Yûnus Emre bir şiirinde şöyle diyor:

“Bunda kend'özün gören

Oldurur yolda kalan

Benim bir karıncaya

Ulu nazarım vardır

Karıncaya “ulu bir nazar” ile bakmak... İlginç... Karınca ve “ulu nazar”...  Acaba Yunus Emre ne demek istemiş olabilir?

Minicik bir hayvana koca bir bakışla bakmak... Ya da dikkatli şekilde bakmak mı diyelim? Yahut karınca her ne kadar küçücük görünse de aslında büyük bir gerçeği hatırlatır mı diye anlayalım?

Karınca, ne olacak... Yeryüzünün her tarafında sayısız... Eh ardı arkası minicik bir hayvan...

Hani kimileri kendini, yani insanı etten kemikten meydana gelmiş, biyolojik bir varlık zanneder ya... İnsanı sıradan bir eşya, meta gibi pazarda alınıp satılan, maddi cüssesi kadar değeri olan bir şey düşünür ya... Onun yaratılmışların en şereflisi olduğunu, onun yeryüzündeki misyonunu, görüntüsü arkasında sakladığı sonsuz gerçeği bilmez ya... Galiba öyle bir şey... Böyleleri galiba karıncalara (diğer varlıklara) sıradan bir şey gözüyle bakarlar.

Ama şair Şeyh Galip insana farklı bakıyor:

“Hosça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen 

merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” (Ey insan, kendine dikkatli bak. Zira sen (insan) âlemin özüsün. Varlığın göz bebeği olan bir kimsesin sen)”

Herkesin kendisine göre bir bakışı vardır... Herkes nasıl bakarsa öyle görür... Bakışların arkasındaki niyet, anlayış, dünya görüşü, çıkış noktası; hepsi de bakışlarda birer faktördür...

Her bakan da görmez... Görmek için gerçekten bakmak gerek, gören bir göze sahip olmak gerek... Gözün görmesini sağlayan basiret gerek... 

Burada önemli olan bakılan nesnenin kendisi değil, bakıştır... Yûnus Emre’nin dediği gibi ”ulu bakmak”, büyük bakmak... Dikkatlice bakmak... Görmek, anlamak, idrak etmek için bakmak... Birşeyi öğrenmek için bakmak yetmez... Anlamanın, öğrenmenin imkanlarını da kullanmak gerek. Aklı, yüreği, olguları, fehmi, idraki ve ibreti devreye sokmak gerek...

Basîret, hak olanı görebilme, anlayabilme, doğru tanıma kabiliyetidir. İsabetli, doğru, yarayışlı, en güzel olanı anlama yeteneğidir. Basiret bakmanın görmeye, anlamaya dönüşmüş hâlidir. Basîreti bağlanmış kimse kalbi körelmiş kimsedir.

“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Çünkü gerçekte (baştaki) gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hacc 22/46)

Ulu bir nazarla bakanlar, bakılan şeylerin sakladığı gerçekleri, hikmeti  anlayabilir. Özellike tabiattaki, varlıklardaki harika sanat üzerinde derin derin düşünürler. O sanatların arkasında saklı olan Sanatkâr Elin büyüklüğünü anlarlar. 

Bilenler demişler ki, “bakmakla öğrenilseydi köpekler kasap olurdu...” Evet şimdiye kadar kasaplara, et doğrayanlara, et taşıyanlara, kendine et ikram edenlere bakan bunca hayvancağız kasap olmamıştır.

Bu örnek bakmanın hedefini gösteriyor... Bakmanın tek başına yeterli olmayacağını haber veriyor... Bakmayı görmeye, bilmeye, öğrenmeye, anlamaya götüren imkanlara işaret ediyor...

Karınca... Minicik bir hayvan... Çelimsiz, güçsüz ve aciz... Âciz mi? Eh ondan daha büyüklere göre... Ondan daha güçlülere göre âciz bir yaratık... Lâkin etrafına ibret gözüyle bakanlar böyle düşünmezler... Gördükleri şeylerin arkasaında saklı gerçekleri anlayanlar da... Karıncaya da minicik, âciz bir varlık olarak bakmazlar...

