Somut olarak, ‘çölde seyahat ederken yolunu şaşırmak’ manasına gelse de asıl anlamı, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, sapmak, ya da azmak demektir.  

Bu manadan hareketle mecazi olarak ‘dalâlet’, akla, duyulara, gerçeğe aykırı ilkeleri benimsemek karşılığında kullanılmaktadır.

‘Dalâlet’, ‘hidâyetin ve rüşd’ün zıddı olup, kasden ya da unutarak doğru yoldan ayrılmak demektir. (Bakınız: Hidâyet, Rüşd)

‘Dalâlet’in bir başka tanımı şöyle yapılabilir: Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek, ya da arzu edilen sonucu kazandıran her türlü yoldan ve metodlardan ayrılmaktır.

‘Dalâlet’ gerçekte , maddî ve görülen bir yoldan sapma olduğu halde, daha sonra din ve akıl yolundan sapmak anlamına kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle ‘dalâlet’ daha çok dinden sapmayı, ‘dalâl’ ise akıl ve sözdeki sapmayı ifade eder.

Aynı kökten gelen ‘idlâl’, dalâlete düşürmek, azdırmak,

‘Mudıl’ dalâlete düşüren, sapıttıran,

‘Dâll’, dalâlete düşen, sapan, sapmış, anlamlarına gelir.

b- Dalâletin Kur’an’daki Anlamları

Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’an–ı Kerim’de ikiyüzü aşkın yerde geçmektedir. Hidâyetin ve imanın karşıtlığını, inkârcıların hidâyet karşısındaki durumlarını ifade etmede önemli bir Kur’an kavramıdır.

Kur’an’da daha çok küfür ve inkârı kapsayan sapıklık olarak kullanılmaktadır. Ancak Kur’an, dalâlet kavramını ya da türevlerini bir kaç manada daha kullanmaktadır ki, bu anlamların kelimenin kök manasıyla yakın ilişkisi vardır.

 

1- Saptırmak Anlamında

‘İdlâl’ şeklinde geçmekte ve başkasını saptırmak, doğru yoldan alıkoymak, gerçek yolu kaybettirmek manalarına gelmektedir. (‘Ağvâ ve sadde’ fiilleri de saptırmak manasında olup ‘idlâl’ kelimesiyle yakın ilgileri vardır.)

Şeytan şöyle söyleniyor: “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım…” (4/Nisa, 119)

Kur’an ayrıca Firavun’un ve altından buzağı yapıp İsrailoğullarına ‘işte sizin ilâhınız budur’ diyen Samirî’nin birer saptırıcı olduğunu vurguluyor. (20/Tâhâ, 79, 85)

 

2- Şaşırmak Anlamında

Bu anlam, inançsızlar hakkında kullanıldığı gibi peygamberler hakkında da kullanılmıştır. “Seni şaşırmış (dâll) bulup da yol göstermedik mi?” (93/Dûha, 7) âyetinde Peygamberimizin peygamberlikten önceki durumuna işaret edilmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed (sav) ilahî vahiy’den habersizdi, şer’î hükümleri ve peygamberlik görevini bilmiyordu.

Kur’an, Peygamberimizin yaptığı tebliğle hiç bir zaman yanılmadığını ve sapmadığını söylemektedir. (53/Necm, 2)

 

3- Boşa Çıkarmak Anlamında

Şu âyette oldugu gibi: “Dediler ki, ‘Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulunacak mışız?’ Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir.” (32/Secde, 10) Burada geçen ‘dalâl’ kelimesi yok olup gitmek, kaybolmak anlamındadır.

