Hasan henüz dönmedi. Islanabilir. Şemsiyeyi yanına almamıştı.

Bu günlerde hava birden değişiyor. Hazırlıksız oluyorsunuz ve bazen yağmura yakalanıyorsunuz.

Tek tük arabalar geçiyor yoldan. Islak yolda arabaların izleri belli oluyor, sonra tekrar yağmur suyuyla kapanıyorlar.

Karşı balkondaki çiçekler de ıslanıyor. Yaprakları aşağıya doğru eğilmiş, yağmura teslim olmuşlar.

Bir komşu telde çamaşırları unutmuş. Belki de şu an evde yoklar. Acaba karı-koca çalışıyorlar mı? Eğer bundan dolayı evde değillerse, şimdi akılları çamasırlara takılmıştır. 

Bu sokak fazla kalabalık değil. Orta halli insanlar oturur burada. Genelde taşradan gelenler. Ama şu eski ve görkemli evin sahibi çoktandır burada. Dedesi eski paşalardanmış. Bir savaşta kolundan yaralanmış. Soyadı kanunu çıktığı zaman Gazioğlu soyadını bu yüzden almışlar. Ailenin hepsi de okumuş kimseler. Hepsi de okumuşlarla evlenmişler. Bazıları görev gereği yurdun her tarafını gezmişler. Bazıları deniz kenarında yeni evler satın almışlar. Bu ev artık aileye dar geliyormuş. Ancak mahalle ile, ya da burada oturanlarla fazla ilişkileri yoktur. Yüksek derecede yaşadıklarını iddia ediyorlarmış. Ayrı bir dünyaları varmış. Bazılarına göre entel takılıyorlarmış.

Komşuları böyle tanıtıyorlar onları.

Hasan henüz dönmedi. Belki çayevine uğramıştır. Arkadaşlar oradadır.

İsli köşeler, eski masalar, avcı ve manzara resimleri, pirinç kül tabakları, muşamba döşemeler, paşabahçe çay bardakları, melamin çay tabakları, kenarları siyah çaydanklıklar, ağır semaver ve yaşlı kahveci Hüsnü Efendi ile, tipik bir orta sınıf çayevi.

Hüsnü Efendi hep gözlüğünün üzerinden bakar. İlk bakışı dikkatli ve titizdir. Süzerek bakar, tanımaya, anlamaya çalışır. Bakışları tedirginlik vermeyecek kadar derin ve sevimlidir. Tanığına emin olunca biraz gülümser. Gülümseyince de bıyıkları geriye doğru yayılır, yanakları çukurlaşır, yüzünde bir sıcaklık meydana gelir. Gözleriyle ‘anlaştık’ der gibi olur. Çayları kendisi getirir masanın üzerine bırakır, hemen ocağın başına döner. Havlusu her zaman omuzundadır. Boş kaldıkça, ya da çayları bırakırken masaları ve tezgâhı siler, etrafın tozunu alır.

Hüsnü Efendinin çayevi aslında öğrencilerin yeri değildir. Daha çok yaşlıların, emeklilerin, bir de iş için buralara gelen taşralıların uğrak yeridir. Biri diğerini burada arar. Sözleşenler bazen burada buluşur, gidecekleri yere buradan giderler. İnsanlar burada birbirlerine selâm verirler. ‘Buyur efendi, gel otur, bir çayımı iç diye’ burada iltifat ederler. Davet ettiği kimse oturunca da ‘bak Hüsnü Efendi, misafirimiz ne alır?' der, sonra da hal ve hatır sorarlar. Birbirlerine yakından bakarlar. Tanışmışlığın verdiği rahatlıkla uzun uzun sohbet ederler.

Bu dost ortamında oturmalar pek de uzun sürer. Hüsnü Efendi hemen hemen hepsini tanır buraya gelenlerin. Hepsinin öyküsünü bir kaç defa dinlemiştir kendi ağızlarından. Bu kente ne zaman geldiler, nerelerde çalıştılar, ne zaman emekli oldular, emekli ikramiyesiyle neler yaptılar, kaç cocukları vardır, çocukları ne iş yapmaktadır... Hepsini bilir. Kim kimden şikayetci, kim kimden yana, kim kimin aleyhinde, kim nasıl bir dümenin peşinde, kim kimin dedikodusunu yapıyor; hepsini duymuştur.

