Necm Sûresi tefsiri etrafında bir online ders

Hüseyin K. Ece

21 Haziran 2020

29 Şevvâl 1441 

Selâm-Dortmund

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ ﴿٣﴾

اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ ﴿٤﴾

 “Kişisel arzularına göre de konuşmamaktadır.” (3)

 “O, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir.” (4)

Muhataplara deniyor ki: Niçin vahyi tebliğ ediyor diye Muhammed’e öfke duyuyorsunuz. O kendi kafasından, çıkarı için, kendi hevâ ve hevesinden bir şey demiyor. Onu Allah (cc) Cebrail’e vahyetti, o da hz. Muhammed’e vahyetti. O vahiyden başka bir şey değildir. 

Peygamber kendisine vahyedilmediği halde, Allah adına bir şeyler uydursaydı... 

"Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık." (Hakka 69/44-46)

Bunu ona Allah emrediyor, o elçilik görevi gereği bunu yapıyor. Onun sizlere ulaştırdığı mesajlar, kendi fikri, hevâsından ortaya attığı şeyler değil, Allah’ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/504. Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/12)

Hz. Muhammed bir beşerdir. Ama Allah (cc) ona vahyetti. Onun hakkında bunun dışında kim ne derse desin, doğru değildir.

Burada iki noktanın altı çiziliyor:

-O, insandır, asla tanrılaştırılmamalı.

-O’nun Allah adına tebliğ ettikleri sıradan bir insan sözü değil, vahiydir. Önem verilmelidir.

Bu âyetlerle ilgili şu soru sorulabilir: hz. Peygamberin bütün sözleri Allah katından mıdır (vahiy midir), (vahy-i gayr-i metluv mudur)? Zira böyle düşünenler olmuş.

Onun sözlerini üç katagoriye ayırmak mümkün:

-Kur’an’ın hepsi vahiy. Bu vahyi tebliğ, beyan konusundaki sözleri de vahye dayalıdır.

-Peygamber, görevi gereği, dini ikâme etmek, uğrunda mücadele etmek üzere emirler vermiş, tavsiyelerde bulunmuş, istişareler yapmıştır. Bazen kendisine; “bu senin görüşün mü, vahiy mi?” diye sorulmuş. Bazen de isabetli olmayan görüşlerini bazen vahiy, bazen kendisi düzeltti. Bunlar vahiy değil. Ama vahyin kontrolü altındadır.

-Peygamberlikle ilgisi olmayan, bir insan olarak sözleri. Bunların dinî boyutu yoktur. Yalnız o bu tür sözlerinden bile haktan ayrılmamıştır. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/13-14)

Abdullah b. Amr’a “Sözlerimi yazabilirsin, Allah’a yemin ederim ağzımdan haktan başka bir şey çıkmaz” dediği rivâyetini S. Ateş imkansız ve tuhaf buluyor. Zira Abdullah b. Amr o zaman çocuktu. Peygamberin sözlerini yazacak ve bunu düşünecek yaşta değildi.

Peygamberin her sözünün vahiy olduğunu iddia etmek ifrattır. Söz gelimi “yatağımı serin yatacağım”, "bana çarşıdan bir gömlek alın" demiş olsaydı bu vahiy mi olacaktı?

“Deki ben de sizin gibi bir beşerim, ancak bana vahyediliyor.” (Kehf 18/110) âyeti işin doğrusunu söylüyor. 

Onun her sözü vahiy olsaydı, her inen vahyi Peygamber vahiy kâtiplerine yazdırdığı gibi, onları da yazdırmaz mıydı? O sözlerini (hadislerini)  yazdırmadığı için 'vahyi gizledi mi' diyeceğiz? -Haşa- O vahyi gizlese idi şu âyetin muhatabı olurdu:

"Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun..." (Mâide 5/67) Yani peygamberlik görevini yapmamış olursun.

Tam tersine onun “benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayın” dediği sâbit. (Müslim, Zühd/16(72) no: 7510. Darimî, Mukaddime/42. Ahmed b. Hanbel 3/12, 21, 29) 

Onun şakalarını bile vahiy sayma eğilimince olanlar, buna destek bulmak için bazı âyetleri te’vil ettiler, her sözünün vahiy olduğunu söyleyen hadis buldular, ya da ustalıkla uydurdular.

Burada onun her sözünün vahiy olduğuna dair bir delil yok. Cebrail’in getirdiklerinin vahiy olduğu, Onun Allah adına kendi kafasından bir şey demeğini söyleniyor.

“De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet 41/6)

“De ki: “Ben türedi bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

“De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’am 6/50)

Senedi sağlam ve Kur’an’a uygun hadis rivayetleri Kur’an’ın tefsiridir ve uygulamasıdır. Müslümanları bağlar. Zira Allah (cc); “... Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir” (Haşr 59/7) buyuruyor.