Allah’a iman etmeyen, üstelik insanları Allah’ın yolunda alıkoymaya çalışanlar iyi amelde bulunsalar bile onların bütün yaptıkları boşa çıkacaktır (dalâl olacaktır). (18/Kehf, 103-104)

‘Dalâlet’, aslında bir sapmadır, yitip-kaybolmadır, bir helâk olmadır. (71/Nûh, 24)

 

4- Azap Anlamında

Kur’an cehennemlikleri ‘dalâl’ içinde olmakla tarif etmektedir ki bu da onlara taddırılan azaptan başkası değildir. (54/Kamer, 47-48)

 

5- Hüsran Anlamında

Tarih boyunca İslâma ve onu tebliğ edenlere karşı hile ve tuzaklar, hep boşa çıkmıştır, bu tuzakların sahipleri yaptıklarının karşılığında hüsrana uğramışlardır. Kur’an bunu bir yerde ‘dalâl’ kelimesiyle ifade ediyor. (40/Mü’min, 25) İki âyette de yine hüsran anlamında geçiyor (12/Yusuf, 30. 36/Yasin, 24)

 

6- Yanılmak Anlamında

“Yusuf’un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum” diyen Hz. Ya’kub’a oğulları şöyle dediler: “Allah adına hayret, sen hâlâ geçmişteki yanılgındasın”, (12/Yusuf, 94-95) Hz. Yusuf’u çok seven babasına karşı da benzer bir yanılgıda olmak suçlaması yapılıyor. (12/Yusuf, 8) Her iki âyette de ‘dalâl’ kelimesi kullanılıyor.

Miras taksiminde hak sahiplerine karşı haksızlık yapılmamasını ikaz eden âyette de aynı kelime ‘hata’ anlamında geçmektedir. (4/Nisa, 176)

 

7- Sapkınlık Anlamında

‘Dalâlet’ aynı zamanda aklî sapmalar hakkında da kullanılmaktadır. Nitekim, dalâlet; dini olarak sapmayı ifade ediyorken, dalâl ise daha çok akıl yönünden sapmayı, şaşırmayı anlatır.

‘Dâll’, sapıtmış, şaşırmış, yoldan çıkmış; bunun çoğulu olan ‘dâllîn’ ise sapıtanlar, şaşırmışlar anlamındadır.

“…Kim imanı küfre değişirse, artık o, dalâlete düşmüş (doğru yoldan sapmış) olur” (2/Bakara, 108)

İster mü’min ister inkârcı olsun, ‘Allah’ın ve Rasûlünün emirlerine karşı gelenler sapıklığa düşerler. (33/Ahzab, 36) Allah’a şirk koşan müşrikler de derin bir sapıklık içerisindedirler. (4/Nisa, 116)

 

c- Dalâlette Olanlar

Yine Kur’an’ın ifadesine göre şu gibi kimseler de dalâlete düşmüşlerdir: Allah’ı, O’nun meleklerini, kitaplarını, peygamberini ve Ahiret gününü inkâr edenler. (4/Nisa, 136)  

Peygamberin çağrısına kulak asmayanlar, ya da O’nunla alay edenler. (25/Furkan, 41-42. 46/Ahkaf, 32)

Kur’an’ın ilâhî bir kitap olduğunu kabul etmeyenler. (41/Fussilet, 52. 62/Cuma, 2)  

Kıyametin kopacağından şüphe edip bu konuda ileri geri tartışmaya girişenler. (42/Sûra, 18)

Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram sayanlar, çocuklarını geçindirememe endişesiyle öldürenler. (6/En’am, 140)

Hüküm verirken Allah’ın hükümlerine itibar etmeyip, kendi hevalarından hüküm verenler. (6/En’an, 56. 38/Sâd, 26)

Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler. (7/A’raf, 179)

Kalbinde nifak hastalığı bulunan münafıklar. (63/Münafikun, 6)

Kur’an’a göre ehl-i kitap da doğru yoldan sapmış kimselerdir. (5/Maide, 60, 77)

 

d- Dalâlette Olanların Özellikleri

Allah’ın hidâyetine uymak insanın fıtratına daha uygunken, dalâleti tercih edenler, akıl ve duyularını yerli yerinde kullanmayıp da sapıklığa düşenler ve başkalarını da saptıranlar şüphesiz zalim kimselerdir. Onlar akıllarını kullanıp gerçeği görecekleri yerde, hevalarına (doğru olmayan arzularına) uyarlar. (4/Nisa, 44. 43/Zuhruf, 40)