Ancak Hüsnü Efendi hiç birisini başkasına anlatmamıştır. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamıştır. Buna ihtiyaç duymamıştır. Oldum olası çok konuşmayı ve dedikoduyu sevmez. Çoğu zaman gözleriyle konuşur. Bu da ona yeterlidir. Duyduklarının üstüne varmaz, her şeyin aslını öğrenmeye uğraşmaz.

Öğrencilere karşı daha bir sıcaktır. Onlara karşı daha fazla yakınlık duyar, onlara tatlı tatlı gülümser. Çaylarını erken ve iyi tarafından getirir. Öğrencilerin onun yanında ayrı bir yeri vardır.

Hüsnü Efendinin son aylarda öğrenci müşterileri çoğalmaktadır.

Boşlukta kalanlar gidecek yer ararlar.

Sevgilerin naylonlaştığı bir ortamda yalnızlık elbette koşa koşa gelecektir.

Her şeyin iğreti ve yapmacık olduğu günlerin yorgunluğu nasıl unutulur? 

Çıkmaz sokaklar, cevapsız sorular, bunalımlar, geleceğe ilişkin hesaplar, tutmayan plânlar sürüp giderken; bir samimi bakışa, bir içten merhabaya can bayılır.

Dersler, sınavlar, ödevler, geziler, arkadaşlar, eğlence yerleri... ve arkasından yorgunluklar.

Doyumsuzluğun neresinden bakarsanız bakın, işte sıkıntı getiriyor.

Bu kadar insan yalanların, hayallerin, aldatıcı zevklerin ve sloganların peşine gidecek değil ya?

Bu kadar genci düşünmekten, hesap yapmaktan, eleştirmekten, sorgulamaktan yoksun bırakamazsınız ki.

Bu kadar haraketli kitleyi bir kaç satır arasına, sınav bolluğuna, sayfalar dolusu geveziliklere, yazılı ve görüntülü aldatmacılara hapsedemezsiniz ki.

İşte şevredeki sorumsuz gidişten yorulanlar, düşünenlerin, kişilik sahibi olmak isteyenlerin, uydum kalabalığı demeyenlerin zaman zaman uğradıkları yer Hüsnü Efendinin çayevi.

Yağmur biraz keser gibi oldu. Çiseye dönüştü. Çocukların oynadığı boş arsa çamurlaştı. Bir çocuk koşarak arsadan karşıya geçiyor. Kaldırımlardan tek tük geçenler var.

Bu çevrede büyük apartman sayısı fazla değil. (Ama yapılmayacığını kim garanti edebilir? Hatta yakında oraya da bir apartman yapılacağı söyleniyor.) Onlar diğer semtlerde. Başları dik, gururlu, biraz da tepeden bakar gibi dururlar.

Sokaklardan taşıtlar ve insanlar geçer. Okul öğrencileri ellerinde çantalar, okul bitiminde veya öğle paydosunda caddeye doğru koşarlar. İleride sık sık karşılaşacakları darmadağınık bir koşunun başlangıcıdır bu.

Kimileri güneşli havalarda balkonlarda oturur. Gazete okuyanları ve çayını yudumlayanları görürsünüz. Öbür taraftaki balkonlu ile selâmlaşırlar. Birbirlerinin duygularına yakın hissederler kendilerini. Aynı havayı soluduklarını düşünürler. Kavuştukları yüksekliğe beraber tırmandıklarını duyurur gibiler.

Alt kattaki daire satılıktır. (Pencereye yapıştırılan bir duyurudan bu anlaşılmaktadır.) Emlâkcıya vermemiş evsahibi . Buna gerek görmemiş. Tek elden satışın alıcının da lehine olduğunu düşünmüş. Kendisi anlatmalıymış evin özelliklerini alıcıya. Bu pahalılıktan, çantasını dolduramamaktan,  en önemli ihtiyaçlarını bile karşılayamamaktan şikayet ediliyormuş ama, ev sahabi olmak isteyenler hiç bir zaman azalmazmış.