Peygamber gerek âyetlerle, gerek kendisindeki peygamberlik yeteneği olarak (ya da Allah’tan) ilham olarak emrettiği şeyler dindendir. Bunlara uymak mü’minlerin görevidir. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 9/101-102)

Bu âyetlerin asıl konusu onun peygamberliğini inkâr edip, ona şair, kâhin, Kur’an’ı kendisi uydurdu diyenlere reddiyedir.  

 

عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ ﴿٥﴾

“Onu, çok güçlü, üstün niteliklerle donatılmış biri öğretti.” (5)

Kuvâ, kuvvetin çoğuludur.

Her ne kadar bazıları bu güç sahibinin Allah olduğu görüşünde olsalar da çoğunluğa göre burada kasdedilen çok güçlü Cebrail’dir. Nitekim Tekvîr Sûresinde “O (Kur'an), şüphesiz değerli, güçlü ve Arş'ın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail'in) getirdiği sözdür” buyuruluyor. (Tekvîr 81/19-20)

O zamiri, vahyedilen sözdür, öğreten de Cebrail’dir.

Burada Cebrail’in Peygamber’e göre faziletini tartışmak yersizdir. Sonuçta o da bir elçi idi ve vahyi beşer olan elçiye ulaştırmakla/öğretmekle görevli idi.

ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ ﴿٦﴾

وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ ﴿٧﴾

ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail),

O, ufkun en yüce noktasındayken asıl şekliyle göründü.(6-7)

ذُو مِرَّةٍۜ   konusunda farklı görüşler var. Çok güçlü biri (zira mirra, kuvvetli demektir), güzel ve şahâne yaratılışlı, görüntüsü güzel, hikmet sahibi olan. 

Sözlükte; akıl sahibi, akıl ve beden bakımından kemâle ermiş kimse anlamına da gelir. Tefsircilere göre bu da Cebrail’dir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/505)

Bu da Tekvir 81/19-20deki gibi  Cebrail’i anlatıyor. “nezele bihi’r-rûhu’l-emîn-Onu güvenilir bir Ruh indirdi.” (Şuarâ 26/193)

Kul nezzelehû rûhu’l-kudusi min rabbike bi’l-hakk... -De ki Onu Ruhu’l-Kudüs Rabbinden hak olarak indirdi...” (Nahl 16/1012)

“De ki: Kim Cebrail’e düşman olursa o Allah’ın izniyle Kur’an’ın senin kalbine indirendir...” (Bakara 2/97)

فَاسْتَوٰىۙ   Doğruldu, göründü, yüksek ufukta iken. Bazılarına göre bu fiili Cebrail’in yaratılışının tesviye edilmiş, düzgün olduğunu, ya da Peygamberin bulunduğu yere nisbetle dik durmasını

veya onun kendi aslî sûretiyle görünmesini anlatır.

O, yüksek bir ufukta idi. Ufuk güneşin doğduğu ve aydınlığının yayıldığı yer. Aynı ifade Tekvîr 81/23de “ufuku'l-mübin-apaçık ufuk” şeklinde geçiyor. Cebrail önce en yüksek ufukta göründü, dimdik şekilde, sonra vahyetmek üzere Peygamber’e yaklaştı.

Ufuk, sözlükte kıyı, kenar demektir. Özelliklikle göğün kıyı ve eteklerine denir. O gündüzün doğduğu yerdir (meşrıktır).

O zamiri Cebrail’i işaret ediyor.

Abdullah b. Mes’ud şöyle demiş: “Peygamber (sav) Cebrail’i kendi sûretinde gördü. Altıyüz kanadı vardı. Kanatlarının her biri ufku tutmuştu...” (Ahmed b. Hanbel, 1/395. Bir benzeri; Buhârî, B. Halk/7 no: 3232, Tefsir/54 no: 4856-4857. Müslim, İman/76(280-282) no: 432-434)

Necm 54/13 ile ilgili Ebu Hureyre’den bir rivâyet Peygamberin Cebrail’i gördüğü şeklinde. (Müslim, İman/76(283) no: 435)

Buhârî’de geçen bir rivâyete göre hz. Peygamber Cebrail’i aslî sûretiyle iki defa gördü. (Buhârî, Tefsir 54/1 no: 4855)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ﴿٨﴾ 

فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ ﴿٩﴾

“Sonra yaklaştıkça yaklaştı. (8)

Öyle ki, iki yay kadar hatta daha yakın oldu.” (9)

‘Denâ’, yaklaşmak demektir.

‘Tedallâ’; bir şeyin yukarıdan aşağıya sarkması, inmesi anlamındadır. 

‘ye’ ile yaklaşmak, tevazu göstermek manasından.

‘vav’ ile gelirse, kovanın sarkıtılması anlamında kullanılır.

Cebrail, yüce ufukta istiva ettikten sonra yaklaştı, hızlıca Peygamber’e doğru yaklaştı demek olur. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, 7/293)

Burada Cebrail’in ilk vahyi getirmesi, o anda Peygamberin çok yakınına kadar inmesi anlatılıyor. Burada manada takdim te’hir var.