Âyet diye bir şey var... İşaret, iz, alâmet, belirti, nişan, delil, isbat, kanıt anlamında... Bir de olağanüstü şey... Basiretle veya ibret gözüyle bakanlar âyet kelimesini duyunca dururlar. Düşünürler, tefekkür ederler.

Âyet... Ayetler... Olağanüstülükler...

Bilenler derler ki, yerde ve gökte ne varsa... Canlı ve cansız... Büyük ve küçük... Denizde ve karada... Gökte ve uzayda... İnsan eseri olmayan ne varsa... Hem varlık olarak, hem de düzen, nizam, denge ve hesap olarak... Hepsi âyet... Hepsi bir Yüce Gücün sonsuz kudretiyle var ettiği olağanüstü şeyler... O’nun gücüne işaret eden alâmetler... O’nun varlığının belgeleri, isbatı, kanıtı...

İnsan yaratıklarını bakarak, bu gerçeğin izini sürer... Bu izi takip eder... Bu izler onu izin sahibine götürür...

Kur’an diyor ki: “Allah, geceyi ve gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basîret sahibi (görecek gözü) olanlar için bir ibret vardır.” (Nûr 24/44. Ali İmran 3/190)

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler (âyetler) vardır.” (30 Rûm/22),

“(Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” (Nahl 16/11)

Âyetler ve akletme... Âyetler ve ibret alma... Âyetler ve anlama ile ilgili bir kaç Kur’an âyeti... Daha pek çok âyet... Düşünmeye, akletmeye, anlamaya, inanmöaya davet ediyor.

Karıncaya ulu bir nazar... Karıncaya bir de bu açıdan bakmak... Karıncaya bir de bu âyetlerin bak dediği yerden bakmak...

Buradan bakınca... böyle bakınca... Yürekle veya basiretle bakınca... mutlaka farklı görünecektir.

O zaman karınca minicik, zayıf, çelimsiz bir hayvan değil; bir âyet olarak görünecektir... Hem de kocaman bir âyet... Yani O Yüce Kudreti işaret eden, hatırlatan, düşündüren harika bir âyet...

“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” diyen Yûnus Emre bunları mı demek istemişti? Belki de... Bilmiyoruz. Ama bu ve benzeri âyetlerden, onun da karıncaya bir âyet olarak bakmayı önerdiğini anlayabiliriz...

Hey koca şair... İki kısa mısra... Ama geniş bir anlam... Derin bir tefekkür... İbrete davet eden bir çağrı...

Aman, her şeyi dış yüzüyle değerlendirmeyin. Onlar göründüğü gibi olmayabilir... O görüntünün arkasında bir anlam, bir hikmet, bir ibret olabilir... Biraz duraklarsanız... Acele etmezseniz... Tefekkür ederseniz... Kalbinizi dinlerseniz... Görebilirsiniz, duyabilirsiniz, anlayabilirsiniz...

O görüntünün arkasında Kudreti, İlâhi imzayı, tanrısal güzelliği keşfedebilirsiniz... Bu da sizin kalbinize huzur, bakışınıza açılım, gönlünüze muhabbet, vicdanınıza insaf, bilginize hikmet, aklınıza ibret kazandırır...

Sonra da insana, yaprağa, çiçeğe, ağaca, ota, bitkiye, sebzeye... Karıncaya, sivrisineğe, ördeğe, file, kediye, köpeğe, kuşa, sürüngene... Balinaya, hamsiye, yunusa... Tabiata, suya, ırmağa, denize, Ay’a, göğe, yıldızlara, kutup yıldızına, yıldız kümelerine... Daha nelere nelere... Her şeye... Her varlığa başka bir gözle bakmaya başlarsınız... Âyet olarak... İlâhi sanat olarak... Olağanüstü (mucize) olarak... Muhteşem plan, denge ve düzen olarak...

İbret alırsınız... Ders çıkarırsınız... Düşünür, anlar, teslim olursunuz... Ya da bu varlıklara karşı hem bakış açınızı, hem de muamelenizi gözden geçirirsiniz...

Demek ki karıncaya ulu bir nazar etmek, kişiyi buralara kadar getirebilir... Hatta daha ötelere götürebilir...

Hikâye bu ya...

Hayata farklı açıdan bakabilmekle ilgili şöyle bir hikâye anlatılır:

"Bir gün New-York'ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar.

