Bir akşamüstü idi.
Güneş batı ufkuna yaklaşmıştı.
Ağaçların gölgesi neredeyse kaybolmak üzereydi.
Cabbi İbrahim evin az ilerisindeki bahçeden yeni dönmüştü.
Bir akşamüstü idi.
Güneş batı ufkuna yaklaşmıştı.
Ağaçların gölgesi neredeyse kaybolmak üzereydi.
Cabbi İbrahim evin az ilerisindeki bahçeden yeni dönmüştü.
Bir istasyon.
Ya da büyük şehirlerden birinde meşhur bir tren garı.
Önünde geniş bir alan. Biraz ileride birbirine bağlı kanallar, caddeler ve yollar.
Merdiveni yeniden tırmanmaya başladı.
Adımlarını atıyor ve basamakları birer birer çıkmaya çalışıyordu.
Beşinci defadır böyle yapıyordu.
Hikâye bu ya...
Ülkenin birinde bir padişah varmış. Adı sanı bilinmeyen bu padişah tabii olarak kendisinden sonra tahtını, mülkünü, saltanatını bırakacağı bir nesil istiyordu. Eh o zamanki kafa yapısına göre soy erkek evlad yoluyla devam edermiş. Kızlardan değil. (Demek ki o zamanlar mülkü/postu/yapıyı damatlara bırakma fikri henüz keşfedilmemişti.)
Bugün kendimle başbaşa kalmak istiyorum.
Kendimi dinlemek, kendimle sohbet arkadaşı olmak, hep kendimden söz açmak istiyorum.
Başkalarınca işgal edilmiş günler beni bana unutturdu.
Yağmur yeniden yağmaya başladı.
Asfaltın üzerine büyük damlalar düşüyor ve biraz havalandıktan sonra dağılıyorlar. Küçük gölcüklere düşenler geniş yapraklı çiçekler gibi yer yer suyu kabartıyorlar. Gölcüklerdeki halkalar bir görünüp, bir kayboluyordu.