Hava durmadan değişiyor. Güvenemiyorsunuz, sıcak mı olacak, soğuk mu? Yağışlı mı, güneşli mi?

Piyasa da değişiyor. Adamlar fiyat değiştirmekten yoruldular. Bugün düne uymuyor. Her yeni gün yeni bir değişikliğe gebe gibi. Kabuk değiştiği gibi öz de değişiyor.

Dalgalanmalar sadece fiyatlarda, arzularda, ve hedeflerde değil; her şeyde. Her yerde bir değişim yaşanıyor. Sürüp gidiyor bu. Hava mı insanlara uydu, insanlar mı havanın değişkenliğine uydu, belli değil?

Hüsnü Efendi öğrencileri seviyor. Ders üzerine mi konuşuyorlar; hemen kulak kabartır. Edebiyat ve sanattan mı söz açıldı; hemen ilgilenir. Son durumlar hakkında mı konuşuyorlar; duymak ister. Normalde günlük konularda bile görüşünü söylemeyen, konuşmayı sevmeyen, gereksiz konulara kulak kabartmayan Hüsnü Efendi’nin kendilerine katılması öğrencileri şaşırtıyor. Kendilerini dinleyen böyle birisinin bulunduğuna seviniyorlar. Halktan birinin ciddi bir konuya ilgi göstermesi onlara başka bir memnunluk veriyor.

Günlük konuları konuşmak herkes için kolaydır. Sonunda sohbet bir kaç konu etrafında toplanır: Pahalılık, siyasi gelişmeler, toplumsal sorunlar, partilerin kavgası, spor olayları... v.b. ... 

Hasan böyle konuları konuşmaktan hoşlanmıyor. Konuşula konuşula bitmeyen, hiç bir yararı olmayan, kişiyi düşünmekten ve asıl yapması gereken işleri yapmaktan alıkoyan bu konuşmalar bıkkınlık veriyordu. Bununla insanlar belki bir  doyuma ulaşıyorlar. Halk arasında nice yıllardan beri bu konular konuşuluyor. Ne oldu? Değişen bir şey var mı?

Hasan bazen konuyu değiştirmek isterdi. Sorular sorar, dikkat çekecek bir konu atardı ortaya. O zaman Hüsnü Efendi onun yüzüne tuhaf tuhaf bakardı. Dikkatleri hayatın anlamını düşünmeye ve değer yargılarını eleştiriye çevirmek, veya çoğunluğun âdet haline getirdiği tutumlara yabancı kalmak... Bu, dikkat çekici bir şey. Bu yol yordam bilenlerin işi. Bu, düşünenlerin, okuyanların, aklı başındaki kişilerin işi.

Hasan bunu nasıl beceriyordu?

 

                                   XXX

 

Azmi pencereden dışarıyı seyrediyor ve düşünüyor.

Fahriye bu kez mektup yazacak mı acaba?

Öyle ya, onu çevresinden uzaklaştıran nedeni sorup durmuştu. Ama kendisini tatmin edecek açıklayıcı bir cevap alamamıştı. (Fahriye, Hasan'ın kendi çevresinden, dünyasından, ilgisinden temamen uzaklaştığını sanıyor.)

Hasan her zamanki gibi kesin bir karşılık vermekten kaçındı. Belki de vermişti de Fahriye bunu bir türlü kesin cevap olarak algılamak istemiyordu.

Hasan son aylarda iyice başkalaşmıştı Fahriye'ye göre. Görüşmek istemiyor. Derslere geç geliyor ve genellikle erkenden çıkıp gidiyor. Arada bir rastgele karşılaşmalar ve zoraki bir merhaba. Hepsi o kadar.

Fahriye onun bu düşünceli halini sıkıcı buluyordu. Bu kadarı olmamalıydı. Kişinin sorunu olması, bu sorunun etrafında düşünmesi, onunla canının sıkılması gayet normaldi. Ama ondaki durum doğallığı aşıyor, bir soruna sahip olmaktan çıkıp bunalım işaretleri veriyor. İnsanı yoruyor, bitkinleştiriyor, onunla ilgili umutları zayıflatıyor.