Gruptan biri, Kızılderili'dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır böceği aramaya başlar. Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler.

Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili  yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar. Arkadaşı, Kızılderili'ye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?" diye sorar.

Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder. Kızılderili, arkadaşına dönerek:

"Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin." der.

Bütün mesele, hayatın ayrıntıları arasında sıkışıp kalmış olan güzellikleri ve mutlulukları, cımbızla da olsa tutup çıkarabilmek ve hayata renk katabilmek... Yoksa hayat, her şeyi mesele yapmak ve bunların kargaşası arasında boğulup gitmekle çekilmez bir hâl alabilir.  (R. Kerpeten, Sızıntı, sayı: 298)

İnsan çoğu zaman çevresindeki şeylerin farkına varmaz. Üzerinde uzun boylu düşünmez. Her bir eşyanın, gökyüzünün, sebzenin, meyvenin, ağaçların, çiçeklerin sakladığı güzelliklerin üzerinde durmaz. Şüphesiz ki bunlara dikkatli bakanların, onlara “ulu nazar” edenlerin bakışları ve değerlendirmeleri farklı olur. Bir karıncaya bile hikmet gözüyle bakarlar. Onun bile bu varlık dünyasında bir yeri olduğunu, asla bir fazlalık olmadığını düşünür. Her şeyin bir anlamı ve yeri olduğunu unutmaz.

İbretli ve derin bakış sahibi olanlar, her şeye dikkatli bakarlar. Karar verirken acele etmezler. Olaylar arkasındaki sebepleri anlamaya çalışırlar. Bilmedikleri veya henüz görmedikleri gerçeklerin var olduğunu hesaba katarlar. Optimist (olumlu) bir bakış açısının yerine pesimist (olumsuz) olmayı düşünmezler.

Derler ki,

karınca bir damlacık su yüklenmiş gidiyormuş. Dostları sormuşlar: Nereye gidiyorsun?

-Duydum ki nemrut güzel insan, has elçi İbrahim’i ateşe atacakmış. O ateşi söndürmek için su götürüyorum demiş. Dostları gülmüş:

-İyi de sen bu cürmünle oraya yaramazsın. Vardın diyelim, taşıdığın damla bile olmayan suyun nemrutun koca ateşine neyler ki? Karınca,

-bunu ben de biliyorum, demiş. Amaç safım belli olsun.”

Bu tabi bir hikâye... Şair soruyor:

“İbrahim mi nemrut mu, sen kimlerden yanasın?

Sen safını belli et, kınayanlar kınasın” (H. Kara)

Ben safımı seçiyorum... Karınca ile birlikte yürümek isterim...

Bir Süleyman’ın karınca ile ilgili ilginç bir hatırası var...

Hikâye bu ya...

Kanûnî Süleyman, Sarayı’nın bahçesindeki ağaçları çok miktarda karınca işgal edince, bundan kurtulmak için çare araştırmış. Ağaçların gövdelerine ve diplerine kireç dökülmesi gerektiğini öğrenmiş. Ama bunu bir âlime sormadan yapmak istememiş.

Ve Şeyhulislâm Ebu’s-Suud Efendi’ye şiir diliyle şöyle sormuş:

“dırahtı ger sarmış olsa karınca
zarar var mı karıncayı kırınca”

Ya da “Dırahta ger ziyan etse karınca
Günâhı var mıdır ânı kırınca?” (meyve ağaçlarını sarınca karınca
günah var mı karıncayı kırınca?)”

Ebu’s-Suud da O’na şöyle cevap vermiş:

“Yarın Hakk’ın divanına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca” (Günahların, sevapların tartıldığı Hak terazi kurulunca, karınca Süleyman’dan hakkını alır)

(Kanûnî’ye bu cevabı Zembilli Ali Efendi’nin verdiği de söylenir.)

Bu konuya Şehit Ali Paşa da şöyle karışmış:

“Bir olur adl-i ilâhîde Süleyman ile mûr
Dergeh-i Hak’ta heman şah ile sâil birdir.
(İlâhî adalette Süleyman ile karınca eşittir; bunun gibi Hak katında padişah da dilenci de aynıdır.)”

Sözün özü “ulu bir nazar” sahibi olmak çok işe yarar.

Hüseyin K. Ece

29.12.2020

Zaandam