Bir takım kişiler ve kötülük odakları insanları hidâyetten uzaklaştırıp dalâlete düşürebilirler. İnsan yaratılışı gereği itaat etmeye de isyan etmeye de meyillidir. Aklını iyi kullanan, Allah’tan gelen hidâyet sebeplerini iyi anlayan, yani Kitabı ve Peygamberi idrak eden, Allah’ın her taraftaki âyetlerini düşünen kimseler doğru yolu bulurlar. Bunlardan uzak kalıp, dalâlete sürükleyici kişilerin peşine gidenler ise sapıtırlar.

Kur’an’ın açıklamasına göre şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanları sapıklığa götürmeye çalışırlar. (20/Taha, 177-121. 25/Furkan, 29. 7/A’raf, 16-17. 4/Nisa, 119. v.d)

Firavun gibi cürüm (günah) işleyenler ve onun yanındaki Mele’ sınıfı (aristokratlar) kendilerine uyanları sapıtırlar. Firavun, Kur’an’ın üzerinde çok durduğu tipik bir isyancı kişiliktir. Yeryüzünde azıp-sapmanın (Tuğyanın), kibirlenmenin, cürüm işlemenin, kendi hevasını ilâh haline getirmenin, zulmün ve sapıtmanın en açık örneğidir. Kendisi sapıklıkta olduğu gibi, üzerinde hakimiyet kurduğu kitleleri de kendisi gibi sapıklığa götürmenin gayretinde idi.

Şüphesiz her devirde Firavun tipli insanlar çıkabilir, kendileri dalâlette oldukları gibi diğer insanları da hidâyetten ayırmak için çaba gösterebilirler. Allah’ın âyetlerine sırt dönen bu azgınlar, kurdukları şeytanî sistemlerle, oynadıkları oyunlarla bu hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.

İnsanların kendi elleriyle yaptıkları ve kutsal saydıkları putlar ve benzeri (heykeller) de sapıklığa sebep olurlar. (14/İbrahim, 36)

 

d1- Dalâlet Önderleri

Hidâyette olmayan, Allah’ın çizdiği çizginin dışında yaşayan ve İslâmî ilkelere dikkat etmeyen çoğunluğa veya topluluklara uymak da kişiyi sapıklığa götürebilir. İnsan için ölçü çoğunluğun ne yaptığı değil, inancın ve hayat anlayışının Hakk’a uygun olmasıdır. (6/En’am, 116-117)

İnsanları saptıran bir başka grup da, kişilerin peşine gittikleri önderleridir. İster dinî anlamda olsun, ister siyasî anlamda olsun; toplumun önündeki kişilere ‘imam’ veya ‘önder-lider-başkan’ denir.

Önder konumundaki kişiler sapıklık üzerinde iseler, peşlerinden gidenler de onlar gibi olurlar. Bir önderi (imamı) körü körüne taklit veya takip etmek, onun yanlışlarını da kabul etme tehlikesini de beraberinde getirir. Kitleler genellikle bir liderin, bir önderin peşine giderler, onun izini izlerler, onun görüşlerini çoğu zaman kayıtsız şartsız kabul ederler. Firavun gibi düşünen önderler, peşlerine gelenleri tıpkı kendileri gibi dalâlete götürürler.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).” (Darimî , Rikak/39, Hadis no: 2755, 2/219.)

Müslüman ümmet hakkında böyle bir korku duyulursa, küfür öncülerinin (9/Tevbe, 12) peşinde gidenler hakkında daha fazla endişe etmek gerekir. Çünkü küfür önderleri insanları -Kur’an’ın deyişiyle- ‘cehenneme çağırırlar’. (28/Kasas, 41)

Allah (cc) bütün insanları mahşer meydanına hesap vermek üzere, dünyada iken peşlerine gittikleri imamlarıyla (önderleriyle) birlikte getirecektir. (17/İsra, 71) İnkârcılar o gün şöyle diyecekler:

