Böyle havalarda serçeler daldan dala köşe kapmaca oynarlar, evlerin önlerinde, ya da düz damlarda yiyecek ararlardı. Başka kuş görünmezdi orada. Gökyüzü alacalı bir bulutla kaplı, Güneş cansız olurdu. Tepeler sessiz ve korkulu idi. Kış yalnızlığı oralarda daha fazla  hissedilirdi.

Toprak damlı basık evin koca tahtalı, iri söveli kapısından girilince geniş bir aralıktan ikinci bir kapıyla iç eve geçiliyordu. İsli duvarlar ve siyah ahşap tavan, evin içerisine ürkütücü bir hava ve ağır bir renk veriyordu. Tavanın ortasındaki baca adını verdikleri dört köşe delikten sızan ışık evi aydınlatmaya yetmiyor, bazen duvara yaslı topraktan yapılmış, sırlı  küplerin parlak yüzlerine vuruyordu.

Küplerin üzerinde bir kaç sıra halinde raflar dizilmişti. Her birinde evin kap kaçağı diziliydi. Hepsi de küçükten büyüğe doğru sıralanmış, ama hepsi de tertemizdi. Evin bir küşesinde kışlık yiyecekler yığılmış, onların sağ tarafında da ahşap bir anbar vardı. Diğer köşede ise yataklar üstüste istif edilmiş ve üzerleri de siyah örtülerle örtülmüştü. Evin orta yerinde bir tandır vardı. Tandırın üstünde ise keçi kılından örülmüş çul dedikleri kalın kilimler atılmış iskemle vardı.

Ev halkının bir kısmı burada yatar, güzdüzleri soğuk olunca burada, kilimlerin altına sokulur otururlardı.

Küplerin bulunduğu tarafta çayır otundan örülmüş bir hasırın üzerinde genç bir bayan upuzun yatıyordu. Çevresinde kadın erkek toplanmış, kimisi ağlıyor, kimisi ah vah ediyor, kimisi nasıl oldu diye merakla soruyordu. Bazıları ise yüksek sesle ağlıyor, feryatlar ah vah seslerine karışıyordu.

Yerde yatanın babası, annesi ve diğer yakınları, hemen yanıbaşında idiler. Olayı duyan komşular tek tek, ya da bir kaç kişi birden geliyordu.

Gelenler bir taraftan hayret ediyorlar, bir taraftan da üzüntülerini belli ediyorlardı.

Bu nasıl olmuştu? Niye olmuştu?

Burada, bu köy yerinde kimsenin düşmanı yoktu ki. Kimse kimeseye diş bilemezdi ki. Kimse kimseyle kavga etmezdi ki. Herkes birbirinin akrabası ve komşusu idi.

Niçin böyle bir olay oldu?

İnanılır gibi değil. Herkes duyunca şaştı. Herkes hayretler içinde kaldı.

Genç bir kız. Evlerinin önünde, av tüfeği ile vurulsun... Hem de kapı komşuları, uzaktan akraba olan bir genç tarafından...

Niçin, neden, hangi geçerli sebep dolaysıyla...?

Komşular böyle bir şeye önce inanmadırlar. Olur mu öyle şey...?

Hem o genç bir kızı niçin vursundu?

Böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirdi?

Gencin bir gönül işi olduğu duyuluyordu ama bu onu katil yapmaya götürmezdi ki. Bunun başka bir sebebi olmalı. Onu şimdilik kimse bilmiyor.

Kalabalıktan bir adam;

“-Kasabaya birisi gitti mi?”

            “-Zinnûr gitti” dedi birisi.

“Hem araba getirmeye çalışacak, hem de karakola haber verecek. Hasangilin atıyla gitti, çoktan varmıştır bile. Araba az sonra gelebilir” diye ekledi cevap veren adam.

Yerde yatanın yakınlarından biri olduğu belli olan hırslı bir şekilde:

“Bu iş yerde kalmamalı. Bu iş burada bitmemeli” dedi.

Başka bir adam; “Haklısın” dedi.

Sonra sustular. Hasırın üstünde upuzun, sakin bir şekilde yerde yatan genç kıza baktılar. İçleri yanarak, elleri kolları bağlı, bir şey yapamamanın sıkıntısı ile.

Köy yerinde ne hastahane, ne doktor, ne de araba vardı. Bu gibi durumlarda kasabaya kadar gitmek gerekiyordu. Gerçi kasaba uzak değildi ama acil durumlarda geç kalınıyordu.

Gülistan, yani biraz önce, dışarıda, samanlığın önünde, tam yüreğinin altından vurulan genç kız, onları duymuyordu. Olan bitenden haberi yoktu. Kimileri yüksek sesle feryat ediyordu, ağıtlar yakıyordu, üstünü başını yoluyordu ama, o bütün bunları duyacak halde değildi.

