiyle alan hz. Musa hemen kavmini bir gece alıp Kenan diyarına doğru yola düştü.

        

VAHİYLE İLGİLİ PEYGAMBERİN GÖREVLERİ 

 

1-O Vahyi tebliğ etmekle görevliydi

O vahy’i etrafında ulaşabildiği herkese, sonrakilere, yani insanlığa tebliğ etmekle (ulaştırmakla) görevli idi

Zira o sadece arapça konuşanlara, Hicaz bölgesinin veya kendi yaşadığı çağın peygamberi değil, kıyâmete kadar büyün insanlara, bütük iklimlere gönderilmiş bir elçi idi.

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿28﴾

“(Ey Nebi) Biz seni ancak, bütün insanlık için bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; ama insanların çoğu bunun farkında değillerdir.” (Sebe’ 35/28)

Kur’an onun bu görevine âyetlerde işaret ediyor:

Hz. Muhammed (sav) de diğer peygamberler gibi Allah’tan aldığı

vahyi (haberleri) insanlara ulaştırır.  Peygamber bunu, vahyi değiştirmeden, eksiltmeden veya ekleme yapmadan yapar.

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿67﴾

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini 211yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” (Mâide 5/67)

اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿62﴾

“Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum.” (A’raf 7/62, 68)

O vahyedileni eksiksiz ve ekleme yapmaksızın muhataplara ulaştırır, haber verir, duyurur. Sonra da gerek sözlü, gerek uygulamalı, gerekse işaretle tebliğ ettiği vahyin maksatlarını açıklar ve kendi hayatında tatbik ederek bütün insanlara örnek olur.

 

2-O vahyi okumakla, kıraat/tertîl etmekle ve ta’lim etmekle görevli idi

İlk vahy geldiğinde Cebrail (as) Hz. Muhammed’e  ‘oku’ dediği zaman, O. ‘ben okuma bilmem’ cevabını vermişti. Sonra Cebrail (as) “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak 96/1) âyetlerini okudu ve Peygamberimiz de tekrar etti.

Buradaki okuma sıradan bir yazıyı, bir kitabın satırlarını okumak gibi değildir. Vahy’i okumak elbette farklı bir şeydir.

‘Oku’ emrini ilk muhatap için ‘vahyi Allah adına ilet’, bir ‘yap’ emri,  tüm muhataplar için “iletileni al ve oku” şeklinde anlamak mümkün.

Vahyin bununla önce Peygamberi, sonra da muhataplarını inşa etmek istediğini hatırlamak gerekir.

Kur’an, Kur’an okumayla, yani âyetleri okumayla ilgili üç temel kavram kullanıyor:

Tilâvet,

kıraat

ve tertîl.

 

Tilâvet;

lafızları arka arkaya dizmek, tekrar etmek, aktarmak, gereğini yapmak, takip etmek anlamlarına gelir.

Tilâvet Kur’an’da takip etmek manasında iki yerde kullanılıyor (Bkz: Hûd 11/17. Şems 91/2)

Şems 91/2deki “telâ” fiili oldukça dikkat çekici. Ay (Kamer) Güneşi (Şems’i) nasıl takip ediyorsa, Kur’an’ı okuyan ve kendisine Kur’an okunan da Kur’an’ı takip etmelidir. Bir anlamda onun hükümlerini, ilkelerini, dünya ve âhiret görüşünü hayatın vazgeçilmezi yapmalıdır. Bu şekilde Kur’an okuyan kişi aklını ve gönlünü Kur’an’ın yörüngesine koyacaktır.

Ayın Güneşi takibinin en önemli sonucu, hem kendisinin aydınlanması hem de ışığını alıp başka taraflara yansıtmasıdır.

Tilâvet denen okuyuşta, bir taraftan Kur’an’ı takip etmek ve onun ilkelerini uygulamak vardır, diğer taraftan da onun ışığını alıp insanlığa yansıtmak anlamı vardır. Işığı yansıtabilmek için önce aydınlanmak gerekir. Kendisi aydınlanmadan başkasını aydınlatmak mümkün değildir. Bu nedenle Allah (cc) insanın aydınlanmasını Kur’an ile iletişim şartına bağlamıştır.

