Sebebi ne olursa olsun, peygamber torununu ve ailenin bütün ereklerini öldürmek az bir cinayet değildi. Kelimenin tam anlamıyla katliamdı. Zira bütün bir aile ve onlarla birlikte olanlar yok edildi. Hem de peygamber soyundan gelen bir aile.

Acı, hazin, yürek yakan, hatırlayınca yüreğe ok gibi saplanan, hüzünlendiren, ağlatan; adete yas tutmaya yol açan bir cinayet. Yüreği, merhameti olan herkes o katillere; “nasıl kıydınız o masumlara?” dedirdetecek bir olay.

Ne adına? Niçin? Bir suç karşılığı mı? Bir yargılama sonrası mı?

Hayır.  Hiç biri değil. İktidar hırsı. Hepsi bu. Haksızlıkla ele geçirilen iktidarın elden çıkma korkusu.

Kerbelâ, iktidar hırsının insana neler yaptırabileceğinin açık göstergesi.

Kerbelâ, insanın ne kadar vahşileşebileceğinin açık isbatı.

Kerbelâ, ölçünün hakkaniyet ve vahiy olmamasının nelere yol açacağının açık uygulaması.

Kerbelâ, küçük ve adi dünyalıklar uğruna insanın ne kadar küçülebileceğinin aynası.

Hz. Hüseyin’e kıymak; onun dostlarına el uzatmak; yok yok, normal bir aklın, hele selim bir aklın işi  olamaz. O bir akıl tutuması. Ya da ondan öte bir şey. Baştaki adam Kerbela’daki komutan ve askerlere ne vadetmişti? Vadedilen şey, Allah’ın vadettiğinden daha mı büyüktü? Daha mı değerli idi? Ya da “işini yapmazsanız, ben yapacağımı bilirim” demesi, Allah’ın vadettiği cezadan daha mı korkunçtu? O nasıl bir hipnoz idi ki, Peygamberin ciğer paresini iktidardakilerin çıkarı için yere serdiler? O nasıl bir ikna etme gücü idi ki, Peygamberin öpmeye kıyamadığı başı çölün kumlarına düşürdü? Yezid bu cellatlarına ne içirip, ne yedirmişti ki gözlerini kırpmadan, bu elim cinayeti işlemeye koşmuşlardı?

Kerbelâ olayının sebepleri, sonuçları ve bu konuda tarihten beri yazılıp söylenen çok şeyden söz edilebilir.

Konumuz bu değil. Ama ben Kerbelâ olayı sebebiyle yapılan anma merasimlerinin bir boyutuna temas etmek istiyorum.

Doğru Kerbela hazin bir olay. Hz. Hüseyin’in şehid edilmesi büyük bir hata. İslam tarihinde kara bir leke. Faillerinin belki de kıyamete kadar lanetleneceği bir cinayet.

O zaman soru şu? Bu olayı nasıl değerlendirelim? Hz. Hüseyin’ini nasıl analım? Hz. Hüseyin’in mücadelesi, cihadı, direnişi, haksızlık ve İslâm dışı uygulamalar karşısındaki tavrı, takvası, güzel ahlakı, Peygamberden naklettiği din anlayışı ve tertemiz hayatı ile mi gündeme gelmeli, yoksa yas ile mi, yas adı altında yapılan acaip uygulamalar ile mi?

Mesela, çeşitli İslâm ülkelerinde insanlar siyah elbiseler içerinde, başlarına “ya Hüseyin” yazılı bantlarla sıra sıra diziliyorlar. Bazıları da göbeklerinden yukarısı çıplak bir şekilde. Bazı gruplar yürüyerek, bazıları bulundukları yerde, ellerinde demir zincirlerle sırtlarına ilahiler söyleyerek vuruyorlar. Öyleki bir müddet sonra sırtları kanamaya başlıyor.

Ve buna hz. Hüseyin’in acısına ortak olmak, onun yaşadıklarını hissedebilmek diyorlar.