Yüreğinden, tam yüreğinin ortasından vurulmuştu.

Vurulunca hemen yere yığılmış kalmıştı. Silah seslerini duyanlar koşup gelmiş ve onu hemen eve taşımışlar, hasırın üzerine yatırmışlardı.

Upuzun. Boyluboyunca.

Önce gözlerini tavana dikmiş, sonra da yummuştu. Üzerine örtülen örtü hafiften kıpırmasa, herkes öldü diyecek. Örtü göğsünün yarısına kadar çekilmişti. Yüreğinin altından sızan kanlar elbisesini kana bulamış, hatta birazı hasırda birikmişti. Yarasına konulan bezler, ya da eldeki ilaçlar kanı durdurmaya yetmemişti.

Başını örten başörtünün pulları terleyen alnında parlıyor, o masum çehresine apayrı bir güzellik ve hüzün katıyordu. Yüzü sararmış, elleri hareketsiz kalmıştı. İnce uzun burnunun üstünden kayan ter damlaları biçimli ağzının kenarında birikmişti. Annesi mendille bunları siliyor, “yavrum, kuzum, ne oldu sana?” diye ağıtlar yakıyordu.

Yüzüne bakanlar sanki kendisini bu hale koyanla yaptığı hesaplaşmayı okuyorlardı:

***

 

“Adımını adımlarıma denk tuttuydun. Gölgeni gölgeme katmaya çalışmıştın. Bir çiçek olup senin bağında açmamı, bir pınar olup senin bahçene akmamı, bir hanım sultan olup senin tahtında oturmamı isterdin.

Kaçışımdan hoşlanmaz, anlamamı istediğin davranışlarla karşıma çıkardın. Seyrek kaşların çatardın bana karşı.

Bir selâm vermemi, sana karşı bir defa gülmemi isterdin.

Karlar gibi erimemi, yağmurlar gibi sana yağmamı arzu ederdin.

Uzaktan bakan gözlerle, dünyanın bir ucundan ucuna sadece seni düşünmemi hatırlatırdın.

Bir ırmak sabrı, bir orman uğultusuyla seninle dolmamı, kül rengine dönmüş bulutların sardığı kar tepelerinden uçup gelmemi beklerdin.

Olmaz olsun senden uzaklık, olmaz olsun gurbetlik derdin.

Köşe başlarını tutarak kendini ortaya kordun, ‘ben buradayım’ demeye getirirdin.

Parlak gözlerini izlerime diker; duygusuzluğuma, aldırmayışıma kızardın.

Ben duygusuzdum, ben acımasızdım, ben kördüm, ben aldırmayan, anlayışsızın biriydim senin içini dolduran duygulara karşı.

Halbuki ben öyle olmalıydım.

Çünkü benim çağlayanım sana dökülmüyordu. Benim güllerim senin bahçende açmıyordu. Benim beklentilerime sende olan imkanlar cevap vermiyordu. Benim duygularıma da sen yabancı idin.

Bunu sana defalarca anlatmıştım. Israrın bir şey değiştirmeyeceğini söylerdim. Bakışlarımla, dilimle, duruşumla, suskunluğumla, duygusuzluğumla söylerdim, ama sen anlamazdın. Senin her adım başı benim ‘he’ dememi beklemen boşunaydı.

Zorla gök gürültüsü düşmezdi evlerin çatısına. Zorla yağmur yağmazdı yüreklere veya dağlara. Her şeyin tabii bir seyri vardı, vakti zamanı vardı.

Sen yollarımda her kadar koşarsan koş, yaylalara kadar beni ne kadar takip edersen et, ulaşabildiğin her yerde gölgemi ne kadar seyredersen seyret; hepsi boştu.

Bir dünya değişmeliydi ikimiz için de. Yoksa benim sanden yana bir meylim olmazdı.

Sen bütün bunları anlamadın. İşi zora koşmaya kalkıştın. Suları tesine akıtmak, mevsimleri geri çevirmek istedin. Tabii olan yolu zorladın. Gölgeyi koynuna almaya kalkıştın. Gök kuşağının altından geçmeye yeltendin.

Benden, razı olamayacağım, hiç bir zaman yapamayacağım bir şeyi istedin.

Sana göre yaşıtlarının arasında bir gururun vardı. Onu incitmek istemedin. Büyük şehir görmüşlüğün getirdiği havayla, ayağına geçirdiğin yeni ayakkabılar, giydiyin yeni takım elbiseyle; hatta iğreti taktığın kravatınla bir takım havalara giriyordun. Kendini bana göstermeye, hatta başkalarına daha farklı görünmeye çalışıyordun.