Fahriye, Hasan'ın okuduğu bütün kitapları bir gün bir araya toplayıp gömmek, ortadan kaldırmak, yasaklattırmak istiyor. Yahutta onun kitapla ilgisini tümüyle kesebilmeyi arzu ediyor.

Öyle ya, onun bu hale gelmesinin sebebi belki de kitaplardı. Bazen de ‘kitaplara fazla mı haksızlık ediyorum?

Hasan'ın böyle olmasının sebebi gerçekten kitaplar mıydı?’ diyordu arkadaşlarına.

Halbuki o tanıdığından beri Hasan kitaplarla arkadaştı.

‘Elindeki bütün kitapları alsak, onunla kitaplar arasına engeller koysak, okumasına fırsat vermesek, onun kafasının içini değiştirmek mümkün olabilir miydi?’

Fahriye bir çözüm yolu bulmak istiyordu. Bütün dikkatine rağmen her şeyin karşılıksız kalması, her çabanın boşa gitmesi, her arzunun lâmba gibi sönmesi kişiyi karamsarlığa sürükler. İşin bu noktaya gelmesi artık onun gücünü aşmaya başlamıştı. Her şeye tekme vurmak, her şeyi bir tarafa atmak, her şeyi unutmak belki kolay zannedilir. İnsanın yaşadığı tecrübeler, duygular, hatıralar, ilgiler hemen unutulabilir mi? Bütün bunlar bir yara kabuğu mu ki hemen koparılıp atılsın?

Fahriye zaman zaman bütün her şeyi bir tarafa atmak istiyordu.

Bunca zaman bir hayalin, bir belirsizliğin, bir gölgenin peşinden gidilir mi?

İstenilmeyen yerde insan ne kadar durabilir?

Bir karşılık yoksa, orada bir umut aramanın da mantığı yoktur. Fahriye, bir karşılık alamadığını, hatta ciddi bir tepki görmediğini iddia ediyor. Belki de ayrı dünyaların, ayrı anlayışların, ayrı bakış açılarının, ya da apayrı dertlerin insanıyız diyordu. Hasan kimbilir böyle düşünüyordur. Belli ki bu sonuçsuz bir beklenti. Görünmez bir karanlığa taş atma gibi. Yankısı gelmiyor. Bir ses duyulmuyor. Bir kıvılcım parlamıyor.

Bunca arkadaş, mahalle çevresi ve dosta rağmen, kalabalıklar içerisinde yalnızlık çekmek, arkadaşsız kalmak, kimsesiz olduğunu düşünmek, bir köşeye fırlatıldığını sanmak yersiz değil mi?

Hasan boş bir insan değil. O ne yaptığının farkında görünüyor. O kimseye ihanet etmeyecek kadar dürüst biri. Nefret edilmeye sebep olacak huyları yok. Cana yakın, cömert, fedakâr, çalışkan ve üstelik karşısındakine değer ve önem veren biri. Okuyor, düşünüyor, bazı konulara kafa yoruyor, fikir üretiyor ve en önemlisi bazı şeyleri sorguluyor. İşini ciddiye alıyor, çevresini ciddiye alıyor, insanla ilgili şeyleri ciddiye alıyor. Dikkat çekecek şeyler üzerinde duruyor ve çalışıyor. Nerede nasıl hareket edeceğini biliyor. Sululuktan ve gelip geçici şeylerden hoşlanmıyor. Geniş bir çevresi var gibi görünse de yakınında olan kişiler, ya da onu anlayanlar azdır.

İşte bu özellikleri sebebiyle dikkat çekiyor ya.

Fahriye’ye göre Hasan hayatı fazla ciddiye alıyor. Önemsiz şeylerin üzerinde çok duruyor. Çoğunluğun değer vermediği konularla ilgileniyor. Artık unutulmaya yüz tutmuş, bir kenara atılmış, belki de dirilmesi mümkün olmayan konuların peşinde. Bu yüzden o yalnız kalacak gibi. Zaman değişiyor, değer yargıları, anlayışlar, zevkler, ilgi alanları değişiyor. Bu bir gerçek. Bunu görmemezlikten gelemeyiz. Tek başımıza zamanın akışını durduramayız.

