‘Dâr’ın çoğulu ‘diyar’, ya da ‘dûr’ dur.

Kur’an-ı Kerim, ‘dâr’ kelimesini bir kaç anlamda kullanmaktadır:

Mesken anlamında, (7/A’raf, 78, 91)

Cennet anlamında, (16/Nahl, 30)

Cehennem anlamında, (14/İbrahim, 28)

Peygamber şehri Medine anlamında. (59/Haşr, 9)

Kur’an, Ahiret hayatına ‘dârü’l ahira’ demektedir. (2/Bakara, 94. 33/Ahzab, 29. 6/En’am, 32. 12/Yusuf, 109. v.d.)

Cennet’in bir diğer adı ‘dârü’s selâm-selâm yurdu’dur. (6/En’am, 127. 10/Yunus, 25) Cennete şu isimler de verilmektedir: ‘Akibetü’d dâr-ukbe’d dâr - eninde sonunda gidilecek yer’ (6/En’am, 135. 13/Ra’d, 22, 24, 42. 28/Kasas, 37), ‘dârü’l mükâme, darü’l karar - devamlı kalınacak yer’ (35/Fatır, 35. 40/Ğafir, 39), ‘dârü’l huld - ebedilik yurdu’ (41/Fussilet, 28).

Dünya hayatını hak yolda değil de şeytanın peşine takılarak geçirenlerin gideceği yer ‘sû’ü’d dâr- yurdun kötüsü’ (13/Ra’d, 25. 40/Ğafir, 52) ve ‘dârü’l bevar-helâk yurdu, mahvolma yeri’ (14/İbrahim, 28), yani Cehennem olacaktır.

‘Dâr’ kelimesi hadislerde daha çok ‘ev, mesken, barınılacak yer’ anlamında kullanılmıştır.

‘Dâr’ kelimesi bazı terkiplerle beraber geniş bir kullanım alanına sahiptir. Bir çok kurum ve kuruluş ‘dar’ kelimesiyle beraber isimlendirilmiştir.

‘Dârü’l hadis-hadis yurdu’, ‘dâru’l fünûn-üniversite’, ‘dâru’l hikme-hikmet (felsefe) evi’, ‘dâru’l aceze-düşkünler yurdu’, dâru’ş şifa-hastahane’, ‘dâru’ş şafaka-yetimler yurdu’, ‘Dâru’n Nedve-müşrik arapların İslâmdan önceki meclisleri’ gibi.

 

b- Ülkeleri Nitelendirme Açısından Dâr Kavramı

İslâm hukukunda ise ‘dâr’ kavramı ülkelerin hukukî durumunu nitelemek üzere kullanılan bir tanımlamadır. Bir ülkenin veya beldenin İslâmî veya İslâm dışı bir yönetim ve hukuk sistemine sahip olup olmadığı bu niteleme ile anlatılır.

Buna göre bir ülkenin, bir beldenin nasıl bir ülke olduğunun belirlenmesindeki ölçü; o ülkenin nasıl bir yönetim biçimiyle yönetildiğine ve oraya hangi hukuk sisteminin hakim olduğuna göredir.

İslâm hukukçuları ülkeleri ve beldeleri nitelemek için ‘dâru’l İslâm’, ‘dâru’l harb’, ‘dâru’s sulh’, ‘dâru’l adl’, ‘dâru’l eman’ gibi terimler kullanmışlardır.

 

b1- Dâr (Ülke) Anlayışı

Bugün de ülkeler ya bir ırka (ulusa), ya bir bölgeye, ya da bir ideolojiye nisbet edilmektedir. Böyle bir durum karşısında İslâm hukukunun yaptığı ‘dâr - ülke’ tanımı daha bir önem kazanıyor. Müslüman kitlelerdeki yanlış ülke-vatan imajı, onları toprak konusunda yanlış inançlara götürdüğü gibi, yaşadıkları beldelerde hakimiyet kurmak isteyen güçlerin işini de kolaylaştırıyor. Müslümanların yaşadığı ülkelere hakim olan ama halkına ve halkın inancına yabancı olan siyasi güçler yepyeni bir vatan ve ülke anlayışı geliştirdiler.

Dâr (vatan), toprağa bağlı olarak yaşayan ilkel toplumlarda bile kutsaldı. Modern zamanlarda ortaya çıkan ulus devletler, insanlardaki bu toprağı kutsama duygusunun bir yansımasıdır. Bu nedenle ‘kutsal vatan’ imajı, en çok istismar edilen ve bir çok olumsuzluğun gizlenmesinde kullanılan unsurların başında gelmektedir.