Demek ki tilâvet sadece okumak değil, tekrarlamak ve aktarmak değil, aynı zamanda okunanı uygulamaktır.

وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا ﴿27﴾

O halde, Rabbinin kitabından sana indirileri oku (tilâvet et); O’nun kelimelerini kimse değiştiremez: sen de O’ndan başka sığınacak birini bulamazsın.”  (Kehf 18/27)

Bir başka âyette ‘utlu’ fiili ile gelen okumanın, izlemek ve iletmek manasında kullanıldığını görüyoruz.

 كَذٰلِكَ اَرْسَلْنَاكَ ف۪ٓي اُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَٓا اُمَمٌ لِتَتْلُوَ۬ا عَلَيْهِمُ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمٰنِۜ قُلْ هُوَ رَبّ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَاِلَيْهِ مَتَابِ ﴿30﴾

“(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın (tilâvet edesin)...” (Ra’d 13/30)

Buradaki okumayı vahy’i muhataplarına iletmek, duyurmak, öğretmek, uygulayıp göstermek şeklinde anlayabiliriz.

 

Kıraat;

tilâvetten farklıdır ve ondan daha geniş bir anlamı vardır. Çünkü kıraat, tilavete göre daha geniş ve düşünerek bir okluma faaliyetidir. Bu yüzden Kur’an okunurken şeytandan Allah sığınmamız emredildiği Nahl 16/98de tilâvet değil, kıraat kelimesi kullanılıyor.

فَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿98﴾

“Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”

Kıraatten maksat; Kur’an’ı anlamak, düşünmek, içerisindekileri öğrenmek ve onu yaşamaktır.

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ﴿1﴾

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak 96/1)

“Kur’an’a göre Allah’ın adı, Besmele kapalı kapıları açan muhteşem bir anahtardır.

İlk vahiy insandan sadece okumayı değil Allah adına okumayı istemektedir. Çünkü Allah adıyla okumayan insan okuduğunu yanlış okur.

Bir şeyi kim adına okuyorsanız onu referans alıyor ve anlamlandırıyorsunuz demektir. Allah adına okumak kâinatı Allah’ı referans alarak okumak/anlamak demektir. İnsan böyle bir okuma ile Hakikate ulaşır. (Hayat Kitabı Kur’an, 2/1278)

 Allah (cc) okumaları için önüne dört tane kitap koyuyor:

Kur’an, tabiat, insan ve olaylar. Bunlara Allah’ın âyetleri de diyebilirsiniz.

Kur’an Allah’ın âyetlerini, onları okumayı ve anlamayı sık sık hatırlatıyor.

Bunların Allahın adıyla okunması gerekir. Şüphesiz böyle bir okumayı önce hz. Muhammed yaptı.

“Alak 1. âyetteki “oku” emrinin , “utlu/tilâvet et” şeklinde değil de, “ikra/kıraat et” şeklinde gelmesi dikkat çekicidir.

Âyetteki emir yazılı bir metni okumak veya belli kelimeleri tekrarlamak değildi. Çünkü vahiy, yazılı olarak gelmemişti

Öyle anlaşılıyor ki, âyette kasdedilen okumak “düşünmek, duyurmak, tebliğ etmek veya ibret nazarıyla gözlem yapmak” şeklinde kendine özel bir çeşit okumaktır.” (Okuyan. M. Kısa Sûrelerin Tefsiri, 1/348)

  Çünkü son vahiy söze bu emirle başladı, Peygamberin yüreğini de bu emirle açtı: “Yaratan Rabbinin adıyla oku”

Oku emri, okumanın bütün anlamlarını içerisine alır. Kitabı oku, tabiatı oku, kâinatı oku, olayları oku, tarihi oku ve hepsinden öte kendini oku. Ama inanarak ve Allah’ın adıyla oku.

 

Tertîl;

bu da bir tür okumadır.

Tertîl; sözlükte bir şeyi güzelce dizmek, tertiplemek ve sözü kusursuzca açıklamak demektir.