Gerçek böyle midir?

Doğum ve ölüm, gençlik ve yaşlılık, yürüyüşler ve çırpınışlar ciddiye alınması gereken şeyler  midir?

Henüz karşılığını bulmamış sorular bunlar.

Üzerinde uzun uzun düşünmeye değer mi?

İkide bir varlık sorununu ortaya atıyor. Yaratılışla ilgili ilginç sorular soruyor. Sorularla kafaları allak bullak ediyor. O zaman Fahriye onu yalnız bırakmayı seçiyor. Koridorda, merdiven başında, bahçede, kaldırımda, sokakta, durakta, otobüste, evde... Sürekli sorularla, onların arkasına sakladığı düşüncelerle her gün meşgul olunabilir mi, zaman geçirilir mi?

 

                                                           XXX

 

Azmi pencerenin önünden kalktı. Aynanın karşısına geçti. Üstüne başına, yüzüne baktı. Masaya doğru yürüdü. Biraz önce yaptığı çalışmalara bir göz attı. Yeterince çalıştım dercesine kafasını salladı. Tekrar pencerenin önüne geldi. Sokağa baktı, etrafa göz gezdirdi.

Çise devam ediyordu.

Hasan da görünürlerde yoktu. Az sonra gelebilir. Bir çay yapmalı diye söylendi. Sonra mutfağa gitti. Çaydanlığı raftan aldı, su doldurdu, ocağı yaktı ve çaydanlığı ateşin üzerine koydu.

Ocak parlak alevlerle yanıyordu. Çaydanlığın kenarında ince, mor çizgiler bu alevlerin izlerini taşıyordu. Kimbilir kaç defadır ateşin üzerine konulan çaydanlık, senelerin hatırasını taşıyor gibiydi. Alevin bıraktığı izler, yıkansa da kaybolmaycak kadar kalıcıydı.

Mutfak eşyaları yerli yerinde idi. Burada, tıpkı çalışma odalarında olduğu gibi bir düzensizlik yoktu. Hasan ve Azmi kaldıkları yere iyi bakarlardı. Evlerinin pis olmasına izin vermeyecek kadar titizdiler. Bu yüzden anlaşarak beraber kalıyorlardı bu evde.

 

                                                               XXX

 

Hüsnü Efendi güzel çay demlerdi. Kan kırmızısı çaylar yudumlanırken, bu eski çayevinin isli duvarlarının, basık havasının ağırlığı unutulurdu. ‘Kekik kokulu çay’ derlerdi öğrenciler kendi aralarında Hüsnü Efendinin çayları için.

Memleketlerini hatırlatırdı, ya da uzun kış günlerinin yalnızlığını unutturan çay akşamlarını. Bu saatte burada olmak aralarındaki bir sözleşme gibiydi. ‘Kekik kokulu çay saatinde tamam mı?’ Bu söz sözleşme yerine geçerdi. Ders sonları çıkılan akşam gezilerinin düğüm noktası burası olurdu. Bir mektup okuma gibi sayılırdı günler. Bu mektubu herkes bir ucundan okurdu. Üstelik bu mektup herkese gelen, herkese hitap eden, herkesi ilgilendiren bir mektuptu. Belki de herkes kendine göre, kendi diliyle, kendi anlayışıyla okurdu.

Okul çarşıya doğru açılır, öğrenciler dizilir giderlerdi. Kimi yurtta kalır, kimi kiralık evlerde. Ailesinin yanında kalanlar da vardır. Çoğu için Hüsnü Efendinin çayocağının, oradaki çay sohbetlerinin ayrı bir anlamı ve zevki vardır. Yürürler, koştururlar, konuşurlar, çalışırlar ama illâ da burada buluşurlar. Burada onların dünleri olduğu gibi yarınları da vardır.

Sınıf havası değildir artık ‘kekik kokulu çay saati’. Şakalar, takılmalar, derslerle ilgili değerlendirmeler faslı erken geçer. Haftalık haber ve yorumların bir ucundan tutulur. Spor olayları bazen masalarda dolaşır. Gurbet havası başlar arada bir.