‘Kavs’ yay, ‘kaab’ da yayın kirişinin bağlandığı iki köşe arasıdır. Bunun ölçü olarak alınan yay olması muhtemel.

Bu iki şeyin birbirine yakın olduğunu anlatan bir deyimdir. Burada fâil Cebrail’dir.

Cebrail Peygamber’e yaklaştı da (iki dirsek boyu) Allah’tan aldığı vahyi ona bildirdi. Genel kanaat böyle. Peygamber onu kendi sûretinde gördü. Hem de altıyüz kanatlı olarak (İbni Mes’ud’tan gelen rivâyet. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/507-508)

İkinci mana; Bazılarına göre bu vahiy mi’racta oldu.  Allahın has kulu istiva ettikten sonra, Rabbine çok yaklaştı, bütün vasıtalar kaldırıldı ve Allah ona doğrudan vahyetti. Elmalılı bu görüşü tercih ettiğini söylüyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, 7/295)

Bazılarına göre bu yaklaşma Rabbinin Peygamber’e yakın olmasıdır, bu da  İsrâ gecesinde 7. gökte gerçekleşti. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/289. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/505)

Buna göre ağıda gelecek sidretu’l-müntehâ, cennetü’l-me’vâ’da miraçta gerçekleşti.

Necm Sûresinin baş tarafı Rasûlüllah'ın mi'racından değil, ilk vahyi nasıl aldığından bahsediyor. Tefsir otoriteleri bu sûrenin peygamberliğin 3. veya 4. yıllarında, İhlas Sûresinden sonra Abese Sûresinden önce indiğini söylüyorlar. İniş sırasına göre de 23. sûredir. Genel kanaate göre İsrâ ve Mi'rac Hicretten birbuçuk yıl önce, peygamberliğin 11. yılında, Ebû Talib ve Hatice annemizin vefatın sonra gerçekleşti. Henüz gerçekleşmeyen İsrâ ve Mi'rac mucizesini 8 yıl önce inen sûrenin, olmuş gibi anlatması tabii olarak söz konusu olmaz.

 

فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ ﴿١٠﴾

“Böylece O Allah’ın kendisine vahyettiğini Allah’ın kuluna vahyini iletti.” (10)

اَوْحٰٓى vahyetti, iletti, bildirdi. Fâil kim?

Bu iki şekilde anlaşılmış: Birincisi; Cebrail Allah’ın kuluna vahyettiğini vahyetti veya O Allah kendi kuluna dilediğini vahyetti.

İkincisi; Allah Cebrail aracılığı ile kuluna vahyetti. Ancak 1. anlam daha isabetli görünüyor. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/17) Yani buradaki zamirler hep Cebrail’i gösteriyor.

مَا كَذَبَ الْفُؤٰادُ مَا رَاٰى﴿١١﴾ 

“Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.” (11)

Yani Peygamberin kalbi gözüyle gördüğünü Rabbinin emrini yalanmadı. Cebrail’i gündüz gözüyle, yakınında, bir rivâyete göre aslî yaratılışı ile gördüğü için kalbi onu tasdik etti ve hayâl görmediğinden emin oldu.

اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى ﴿١٢﴾

“Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” (12)

 

وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ ﴿١٣﴾

عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى﴿١٤﴾

“Andolsun ki onu (meleği) iniş esnasında en sondaki (uzaktaki) sidre ağacının yanında bir daha gördü” (13-14)

Bu, hz. Peygamber’in Cebrail ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret ediliyor. Bu görüşmenin yeri sidretü’l-müntehâ’dır. Onun yanında cennetü’l-me’va olduğu haber veriliyor.

‘sidretü’l-münteha’¸sıra ağaçların en sonuncusuna işaret eder. Ama mahiyetini bilmek mümkün değil. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/17)

Kimileri bunu güzel bir bahçenin yanındaki ağaçların sonuncusu diye anlarlar.

عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ ﴿١٥﴾

“Ki cennetü’l-me’va onun yanındadır.” (15)

‘cennetü’l-me’va’; sözlükte barınılacak güzel yer (bahçe) demektir. Kimilerine göre burası bilinen Cennettir. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/17)

“Şehitler diri olarak oraya sığınmışlardı ve orada rızıklanırlar. Müntehâ olarak isimlendirildi. Zira mahlûkun bilgisi bu noktadan ileriye geçemez. Onun arkasında ne olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Sidre Cennette bir ağaçtır. O ağacın her biri yaprağı ümmetleri gölgeler. Her bir yaprağında bir melek Allah’ı zikreder. O yapraklardan bir tanesi yeryüzüne düşse bütün yer ehlini nûr ile aydınlatırdı. Çeşitli renklerde meyveler ve süsler taşırlar. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/290)

Bu Mukâtil’e ait bir yorumdur. Bunun böyle olduğunu isbat etme imkanımız yok.