Kimileri zincir yerine kumaş veya buna benzer bir şeyden yapılmış küçük kamçılarlar ya tek olarak, iki elde iki tane ile omuzlarından aşağı sembolik olarak sırtlarına vuruyorlar.

Bazıları ise bu yas seansına ellerini kafalarına ve göğüslerine vurarak katılıyorlar.

Bazı yörelerde ise kafaya vurma işini kılıçla veya bıçakla yapıyorlar. Taki kafaları kanayıncaya kadar.

Geçmişte bazı alimlerin bu kanlı yas törenlerinin caiz olmadığını söylediğini duysak da  uygulama devam ediyor. Muharrem günlerinde, bazı yörelerde, bazı meydanlarda kanlı manzaralar maalesef görülüor.

Nedir bu Allah aşkına?

Bunun neresi hz. Hüseyin’i anmak? Bunun neresi hz. Hüseyin’in davasına ortak olmak ve örnek almak? İnsanın kendisine bu şekilde eziyet etmesinin hz. Hüseyin’in şehâdeti ile ne alakası var?  

Hz. Hüseyin bugün yaşasa kendisiyle ilgili yapılan bu gösterilere ne derdi acaba? Hz. Peygamber diri olsaydı, sevgili torunu hakkında geliştirilen bu geleneğe, bu adetlere acaba nasıl bir tepki verirdi?

Görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla bu seanslara katılanların bir kısmı diğerinden daha fazla kendine eziyet etme yarışı yapıyor. Bakalım kim daha çok kendini dövecek, kimden daha fazla kan akacak diye?

Bu biraz da diğer bazı müslümanların zikir adı altında yaptıkları çılgınlıklara benziyor.

İslâm aleminin farklı yörelerinde bazı gruplar mescitlerde veya belli yerlerde kendilerine göre zikir meclisleri düzenliyorlar. Bu seanslarda yapılan çılgınlıkların, ayılıp bayılmaların, hoplayıp zıplamaların, kafa ve beden sallamaların,  haddi hesabı yok. O nasıl kafa sallama, sanki yerinden çıkacak? O nasıl eğilip bükülme, bel kopacak gibi. Şeyhin kendisine dokunmasıyla çıldıranlar, titreyenler, spora benzer çeşitli hareketler, kendilerini yerden yere vurmalar. Toplu hoplamalar, toplu yürüyüşler, kolkola toplu yatıp kalkmalar...

Burada da bir yarış görmek mümkün. Kafa sallama da, hoplayıp zıplama da, kendini yerden yere atmalar da “ben seni geçerim, ben senden daha iyi cezbeye gelirim” yarışı gibi.

Kerbelâ törenlerindeki kendine eziyet etme geleneği ile bazılarının zikir zannıyla yaptıkları çılgınlıkların arasında temelde bir fark yok.

Sormak gerekir: Bütün bunlar ne? İbadet mi? Bazı mezhep ve grupların alamet-i farikası mı? Spor mu? Folklor mu? Altarnatif aktif olma proğramları mı?

Böyle yas törenleri düzenlemek, zikir ibadetini böyle törenlerle yapmak kimin emri? Nereden geliyor? Farz mı, sünnet mi? Bunların dinde bir yeri var mı?

Bildiğimiz kadar Peygamber ve onu takip eden selef-i sâlihin böyle yapmadılar. Onların hayatında ne böyle bir yas töreni, ne böyle zikir anlayışı vardı. Onlar İslâmı Kur’an’da emredildiği, Peygamberin öğrettiği gibi anlayıp uygulamışlardı.

Sonuçta diyeceğimiz şu:

Hz. Hüseyin bundan farklı anılmalı, günümüze usûlünce taşınmalı. Zikir ibadeti de Hz. Peygamberin yaptığı ve öğrettiği gibi yapılmalı.

 

Hüseyin K. Ece

03.10.2017

Zaandam