O havayla birlikte başlar biraz öne eğilir, yüzlere hüzün çöker, şakalar azalır, konuşmalar kısa tutulur. Bunu kekik kokulu çayın yavaş yavaş yudumlanmasından da anlarsınız. Olaylar, medyanın üzerinde durarak duyurduğu şeyler, toplumları sarsan, kalablıkları ayağa kaldıran, her kesimi etkileyen şeyler, ya da hiç kimseyi ilgilendirmeyen ama haber kaynaklarının zorla ‘ilgilenin dediği’ şeyler ‘kekik kokulu çay saati’nin havasını bu kadar değiştiremezdi. İnsanlar oaraya girip çıkarlar, çay içerler, gazete okurlar, havadan sudan konuşurlar, ama öğrenciler için ‘kekik kokulu çay saati’nin havası aynı kalır.

Borsa krizleri, iflaslar, dış borçların yükselmesi, elektirik kısıntıları, siyasî tartışmalar, işsizlik, yolsuzluklar, referendumlar, polis baskınları, yürüyüşler, silah satışları ve konuşula konuşula kevgire dönen dünya barışı gevezelikleri... Sınavlar, nutuklar, kararlar, yasaklar, törenler, yani gitgide kabak tadı veren lüzumsuz ve hiç bir işe yaramayan törenler, uluslararası görüşmeler sürüp gidiyor.

Kendileri pek çok şeylere sahip oldukları halde başkalarının elindekine göz diken insanların ve ülkelerin haberleri dolduruyor ekranları, gazete sayfalarını, sokakları.

Hırsla ve açgözlülükle yüklü çağdaş denilen hayatın açmazlarını görüyorsunuz çevrenizde.

Durmadan reklâmları yapılan yalanlar, iki yüzlülükler, ihanetler sizi bıktırıyor.

İçeriksiz, boş, işe yaramayan, baştan başa kandırmaca dolu nutuklardan sonra yoruluyorsunuz.

Baştan başa propaganda kokan, yerini bulmayan ve bir derde merhem olmayan sözlerden başınız ağrıyor.

Gel-gitler toplum aynasında devam ediyor. 

Ama her şeye rağmen ‘kekik kokulu çay saati’nin havası sürüyor.

Hasan işte bunları konuşmak istiyor. Bunları gündeme getirmek istiyor.         

Yalanlara, çevirilen dolaplara, ihanetlere, zulümlere dikkat çekmek istiyor.

Konuşuyor, açıklıyor, örnekler veriyor, dikkatlice bakmalarını öneriyor. Onları uyanık olmaya, kimsenin oltasına takılmamaya, kimseye kul köle olmamaya davet ediyor.

Siz de bakın, dikkatlice bakın, okuyun, araştırın, sonra da gören göze sahip olun; pek çok şeyin farkında olursunuz.

Nasıl aldatıldığınızı, nasıl uyutulduğunuzu, nasıl kullanıldığınızı anlarsınız diyor.

Fahriye ise bu gibi konular açılınca memnun kalmıyor. Konuyu değiştirmek istiyor. Sözü kendi ilgi alanına getirmek istiyor.

 

                                          XXX

 

Merdiven başı. Öğrencilerin kimisi iniyor, kimisi çıkıyor. 

Hasan orada, merdivenin başında birdenbire beklemediği bir anda Fahriye’yi karşısında buldu. Gözlerine baktı. O parlak, samimi, kahverengi gözlerine. Gözleri üzerine doğru geldiler ve sanki bütün çevresini saracak kadar büyüdüler.

Arkasından geniş bir aydınlık doğdu ve onu çepe çevre sardı. Sonra da geniş bir alan, uzun bir düzlük ve alabildiğine yeşil bir saha... 

Hava güzel, çevre yemyeşil ve her şey özgür. Yakıcı bir yakınlık, bağlılık ve gözlerle ifade edilen bir samimiyet.

Bu gözlerde işte bütün bunları bulabiliyordu. Bir kaç saniye süren bu  dalgınlıktan sonra birden ortaya çıkıveren sabah güneşi gibi bir açıklık. Zümrüt renkli yapraklar, yer kabuğunu çatlatan tohumlar, tomurcuğundan baş gösteren çiçekler ve büyüyen umutlar...