Biliyorum, daha düne kadar ellerin ve ayakların çatlak çatlaktı. Çünkü çok çalışıyordun. Ayağına giyecek ayakkabın, ellerine sürecek ilacın yoktu. Yamalı pantolun giymeye utanmıyordun. Zira başkasını zaten bulamıyordun. Ekin taşırken şapkanın deliklerinden çıkan saçlarını utanarak gizlerdin.

Şimdi saçlarını yana tarıyorsun. İyice yatsınlar diye özel ilaç kullandığın belli. Gurbete gittin, büyük şehir gördün. İş buldun, biraz para kazandın. Çulun yenilendi, yeni ve güzel ayakkabıların oldu.

Ama davranışların düzelmedi. Hatta daha da kötü oldun. Asılsız bir gurura yakalandın. Eski çevrene hava atmaya kalkışıyorsun ve benim de bu havaya teslim olmamı istiyorsun.

Özgür bir yürek böyle basit şeylere teslim olur mu?

Keşke büyük şehire hiç gitmeseydin. Keşke memleket gördüm demeseydin. Keşke eski saf, utangaç, yiğit delikanlı halinle kalsaydın. En azından haddini bilir, bana  sataşmaz, hakkın olmayan şeyi benden istemezdin.

‘Ben büyük şehir görmüş adamım. Aklım her şeye eriyor. Hem akıllıyım, hem de köydekilerden daha yakışıklıyım. İmkanım da var. Çalışıyorum ve para kazanıyorum. İstersen oraya beraber gideriz. Oradaki imkanları bölüşürüz. Sana istediğini alırım orada. Eğer hayır dersen, kokarım ki sonu iyi gelmez’ demezdin.

Bu kadar boş lafı edemeyecek kadar aklın başında olurdu.

Bu büyük şehirlere gidenlere ne oluyor ki değişiyorlar? Hepsi ayrı bir ayrı havaya giriyor. Salyangoz gibi çıktıkları yeri artık beğenmiyorlar.

Ben senden yabancı olduğun için çok kaçtım. Başın yükseklerde olduğu için sana ulaşamazdım. Dağında vahşi kurt yaşadığı için ona yaklaşamazdım.

         Bundan dolayı suçlu mu oldum?

Kalbimin aşağısından gelen sıcaklık bunun için mi?

Bu allı fistanın üstüna gelinlik ihramı yerine kandan kırmızı tülbent bunun için mi bağlandı?

Dudaklarım bunun için güçsüz kalıp kilitlendi? Bu hareketsiz kalışım, bu perişenlığım, bu bitişim bunun için mi?

Ben hangi suçu işledim?

Ben sana ne yaptım ey zalim?

            Sen benim kanıma girmek için mi büyüdün?

Acımadın mı tüfeğin tetiğine dokunmaya?

Merhametin bütün çeşmeleri kurudu muydu?

Niçin yaptın?

Erkek dediğin kendini sevdiremediği kadını tehdit mi eder, silah mı çeker?

Yıktın beni ve anlamımı. Yıktın her şeyi ve bitirdin benimle ilgili bütün güzellikleri.

Beni yarıyolda kodun, hayallerimi yarıyolda kodun, sevda işimi yarım bıraktın. Seni istemediğim için yaktın dalımı-budağımı. Söndürdün baharımda ocağımı. Halbuki ben gönlüme ayrı bir fidan dikmiştim. Onu gizli duygularla büyütmeye çalşıyordum. Ama onu yeşertmedin. Bir av tüfeğine kurban ettin.

Ben hesap vermeye gidiyorum yaşadığım senelerden. Sen de geleceksin oraya. Seni orada bekleyeceğim. Bu kana bulanmış elbisemle, mazlum bırakılmış pençelerimle yakana yapışacağım. Sana hesap soracağım. O adaletin şaşmadığı günde hakkımı senden alacağım.

Beni mehvettin ey gaddar adam, sen de benim gibi kahrol emi...”

 

***

 

Bunları tek tek dedi mi? Ya da aklından geçirdi mi?

Önemli değildi. İşte bir kurban, işte bir mazlum, işte bir zavallı.

Onun içindeki bu yüksek faryadı elbette kimse duymadı. Yüzüne bakanlar bunun farkında olamazlardı. O kendi halinde, acısıyla başbaşa, zamanın bitmesini, vâdenin tamam olmasını bekliyordu.

Kalabalık giderek artıyordu. Olayı duyan bütün komşular koşup geliyordu. Evde neredeyse oturulacak yer kalmamıştı. Köy yeri böyleydi. Sevinç de ortaktı, keder de. Hayatı da beraber bölüşürlerdi, ölümü de; aralarından ayrılıp gidenlerin acısını da. Onlar birlikte yükleniyorlardı hayatın yükünü.

Bulutların kararmasıyla, Gülistan hakkındaki umutlar da yavaş yavaş kararıyordu.