“Yarabbi! Biz büyüklerimize ve imamlarımıza (yöneticilerimize) itaat etmiştik. Onlar da bizi doğru yoldan sapıttılar.” (33/Ahzap, 67. 7/A’raf, 38-39) Bu saptırıcılar kendi günah yüklerini taşıdıkları gibi, saptırdıkları kimselerin günahlarını da taşıyacaklar. Buna karşı toplumu saptıran kimselere gönüllü olarak uyanların günahlarında ise bir eksilme olmayacak. (16/Nahl, 25)

 

d2- Dalâlete Düşme Sebepleri

Bazı insanların hidayetten yüz çevirip dalâlete sapmalarının bir takım sebepleri vardır. İnsanın yetiştiği ortam, aldığı eğitim elbette önemlidir. Ancak insanın iradesi kendi elindedir. O dilediği yolu ve inancı seçebilir. Onun, batıl ve Kur’an’ın dalâlet dediği yolları seçmesine bazı sebepler etki edebilir.

Özellikte müslümanların dalâlete düşmelerinde, dinde sonradan ortaya çıkan bid’atlerin rolü vardır. Bid’atler, dinî kılıfla sunulduğu için çoğu insan bunu anlamaz. Bid’atleri hayat haline getirenler de günün birinde İslâm inancının dışına çıkarlar. (Bakınız: Bid’at)

Din’de tefrika (ayrılık) çıkarmak da sapıtmanın bir başka nedenidir. Din’de ayrılık çıkarmak, şüphesiz İslâmı kendi kafasına göre anlayıp, kendi anladığını din sanmak, diğer anlayışları din dışı sayıp onlara sırt dönmek, onları düşman bilmektir. Kur’an, önceki ümmetlerin bu hataya düştüklerini haber veriyor:

“Dinlerini parçalayıp grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur.” (6/En’am, 159)

Dinlerini parçalayıp fırka fırka (parti parti) olanlar, kendi ellerinde olanla, yani kendi fikirleriyle, kendi anladıklarıyla, gruplarına ait üstünlüklerle, kendilerinin daha doğru yolda olduğu iddiasıyla övünüp durmaktadırlar. (30/Rûm, 32) (Bakınız: Tefrika, Fırka-i Naciye)  

Dinlerini parçalamanın başka bir anlamı da, dinin hükümlerinin bir kısmını almak, bir kısmını bırakmaktır. Böyle yapanlarla, kendi hizbinin (grubunun) anladığı şeyi din zannedenler arasında fark yoktur. Her biri bir liderin, bir önderin peşine takılır, bir grup bulur, grubunu en üstün sayar, diğer grubu yanlışta görür. Hatırlatmak gerekir ki mezhepli olmak, İslâmın akidesine uygun düşünen bir gruba mensup olmak, bir grupla beraber calışmak, bir hizbin prensipleriyle bir işi yapmak üzere bir araya gelmek yanlış değil; grupcu, mezhepci, partici olmak hatadır ve insanı dalâlete kadar götürebilir.

Bu hatadan kurtulmanın yolu Kur’an’a ve yine O’nun istediği gibi topyekûn sarılmaktan geçer. (3/Âli İmran, 103)

İslâmı, O’nun güzelliklerini, O’nun insana kazandırdıklarını, İslâma uymakla elde edilebilecek kazançları, Allah’ın vereceği mükafatı (va’ad) ve vereceği cezayı (va’id’i) bilmeyenler, bu gibi konularda cahilce hareket edenler hidâyetten saparlar. (6/En’am, 144. 22/Hacc, 8-9) Bilgisizlik insanı hem doğru olandan ayırır hem de kişiyi belli konularda taassub sahibi yapar. Kişinin bilmediğini bilmemesi ise daha büyük bir kayıptır. Böyleleri kendi hevalarına uyarlar, bildikleri az şey üzerinde inatla dururlar, sapıklıkta olsalar bile kendilerini kolay düzeltemezler.