Hasan, bu manzaraya dayanamazdı. Gözlerinin önüne ufukları seren bu görüntüye bakmaya gücü yetmezdi.

Bakışlarını Fahriye’den ayırdı, önüne çevirdi. Dudakları kıpırdar gibi oldu. Bir şey diyecekti, ama durdu, bekledi, konuşamadı. Orada, biraz şaşkın, biraz heyecanlı, biraz aceleci; ‘işte diyeceklerim şu görüntümden ibarettir’ dercesine kalakaldı.

Fahriye 'görüşemiyoruz' dedi.

Hasan cevap vermedi. Önüne bakmaya devam etti. Eliyle kitaplarına dokunuyor, susuyor ve bekliyordu.

Aslında bu anın geçmesini istemiyordu. Her ne kadar sorulan soruya cevap verebilme, karşısındakine olağan bir şekilde bakmaya  gücü olmasa da Fahriye’nin karşısına çıkmasıyla hayal ettiği o zümrüt iklimde biraz daha kalmak istiyordu.

Fahriye uzun zamandır pek soruya ve pek çok merakına cevap alamamanın üzüntüsüyle Hasan'a bakıyor ve bekliyordu. O da ilk gidenin kendisi olmasını istemiyordu belli ki.

Fahriye Hasan’a bakıyor ve düşünceli bir şekilde ondan cevap bekliyor.

‘Aynamızın yüzü hep kırık mı olmalıydı?

Hep işaretlerle mi meramımızı anlatmalıydık? 

Bunca çoşkunun içerisinde bir ağıt mı yüklenmeliydik?

Bu koşuş, bu ilgi, bu değer verme tercih etmeye değmez mi?

Ne istiyorsun peki?

O peşine düştüğün fikirler, o tutkunu olduğun takıntılar, o sorduğun sorular, hayattan daha mı değerli?

Yetmez mi seni anlamaya çalışan merhametli ve kahverengi gözlerin sana bir dünya bağışlaması?

Başkaları için bir şeyler yapmalıyız iddiasıyla ortaya çıkarken, benim için gerekeni yapmadığının farkında mısın?’

‘Anlamıyorsun ki Fahriye; sorun onlar değil. Sorun senin çevrenle, heveslerinle, isteklerinle, sevginle ilgili değil. Bu başka bir şey. Anlatılması kolay olmayan bir ideal, bir tavır, bir kişilik.’

Bunları birbirlerine söylediler mi? Böyle mi konuştular? Ya da gözleriyle mi böyle söylediler, bilmiyoruz.

Fahriye Hasan’ın dalgın yüzüne biraz daha baktı. Anlaşılan konuşulacak fazla bir şey yoktu. Bu kadar da yeterdi. Hiç olmazsa gözleriyle konuştular, vücut diliyle birbirlerine bir şeyler söylediler. Her şey sanki söylenmiş, muhabbet bitmişti. Tartışma açmanın anlamı ve faydası yoktu. İşte hayat devam ediyordu ve zaman onları kucaklıyordu.

Hasan, ‘başka ne diyeyim, işte görünüşüm, halimi ortaya koymaya yetiyor’ der gibiydi. Bu durum belki böyle sürecek, belki aniden biten ama sürdüğü zannedilen bir rüya olacak. Belki de şartlar daha farklı olacak. Kimbilir günün birinde sorular karşılık bulabilir, kördüğümler açılır ve tatlı bir sonuç gerçekleşir.

‘Belki yakında’ dedi Hasan ve yavaş adımlarla koridora doğru yürüdü.

Fahriye peşinden baktı, daldı ve düşündü. Yakında acaba ne olacak?

Hangi problem çözülecek?

Hangi soru cevap bulacak?

Hangi hasret sona erecek?

Hangi yakında, nerede ve nasıl?

Görüşebilmeyi mi, konuşmayı, ilgiye karşılığı mı, hayır anlamına gelen kesin cevabı mı kastetti?

Acaba değişecek mi?