Halbuki toprak tek başına hiç bir şey ifade etmez. Toprağı vatan yapan, orada yaşayan insanlar ve o insanların taşıdığı değerlerdir.

 

b2- İslâm’a Göre Dâr Anlayışı

İslâmdaki ‘dâr’ anlayışının temelinde İslâmî ilkeleri gereği gibi uygulamak, daha iyi müslümanca yaşamak, müslümanların güvenliklerini sağlamak, onların insanca yaşayabilmeleri için gerekli tüm ihtiyaçlarını daha iyi  temin etmek amacı bulunmaktadır. İslâm, ilkel toplumlardan beri fetiş (kutsal) haline getirilen toprağa aşırı bağlılık hurafesini yıkarak, insanı doyuran ve botanik ile jeolojinin konusu olan ‘vatan’ anlayışı yerine, insanın inancını hür bir şekilde yaşayabildiği, orada kendini emin (güvenli) hissettiği ‘dâr-ülke’ anlayışını koydu.

Peygamberimiz (sav), tebliğ görevini rahatça yapamadığı için ve inancı uğruna doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Mekke’yi terketmiş, İslâm’ı hayata hakim kıldığı Medine’ye hicret etmiş ve orasını kendine vatan edinmişti.

‘Peygamberimizin bu davranışı müslümanlara vatan anlayışı hakkında yeterli bilgi vermektedir. O’nun tavrı ‘vatan’ anlayışına getirdiği yeni bir boyuttu. Hatta O’nun Mirac yolculuğu bile, mü’mine sınırlı bir toprak parçasını da aşıp dünya ile yetinmeyerek evrensel insan olduğunu ve evrenin gerçek Sahibine ait olduğunu öğretir.

İslâm, aynı zamanda müslümanın aidiyet duygusunu, basit ve ilkel soy, kabile, aşiret, kavim, sınıf, cinsiyet, renk gibi kendisinin seçmediği ontolojik unsurlardan arındırarak; onu daha yüce düzeye çıkarmıştır. O insanı, ırkçılık, kabilecilik, sınıfçılık, renkçilik ve benzeri tutkulardan kurtarıp, kendi gayreti ile elde ettiği ve insanlığın değişmez değerlerini temsil eden evrensel kimliğe kavuşturur. Bu kimliğe ulaşmış bir müslüman kendini sınırlı bir coğrafyayla, bir toprak parçasıyla, ya da belli bir soy, kabile, ülke, ideoloji ve sınıfla ifade edemez. O artık bütün evrenin dile getirdiği evrensel koroya uyan bir ‘müslüman’dır. Çünkü o bilmektedir ki yerde ve gökte olan her şey Allah’ın iradesine ve evren için koyduğu kanunlara isteyerek ve istemeyerek uymaktadır. Bunu Kur’an şöyle dile getirmektedir:

“Sonra gaz bulutu halinde bulunan fezaya yöneldi. Ona ve yere ‘ister gönül rızasıyla, ister rızasız gelin-teslim olun’ dedi. Onlar da ‘gönül rızasıyla geldik-teslim olduk’ dediler.” (41/Fussilet, 11)

Toprak da Allah’ın hükmüne teslim olan ve böylece müslüman sayılan evrenin bir parçasıdır. Bir toprak parçasının hidayete açılması, o toprak üzerinde Allah’ın hükmüne uyulması; toprağı ait olduğu kozmik gerçekle buluşturmaktır. Bir toprak parçasını İslâm’ın hidayetine kapatmak, o toprağı onun tabiatına aykırı olarak şirke, küfre, isyana vatan yapmak ona ihanettir. Gönül rızasıyla Rabbine teslim olan yerleri, Allah’ın davetine gönül rızasıyla evet diyen mü’minler vatan edinirler. İnsana düşen, yeryüzünde bulunan bu tabii dengeyi şirkle, isyanla ve fesatla bozmaması, bu evrensel koroya Rabbinin hükümlerine uyan bir kul olarak katılmasıdır.

Müslümanlar, İslâm’ın diriltici soluğuna kavuşan beldelere ‘dâr’ yani ‘yurt’ adını verirler ve orasına ‘dâru’l İslâm’ derler.