Tertîl: Kur’an’da sadece iki yerde kullanılır. (Furkan 25/32. Müzemmil 73/4) İkisi de vahyi anlama ve hayata aktarma bağlamında gelir.

يَٓا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿1﴾ قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿2﴾ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ ﴿3﴾ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلًاۜ ﴿4﴾

“Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Gecenin yarısında uyanık ol, ya bu miktarı biraz eksilt! Veya buna biraz ekle. Ve Kur'an'ı tertil ile oku!” (Müzemmil 73/1-4)

Buradaki tertîl; özümseyerek, hissederek, yüreğinde duyarak, adeta vahiy ile bütünleşerek, yavaş yavaş okumak” demektir.

Kıraatte tertîl;  Kur’an’ı, acele etmeden, harfleri ve harekeleri açık bir şekilde, mana ve hikmetini düşünerek okumaktır. (Kurtubî’den)

Tertil emrinin amacı, vahyin mânalarının akleden kalbe iyice yerleştirilmesidir. وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ جُمْلَةً وَاحِدَةًۚ كَذٰلِكَ لِنُثَبِّتَ بِه۪ فُؤٰادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْت۪يلًا ﴿32﴾

İnkâr edenler, “Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!” dediler. Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan 25/32)

Kur’an’ın Mushaf’a indirgenmesi gibi, tertil tecvide, tecvid telaffuza, kıraat ses sanatına indirgenmiştir.  (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, )

*Buradan anlaşılıyor ki Kur’an’ı (vahyi) okumanın anlamı, onu önce diliyle teleffuz etmeyi (tilâvet),

ardından anlamayı (kıraat),

ve peşinden de sindire sindire okumayı (tertîl’i) gerektirmektedir.

Şöyle bir sıralama yaparsak, bu üç kavramın aralarındaki farkı ortaya koymuş oluruz.

Tilâvet; dilin,

Kıraat; aklın ve zihnin,

Tertîl; ise kalbin ve gönlün okumasıdır.

İdeal bir okuma üçünü de içine almalıdır. Bunlardan biri yoksa okuma eksik kalır. Zira bunlar gerçekleşince onunla aydınlanmış gönül (yürek), Kur’an’ı (amellere) eylemlere yansıtır.

Bütün bu özellikleri düşündüğümüzde Kur’an’ı okumanın, hem de ağır ağır, yavaş yavaş, sindire sindire okumanın niçin emredildiği anlaşılır.

Kur’an-gönül ilişkisini doğru kurabilmek için Kur’an’ı yüzünden okumak yeterli olmaz, onu kalbin derinliklerinde hissederek okumak gerekir.

 

3-O vahye tabi olmakla görevli idi

Vahye tabi olmak, öncelikle Peygamberin görevi idi.

قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ ﴿108﴾ وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿109﴾

“(Ey Muhammed!) Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.(Yûnus 10/109)

قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟ ﴿50﴾

“De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’am 6/50)

قُلْ مَا كُنْتُ بِدْعًا مِنَ الرُّسُلِ وَمَٓا اَدْر۪ي مَا يُفْعَلُ ب۪ي وَلَا بِكُمْۜ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ وَمَٓا اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿9﴾

“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 46/9)

وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍۙ قَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا ائْتِ بِقُرْاٰنٍ غَيْرِ هٰذَٓا اَوْ بَدِّلْهُۜ قُلْ مَا يَكُونُ ل۪ٓي اَنْ اُبَدِّلَهُ مِنْ تِلْقَٓائِ۬ نَفْس۪يۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۚ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اِنْ عَصَيْتُ رَبّ۪ي عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿15﴾

“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yûnus 10/15. Bir benzeri: A’raf 7/203)

 

4-O vahyi beyan etmekle (açıklamakla) görevli idi

O Vahyi açıklamakla görevliydi

Hz. Peygamber’in (sav) vahiy’le ilgili görevini dört başlıkta toplamak mümkün: Tebliğ, tebşir ve inzar, beyan, örneklik (misal/uygulama).

Tebliğ; yukarıda geçti.  