Acaba yeniden aramıza yani bizim dünyamıza dönecek mi?

Acaba bakışlarımdaki ifadeleri anlayacak mı?

Fahriye sorularına cevap arama umuduyla oradan ayrıldı.

     

                                                             XXX

 

Azmi çayı demledi. Demliği çaydanlığın üzerine koydu. Ateşi hafifce açtı. Odaya geldi. Tekrar pencereden dışarı baktı. Hasan hâlâ gelmemişti. Dışarıda olağanüstü bir şey yoktu.

Masaya gelip oturdu ve biraz önce yaptığı çalışmaları gözden geçirmeye başladı.

Hasan birazdan gelebilirdi. Kendi dünyası ile beraber, etkisini ve üzerinde durduğu konuları da getirirdi. Hasan geç saatlere kadar çayocağında oturmazdı. Zamanı boşa harcamazdı. Onun günü plânlı idi.

Masadakilerle biraz oyalandı. Ayaklarını uzattı, gerindi, esnedi, ellerini birbirine kenetledi, boynunu hareket ettirdi. Yerinden kalktı. Odanın içinde biraz dolaştı.

Gözü Hasan’ın çalışma masasındaki kitaba ilişti. Yeni aldığı ve henüz okumaya devam ettiği kitaptı bu. İlginç bir kitap diyordu bunun için.

İlginç diyordu; çünkü içerisinde beyni tırmıklayan sorular vardı. ‘Azizim bizi, halimizi, anlayışımızı, takıntılarımızı sorguluyor bu kitap’ diyordu.

Niçin yaşıyoruz? Hayatın amacı ne? İnsan nereye gidiyor? Ayakların neyin üzerinde duruyor? Yoksa boşlukta mısın, yoksa bir zemine mi basıyor ayakların?

Ayaklarının altındaki nesne çekiliverse, gök üstüne kapanıverse, soluduğun hava bir yere göç ediverse, yer ile gök yer değişse, ha ne dersin? Sonrası nasıl olur?

Ölümden kimin haberi var? İnsanlar ölüme gerçekten inanıyorlar mı? Sıcak sıcak, yavaş yavaş, yumuşak yumuşak gelen, ayak seslerini duyurmadan ansızın gelen, haber vermeden herkese misafir olan; biraz sevimli, biraz ürkütücü, ama soğuk yüzlü ölümü biliyor muyuz? 

Bekliyor muyuz bu tanıdık konuğu?

Ya ondan sonrası?

Ya ondan da ötesi, düşünüyor muyuz?’

Doğru, kitap ilginç konularla dolu. Dikkat çekici sorular soruyor ve aynı şekilde cevaplar veriyor. Düşündürücü ve ürkütücü bir kitap.

Azmi, okuyayım mı acaba, dedi. Okumaya gücüm yeter mi? Dayanabilir miyim bu sorular sağanağına? Kaldırabilir miyim bunca ağır sorgulamaları?

Ben geniş bir ortamda, serbest, sıkıntısız, fazla düşünmeden, maddi imkanlar içerisinde yaşarken, böyle bir hayat anlayışına alışmışken, düşünebilir miyim bu derin konuları?

Beynim bunlara dayabilir miydi? Ya da gerçeklerin dünyasına dokunmaya gücüm yeter miydi? Kendi gerçeğimle, hayatın gerçekleriyle, varoluşun hakikatleriyle  karşı karşıya gelebilir miydim? Bu boşluktan çıkabilir miydim? Hasan’ın ulaştığı aşamaya ulaşabilir miydim? 

Tam o sırada ayak sesleri duydu. Ayak sesleri kapıya yaklaştı. Orada kısa bir sessizlik oldu. Kapı çalındı ve sonra bir anahtar kilide sokuldu.

Gelen Hasan’dır. Yavaş yavaş yürür, kapıyı mutlaka çalar, sonra kendi anahtarıyla kapıyı açar ve içeri girerdi.

Evet gelen Hasan’dır. Şimdi o kekik kokulu çaydan, evde, beraber, başbaşa, gözleriyle birbirlerine çok şey anlata anlata zevkle içebilirlerdi.

 

18.7.1988

Zaandam