İslâm kendisine ‘dâr-yurt’ olan beldeyi hemen medenileştirir. Daha doğrusu orasını medine haline getirir. Her iki kelimenin aslı ‘temeddün’dür. Temeddün; ‘bir dine sahip olmak, dine uygun bir yaşama biçimi olan bir beldeye mensup olmak, medenileşmek’ demektir. Bunun anlamı, İslâmla insanlar bir nizama, düzene ve hayatı güzelleştirici ilkelere ve bu ilkelerin güzellikle yaşandığı beldelere kavuşurlar. Yaşadıkları beldeler kendileri için gerçek ve medenî bir ‘dâr-yurt’ haline gelir.’ (özetle: M. İslâmoğlu, Yürek Fethi, s: 51-55)

 

c- İslâm Hukukuna Göre Ülkeler

Şimdi kısaca İslâm hukukunda ülkelere ve beldelere verilen adları gözden geçirelim:

 

c1- Dârü’l İslâm

Müslümanların hakimiyeti altında bulunan yer, ya da müslümanların imamının (devlet başkanının, önderinin) hüküm ve yönetimi altında bulunup İslâm hukuk sisteminin uygulandığı ülkedir.

İslâm hukukuna göre idare ve hakimiyet kimdeyse, ya da hangi hukuk sistemi geçerliyse ülke ona nisbet edilir. Nüfusun müslüman veya gayri müslim olması önemli değildir. Bir ülkenin ‘dâru’l İslâm’ sayılması için o ülkede idare ve icraatın İslâm esaslarına göre yürütülmesi yeterlidir.

İslâm tarihinde ilk ‘dâru’l İslâm’ Hicret’ten sonra Hz. Peygamber eliyle Medine’de kuruldu. İslâmî fetihler genişledikçe, beldeler İslâmî yönetimi benimsedikçe ‘dâru’l İslâm’ın sınırları da genişledi. Müslümanlar Medine’de siyasî bir güç haline geldiler, diğer insanlarla ilişkileri beynelmilel (uluslararası) bir şekil aldı. Medine’de Peygember eliyle oluşturulan bu siyasî güç, zaman içerisinde başta Mekkeliler olmak üzere çevre devletler tarafından bağımsız bir devlet olarak tanındı. Medine toplumunun yönetim sorumluluğu müslümanlara aitti ve onların hakim olduğu yerlerde İslâm hukuk düzeni uygulanıyordu.

Bir ‘dârü’l İslâm’, kafirler tarafından işgal edilmesiyle, bir bölgenin veya kişinin isyan edip o beldeyi ele geçirmesiyle, ya da müslümanların arasında zimmî olarak yaşayan bir gayri müslimin o beldeyi müslümanların elinden almasıyla, o beldede İslâm ahkâmının yürürlükten kaldırılmasıyla ‘İslâm yurdu’ olmaktan çıkar.

Ancak bir beldenin İslâm yurdu olmaktan nasıl çıkacağı konusunda alimler arasında görüş birliği bulunmamaktadır.

 

c2- Dârü’l Harb 

Küfür yöneticisinin hakimiyeti altında bulunan yer demektir. Bu kavram, İslâm dışı devlet ve yönetimin hakimiyet alanını, uygulanan hukuk düzenlerinin kimliğini ifade etmektedir. İslâmî hakimiyetin dışında kalan, yönetim ve hukuk düzeni İslâmî esaslara uymayan ülkeler ‘dâru’l harb’tir.

İslâm hukukçularına göre devletin siyasî, idarî ve hukuk düzeninin İslâmî esaslara dayandığı, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin müslümanların elinde bulunduğu ülkeler ‘dâru’l İslâm’, bunun dışında kalan ülkelerin pek çoğu ise ‘dâru’l harb’tir.

‘Dârü’l harb’ kavramı ilk bakışta, müslümanlarla diğer insanlar arasında her zaman fiilî olarak savaş varmış gibi anlaşılıyorsa da durum böyle değildir. Bu kavram sürekli savaş halini değil, İslâm dışı yönetimleri nitelemekte, onların hukukî durumunu ifade etmektedir.

Bu ülkelerin bu şekilde adlandırılmasının bazı özel sebepleri vardır. İslâmın ilk dönemlerinden beri gayri müslimler müslümanlara karşı sürekli hasımlık gütmüşler, onların zararına çalışmışlar, bazen de onlarla savaşmışlardır. Halbuki müslümanlar kendilerine bir saldırı olmadığı sürece başkalarına saldıramazlar. Çünkü İslâm, insanların can, mal, nesil, nefis ve din emniyetlerini garanti etmektedir.