Annesi alnına biriken terleri siliyor, baba ne yapacağını bilemez bir halde yanı başında dizlerinin üzerinde oturmuş için için ağlıyordu. Gözyaşlarının ellerine damlamasına hiç aldırmıyordu, ya da bunu duymuyordu. Gözler bazen kapıya doğru yöneliyor, kasabadan gelecek arabanın sesini duymak istiyorlardı.

Gülistan, arada bir dudaklarını kıpırdatıyor, her şeyi görmek ister gibi göz kapaklarını açmayı deniyordu ama, hiç biri olmuyordu.  

Gelenlerin artmasıyla, her birinin olayı öğrendikten sonra ah vah etmesiyle anne daha da sesli ağlamaya başladı.

Öyle ya o bir anne idi. Yerde yatan genç kız üzerinde en fazla onun emeği vardı. Onun en yakını o idi. Onu en en kendisi anladığı gibi ondan ayrılığın acısını da en fazla o hissediyordu. Onyedi seneden beri bazen evde, bazen tarlalarda, bazen korulukta, bazen taşlı bayırlarda, bazen evlerin önünde... ona ait hayatı düşünüyordu.

Nereden nereye? Onun için neler beklerken, şimdi ne olmuştu?

 

***

 

“Omuzlarına astığı askılık ile pınardan su taşımasını mı düşünmeli?

Yoksa yağmurlu günlerde ve baharın karlar eriği zamanlarda toprak damı loğlamasını mı anmalı?

Çarşaf çarşaf kar yağdığında damı genellikle o kürerdi. Sonra damdan aşağıya iner, evin önüne biriken karları bir tarafa atar, pınara, ahıra, samanlığa ve ana sokağa doğru yol açardı.

Yaz aylarında biçim zamanı hazırlık yapışını da, eline orağı alışını da, hatta ekin ve ot biçişini de şimdi daha net hatırlıyordu. Toprak küpten bulgur alışını da, kalayı çıkmaya yüz tutmuş tasta onu yıkadıktan sonra tencereye koyuşunu da şimdi açık bir şekilde gözlerini önüne getiriyordu.

Ya inekleri sağması... Onlara ot (yem) vermesi, onları kaşağılaması, ya onlarla hal diliyle konuşması... unutulur gibi değil.

Bakracı eline alır, atkısını yarım yamalak başına atar, sonra geniş avludan geçer ahıra doğru yönelirdi. Yolda pınardan gelen bir arkadaşına rast gelse ayak üstü biraz konuşur, biraz güler, bazen de uzun boylu sohbet ederlerdi. Geç kalınca annesi arkadan seslenir; ‘Akşam oldu kız... hâlâ orada mısın?’ Bunu duyunca lâfını yarım yamalak bitirir ve işini yapmaya giderdi. Bazen yolda hafif bir türkü mırıldanır, duygularını çevreyle, yazın kuşlarla, kışın karlarla paylaşırdı.

O bir başka idi. O adı gibi bir gülistandı. Evde, hatta köyde bir tane idi. Hanım bir kızdı. Akıllı, becerikli, işini düzgün yapan, edepli ve erdemli idi.” Daha bu sabah ayakkkabısında bir yırtık görmüştü anne. Bu hafta pazara gider, yenisini alırım diye düşünüyordu.

 

***

        

Anne hem ağlıyor, ağıt yakıyor, hem de bunları düşünüyordu belki de. Daha neler neler geliyordu aklına. Gülistan onyedi yıl onun yanında yaşamıştı. Gördükleri, yaşadıkları, onunla geçirdiği tatlı ve yorucu günler bir kaç dakikaya sığar mıydı?

Akşam bir tiyatronun siyah perdesi gibi yavaş yavaş iniyordu. Kuzey ufkunda yıldızlar gülümsemeye başlamıştı bile. Keskin bir soğuğun başladığı, figan evine gidenlerin veya oradan gelenlerin elllerine hohlamalarından, sıkıca giyinmelerinden belli oluyordu.

Kasabaya giden haberci ha geldi ha gelecekti. Yaralıyı taşıyacak tahta sedye çoktan hazırlanmıştı bile. Gözler köyden aşağıya kaymış bir fısıltı, ya da bir araba ışığı arıyordu. Sonunda beklenen ışık göründü. Aşağıdan bir araba geliyordu.

Hem ışığı görünmüş hem de sesi gelmeye başlamıştı. Karlı yolda zar zor ilerliyordu.

Ancak o sırada Gülistan’ın evinde birden ağlamalar, feryatlar yükselmeye başlamıştı. Köy adım adım çalkalandı. Yamaçlar bu feryatlarla âdeta yankılandı.

Akşam işleri için evlerine giden herkes tekrar oraya doğru yöneldi. Hem de hüzün ve kederle birlikte.

 

***

 

Kasabadan gelen araba geç kalmıştı.

23.4.1985

Eskişehir