Elde edilen bilginin yanlış kullanılması da insanı dalâlete düşürebilir. İlim, insanlara gerçeği göstermesi ve hakikate ulaşmasında bir ışık olması gerekirken; insanlar bilgiyi gereğince kullanamamaktadırlar. Bu nedenle, günümüzde bilim son derece gelişmiş olmasına reğmen insanlığın çoğu Kur’an’ın dalâlet dediği çizgidedir.

Kimileri de insanlara hükmetmek, onların sırtından geçinmek, ya da başka amaçlar için din’den ögrendiği bilgileri yanlış yerde ve kendi çıkarı için kullanır, hem kendi sapar hem de başkalarını saptırır.

İnsanın kalbinden ‘Ahiret’ inancı kaybolduğu an, o derin bir sapıklığa düşer. Ahiret inancı şüphesiz insana hayat gerçeğini öğreten en önemli bilgidir. (34/Sebe’, 8)

Lehve’l hadis’e ( boş, işe yaramaz, insanı Allah’tan ve O’na itaattan uzaklaştıran her türlü söz ve meşguliyete) müşteri olanlar da hidâyetten uzaklaşırlar. (31/Lokman, 6) Bu gibi sözler ve uğraşılar kişiye bir fayda sağlamaz ama onu Allah’tan ve kulluk görevlerinden uzaklaştırır, onu dalâlete düşürür. (bak: Lehve’l Hadis)

 

e- Dalâletin Sonuçları

Dalâlete düşenlerin kalpleri kasvetlidir (katıdır). Onların kalpleri fıtrî özelliklerini yitirmiş, hidâyete kapalı, şirke, küfre, şüpheye ve yanlışlığa yatkındır. Öyle kalplere hikmeti ve hidâyeti anlatmak zordur. (7/A’raf, 179. 13/ Ra’d, 30-31 v.d.)

“Allah, kime hidâyet verirse onun kalbini İslâma açar. Kimi de saptırmak isterse onun da kalbini göğe yükseliyormuş gibi daraltır, sıkar…” (5/Maide, 13) Dalâlette olanların kalpleri ‘dayk-dar’dır.

Dalâlette olmanın, hidâyeti bırakıp da dalâleti satın almanın (2/Bakara, 16) Ahiretteki cezası elbette Cehennem’dir. (26/Şuara, 91-97. 17/İsra, 97. v.d.)

Görüldüğü gibi dalâlet, doğru yoldan, Allah’ın yolundan ayrılıp başka yollara sapmak, batıl dinleri kabul etmek, Allah’ın emrine aykırı yaşamaktır. Bu sıfat inkârcıların ve müşriklerin bir sıfatıdır. Bu kavram, onların hidâyetten ayrılarak yanlış yola girdiklerini, çıkmaz bir sokağa saptıklarını, gerçeğe aykırı hareket ettiklerini, kendilerini kurtuluşa götürmeyecek bir tercih yaptıklarını en güzel bir biçimde ortaya koymaktadır.

Allah’ın davetine kulak asmayıp, O’nun âyetlerini inkâr edenler, kendilerini maksada götürecek yolu kaybedip, azabı ve tükenişi kazandıracak olan sapıklığı alırlar. Dalâlete düşmek bir anlamda azmak, haddi aşmaktır. Böyle yapanlar Hakk’ın karşısına çıkmış ve kendi aleyhlerine azap kazanmış olurlar.

İnsanları Allah’ın dininden yüz çevirtip sapıklık yollarına sürükleyecek kişiler, sistemler ve araçlar günümüzde çok daha fazladır. Bugün bir çok siyasî sistem, hayat felsefesi, akımlar ve çalışmalar insanları dalâlete davet etmektedir. Eğitim ve medya araçları dalâleti daha geniş kitlelere ulaştırmaktadır.

Müslümanlar, her namazda, Fatiha’da yer alan şu duayı okuyarak dalâlet’ten korunmaya çalışırlar.

“Yarabbi! Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dâllîn olanların (sapıtmışların) yoluna değil.”

Hüseyin K. Ece

İslamın Temel Kavramları kitabından. Sayfa: 113-118