Necmeddin Cengiz Amca anlatmıştı:

"1982 yılında evden bir telgraf aldım. O zaman evimi ve çocuklarımı henüz Hollanda’ya getirmemştim. Telgrafta annemin ağır hasta olduğunu  ve hemen gelirsem iyi olacağını söylüyorlardı.

 

Bunun üzerine gitmeye kalktım ama, şimdiki gibi bol uçak yok. Hafta bir veya iki. Sordum soruşturdum, en erken Düsseldorf’tan uçabileceğimi söylediler. Hemen Düsseldorf’a trenle gittim ve oradan Ankara uçağına yetiştim.

Yolculuk devam ederken yanımda oturan ve Düsseldorf’ta işçi olarak çalışan bir arkadasşla tanıştım. Gümüşhaneli imiş ve yaklaşık yirmi yıldır Almanya’da çalışıyormuş.

Oradan buradan sohbet ederken başından geçen bir olayı anlattı. Dedi ki: “Ben altmışlı yılların başında delikanlı iken, köylülerimizle Ankara’ya gelir, bir kaç ay kalır, üç-beş kuruş kazanır köye dönerdik. İşte onunla ailecek idare etmeye çalışırdık. Ankara’ya geldiğimiz zaman ne yatak, ne ev, ne de doğru dürüst kalacak bir yerimiz yoktu.

Ankara’da At Pazarı denilen yerde, gâh açıkta, gâh duvar diplerinde, gâh oraya bırakılan arabaların altında, yakınlarında, yorgan saydığımız mitillerimize sarınır yatardık. Alıştığımız için, böyle olması pek de umurumuzda değildi. Gündüz çalışır, gece gelir o mitillerin altında uyur, sabah yine işe giderdik.

İşte bu şekilde çalışıp giderken, farkında olmadan güz mevsimi gelmiş ve soüuklar yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştı.

Bir gece aniden soğuk yaptı. O sabah kalkında ağzımın bir tarafa yamulduğunu farkettim. Hay Allah, bu da neyin nesi. Çenem bir tarafa dönmüş, yerine gelmiyor bir türlü. Doğru dürüst konuşamıyordum. Gören arkadaşlar da şaşırıp kaldılar bu duruma. Yapacakları bir şay yoktu zaten ‘cık cık’ ve 'geçmiş olsun’ demekten başka.

Arkadaşlar arasında Çorumlular da vardı. Beraber yatar kalkar, beraber çalışmaya giderdik. Aramız çok iyiydi. Arada bir şaka yapardık. Ben onlara kızılbaş diye takılır, onlarla ilgili gülünç şeyler söyler, dedelerin aleyhinde konuşur dururdum. Onlar da bunu tahammülle karşılar, şaka ile karşılık verirlerdi. İçlerinden biriyle daha fazla senli-benli idik. O da bana yezit diye takılırdı. Birlikte gülerdik.

Ağzımın bir tarafa eğildiğini açık hava otelinde geceleyen ve uykudan uyanan herkes duydu. Tabi o samimi olduğum Çorumlu arkdaş da duydu. Geldi baktı ve bunun soğuktan olabileceğini söyledikten sonra şunu ekledi:

“Ulan yezit, yine elime düştün. Arada bir yezitlik yapıyorsun ama hadi ben yine de sana bir iyilik edeyim. Bak, bizim Sungurlu ‘da falanca dede vardır. Eğer onun yanına gidersen, iyi olabilirsin.”

Ben de sevinerek, “Tabii ki giderim. Yeter ki ağzım düzelsin. Nasıl giderim, nerede, hangi köyde, ne yapmama lazım” diye sordum.

Dedi ki, bak dediklerimi aynen yapacaksın. Sungurlu’ya varmadan Ankara yolunda falanca Karakolda ineceksin ve falanca köy nerde diye soracaksın. Köye vardığın zaman o dedenin evini kime sorsan gösterirler. Dedenin evini bulunca, eve varacaksın. Ama hiç bir şey demeyeceksin. Dede seni görünce zaten durumu anlar ve seni ‘terlikle tedavi’ eder. Üçgünden fazla kalmayacaksın, daha önce senden başka hasta gelirse de hemen oradan ayrılacaksın. Tamam mı?” “Tamam, başüstüne de terlikle tedavi neyin nesi? Dedim. “Fazla soru sorma da bir an önce yola çık, yezitlik yapma’ dedi.

Ben de hemen uygun bir vasıta bulup o denilen karakolda indim. Köyü sordum, zaten yakınmış ve yürüme köye vardım. Dedenin evini sordum hemen gösterdiler. Dedenin evine vardım, dede kapının önünde idi.

Selam verdim, selamımı aldı ve bir şey demeden yüzüme baktı. Niçin geldiğimi söylememe gerek yoktu.

Beni bir odaya götürdü ve bir minderin üzerine oturttu. Sonra odanın bir köşesinden çıkardığı terliğe benzer bir şeyi aldı getirdi. Bir şeyler mırıldanarak o terliği sağlı ve sollu olarak yüzümde bir kaç gezdirdi.

İçimde bir şüphe vardı ama, Çorumlu arkadaşın beni buraya boşu boşuna göndermeyeceğini biliyordum. Arkadaşım farklı inanıyordu ama mert adamdı. İnsanların umutlarıyla oynamazdı. 

Bu şekilde orada iki gün kaldım. Günde bir kaç defa  aynı şekilde tedavi etti. Tedavi etti diyorum, yani o terliğe benzer şeyi yüzümde, çenemin altında gezdirdi. Üçüncü günün sabahı bir de baktım çenem biraz düzelmeye başladı. O sabah da tedavi oldum.

Aynı gün dedeye teşekkür ederek oradan ayrıldım. İnanın öyle bir hava vardı ki para teklif etmeye cesaret bile edemedim. Ardaşım zaten para almaz diye söylemişti.

Dönüp Ankara’ya geldim.

Ertesi güne kadar çenem düzeldi ve arkadaşların yanına düzgün bir çene ile, yani eski halimle vardım. Başımdan geçenleri anlattım, herkes hayretler içinde kaldı.

Bizim Çorumlu ise ötede, kısı kıs gülüp; ‘seni gidi yezit seni’ deyip duruyordu.

O zamandan beri onlar hakkında kötü düşünmedim, hele hele asla dedelerin  aleyhinde konuşmadım. 

14/2/2002

Zaandam