Tebşîr ve inzâr;

وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا لِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرٰى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ فَر۪يقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَر۪يقٌ فِي السَّع۪يرِ ﴿7﴾

“İşte Biz sana, hem Şehirlerin Anası’nı ve onun çevresindekileri uyarman (inzâr etmen), hem de kendisinde asla kuşku bulunmayan Toplanma Günü’ne karşı (insanlığı) ikaz etmen için Arapça bir Kur’an vahyettik: (Sonuçta) bir kısmı cennete girecek, bir kısmı da ateşe.” (Şûrâ 42/7)

تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ ﴿5﴾ لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ ﴿6﴾

“Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.” (Yâsîn 36/5-6)

وَهٰذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرٰى وَمَنْ حَوْلَهَاۜ وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِه۪ وَهُمْ عَلٰى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ ﴿92﴾

“İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır. Âhirete iman edenler, ona da inanırlar. Onlar namazlarını vaktinde kılarlar.” (En’am 6/92. Ayrıca bkz: A’raf 7/2. Kasas 28/46. Şura 42/7. Secde 32/3)

“De ki: Hangi şey şehâdetçe en büyüktür? De ki: (Hak peygamber olduğuma dair) benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz? De ki: "Ben buna şahitlik etmem." "O ancak bir tek Allah'tır, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım" de.” (En’am 6/19)

Hz. Peygamber beşîr (müjdeleyici), ve nezîr (uyarıp korkutucu) idi.

اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًاۙ وَلَا تُسْـَٔلُ عَنْ اَصْحَابِ الْجَح۪يمِ ﴿119﴾

“Şüphesiz biz seni hak ile; müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemlik olanlardan sorumlu tutulacak değilsin.” (Bekara 2/119)

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًا ﴿56﴾

“Biz, seni ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Furkan 25/56. Fetih 48/8. Ayrıca bkz: Ahzab 33/45. Sebe’/34/28)

beyan;

Peygamber (sav), vahyin ne dediğini, vahyi nasıl anlamak gerektiğini açıklamak, izah etmek, ortaya koymak zorundadır. Yoksa insanlar vahyi anlamazlar veya onu kendilerine göre anlarlardı. Böylece yanlış yapabilirlerdi.

وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ اِلَّا لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُوا ف۪يهِۙ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿64﴾

“Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düşükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için (o kitap) yol gösterici olsun.” (Nahl 16/64)

بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِۜ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿44﴾

“(Onları) açık delillerle ve kitaplarla (gönderdik),. Sana da bu zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Böylece düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl 16/44)

Vahyi açıklamak peygamberlerin kendi işleri veya arzuları değil, Allah'ın emridir.

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿164﴾

“Andolsun ki, içlerinden kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir paygmaber göndererek inananlara büyük lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmran 3/164)

Bu beyan, bazen şifai, bazen sorulan soru sebebiyle, bazen örneklik, bazen uygulama, bazen yasaklama şeklinde gerçekleşti.   

örneklik (misal);

Allah (cc) Hz. Muhammed’i bizim için örnek yapmıştır.

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ﴿21﴾

“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve Âhiret gününe ümit eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için, Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21)

Âyette, Hz. Peygamber'in, Allah'ın rızâsını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numûnesi olduğu anlatılmaktadır.

Böylece, Rasûlullah'ın, hislerine mağlûp insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım teorik kurallar öğretmekle görevli olmayıp, O'nun hedefinin, insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kuralları kendi yaşayışıyla Canlı Kur'an olarak izah ve târif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır.

 

5-O vahyi uygulamakla/yaşamakla görevli idi

Buna vahyi yaşamak, hayatlaştırmak görevi de denilebilir.

Peygamberimiz, vahyi önce kendisi uygulamıştır. Allah (cc) ne demişse, neyi emretmişse, neyi yasaklamışsa, önce kendisi uymuş ve ümmetine örnek olmuştur.

وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًاۙ ﴿2﴾

“Rabbinden sana vahyolunana uy. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Ahzab 33/2)

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًاۜ ﴿8﴾

“Rabbinin adını an ve bütün gönlünle O’na yönel.” (Müzemmil 73/8)

Peygamber (sav) vahy’in gereğini yapar. Savsaklamaz, tehir etmez, yanlış

yapmaz, adaletten ayrılmaz, en güzel bir biçimde yapar.

يَٓا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿1﴾ قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿2﴾

Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)!

Gece yarısı, ondan biraz önce ya da sonra (farketmez). (Müzemmil 73/1-2)

Bundan kasdın gece ibadeti olduğunu anlayan Peygamber gecelerin bir kısmını ibadette geçirirdi.

اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنٰى مِنْ ثُلُثَيِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَٓائِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ

“Rabbin senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalk (ıp namaz kıl)dığını; seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor... “ (Müzemmil 73/20)

Peygamber (sav) kendisine indirilen vahiyle, yani ilâhi hükümlerle hüküm verir. Câhillerin ve yoldan çıkmışların ortaya koydukları hükümleri/değerlerin fazla bir önemi yoktur.

وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ عَمَّا جَٓاءَكَ مِنَ الْحَقّۜ... ۙ ﴿48﴾

“(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma...” (Mâide 6/48. Ayrıca bkz. Mâide 6/42, 49)

اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِن۪ينَ خَص۪يمًاۙ ﴿105﴾

“(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisâ 4/105. Bir benzeri: Nisâ 4/58)

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿45﴾...

“... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” (Maide 5/45)

 

5-O Vahyi muhafaza etmekle görevli idi

Bilindiği gibi Peygamberimiz (sav) kendisine gelen vahyi sahabelere öğretiyor, ezberletiyor ve vahy kâtiplerine o günkü kağıt malzemelere yazmalarını emrediyordu.

Böylece vahiy yoluyla gelen Kur’an, tümüyle hafızalarda ezberlendi, yazı ile kayıt altına alındı ve korundu.

 

6-O vahiyle cihad etmekle görevli idi

Hz. Muhammed (sav) bütün bir peygamberlik hayatı bir ‘cihad’ faaliyetidir dense yanlış olmaz. Ancak bu ‘cihad’ bugünkü yaygın –biraz da eksik- anlamıyla fiilî savaş değil.

Daha çok çaba, gayret, yoğun çalışma ve tebliğin araçlarını en güzel bir biçimde kullanma şeklindedir. Zira Cihad ibadetinde, yoğun çaba, çok çalışma ve elinden geleni yapma manası saklıdır.

“İslâm, bir akide ve ahlâk, bir iman ve hayat olduğundan önemli emri terbiye-eğitimdir. Rasûlüllah (sav) daha çok bu iki alanda cihad etti: Davet alanında ve terbiye-eğitim alanında.” (M. Şedid, Rasûlüllah’ın Davet ve Cihadı, s: 64-65)

Hz. Muhammed özellikle Mekke hayatında tebliğin bütün sözlü imkanlarını kullanarak insanları doğru yola davet etti. Onun peygamberlik hayatı baştan başa insanı hayrette bırakacak bir çalışmanın, yoğun bir çabanın, bitmek tükenmek bilmeyen bir azmin, ihlaslı bir kulluğun, örnek bir cehdin (cihadın) sahneleridir.

Bu cehdin Mekke bölümünde sıcak çatışma yoktu. Temamen davet, ikna etme, anlatma, dikkat çekme, ısındırma, delil getirme, örnek verme, uyarı ve müjde gibi tebliğin imkanları vardı. 

Mekke döneminin ortalarına doğru indiği  tahmin edilen Furkan Sûresinde Allah (cc) Hz. Peygamber’e ‘cihad etmesini’ emrediyor:

فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَادًا كَب۪يرًا ﴿52﴾

“Madem öyle, artık sen inkârcılara uyma ve onlarla (vahiy) sayesinde tüm gayretini sarf ederek büyük bir cihada giriş.” (Furkan 25/52)

Buradaki cihad’ın harb/kıtal (sıcak savaş) şeklinde değil, akidevî ve fikrî bir mücahede olacağı açıktır. Zira henüz Mekke dönemidir ve burada savaştan söz etmek mümkün değildir.

O bu cihadını şu emir doğrultusunda ve ilâhi metodla yaptı:

اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿125﴾

“(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)