 

c3- Dâru’s Sulh

İslâm hukukuna göre müslümanların gayri müslimlerle ilişkilerinin temeli savaş değil sulh’tur. Savaş geçici bir durumdur ve bunun sebebi de onların müslümanlara saldırmasıdır. Müslümanlar kendileriyle savaşanlara hem savaş öncesi hem de savaş esnasında barış yollarını teklif ederler. Başarılı olamazlarsa savaş devam eder. Müslümanların onlarla savaşmasının sebebi onların saldırı ve tecavüzlerine engel olmaktır.

Bir devlet veya belde müslümanlarla anlaşma imzalarsa, o belde artık ‘dâru’s sulh’ olur. Anlaşmalar ya geçici, ya da devamlı olur. Karşı taraf anlaşmayı bozmadığı sürece müslümanlar anlaşmaya uyarlar.

Bu gibi anlaşmalı ülkelere ‘dârü’l ahd’, ‘dâru’l muahede’, ‘dâru’l musalaha’ da denilir.

 

c 4- Dârü’l Eman 

Müslümanlar tarafından fethedildikten sonra kendilerine ‘eman-güven ve hürriyet’ verilen beldeler ‘dâru’l eman’ olarak nitelenir. Böyle beldeler müslümanların hakimiyeti altında olacağından bunlar ‘dârü’l İslâm’a bağlıdırlar. Herhangi bir kimse müslümanların ülkesine sığınırsa ona can, mal, kişilik haklarına dokunulmazlık ve benzeri konularda ‘eman’ verilir, güvenliği sağlanır. Bir beldeye de aynı güven verilirse orası ‘dâru’l eman’ olur.

Müslümanlar bulundukları beldelerde meşru araçları kullanarak, insanların yaşama ve inanma hürriyetlerine dokunmadan, onlara zarar vermeden, insanları İslâmın güzellikleriyle tanıştırmakla yükümlüdürler. Çünkü İslâm hem barış, hem huzur, hem güvenlik, hem de bütün hakların garantisi ve kaynağıdır.

 

d- Dâr Tanımlarına Yeniden Bakmak

Sözlük anlamından hareketle İslâm hukukunun hakim olmadığı bütün ülkelere ‘dâru’l harb’ demek mümkündür. Zaten İslâm bilginleri de bunu israrlı bir şekilde vurgulayarak ‘daru’l harb’ nitelemesinin yalnızca fiilî savaş olmadığını söylerler. ‘Daru’l harb’ deyimi, fiilî savaş durumunu da kapsamak üzere müslümanların hakimiyetinde olmayan ülkeleri tanımlamak üzere kullanılan bir teknik terimdir. Ancak bazıları bunu savaş olmasa bile savaş hali vardır, müslümanlarla gayri müslimlerin ilişkisi hep harb halidir diye anlamak istiyorlar. Bu nedenle bu tanımı, yalnızca müslümanlarla gayri müslimlerin savaş halinde oldukları ülkeler hakkında kullanmanın İslâmın hedefleri ve bugünkü dünya gerçekleri açısından daha doğru olacağını düşünüyoruz.

Günümüz dünyasında bu kavramların yeniden değerlendirilmesinin faydasına inanıyoruz. Dünya giderek büyük bir kent halini almaktadır. Farklı dinlere inanan insanlar artık içiçe, birarada yaşamak zorundalar. Hayat şartları onları buna zorluyor. Müslümanlar, can, mal emniyetinin sağlandığı, özgürlüklerin verildiği, insan haklarının az çok sağlandığı beldeleri ‘dâru’s sulh, dâru’l ahd’ saymalı ve bu gibi yerlerde de İslâma uygun yaşamanın imkanlarını arayabilmelidirler. Ya da müslümanların çoğunlukta oldukları ülkeleri gerçek İslâm beldeleri yaparak insanlık için örnek olabilecek toplum ve ona uygun yönetim kurmak üzere çaba sarfetmeyi düşünmelidirler.

Ayrıca bu gibi kavramları kendi mantığı ile anlamak gerekiyor. Müslüman ülkelerin anlaşmalı olduğu ülkelerde yaşayan müslümanlara artık; “dârü’l harb’te yaşıyorlar, onlarla gayri müslimler arasında harb hukuku geçerlidir; gayri müslimlerin malları ellerinden haksız yere alınabilir, faizin her türlüsü caizdir, cuma namazı kılınmasa da olur”, diyebilir miyiz?

Bizce bütün bu gibi sorulara ‘evet’ demek zordur. Bu hem İslâm hukukunun ülkeleri böyle nitelemesinin inceliğini yeterince anlamamak, hem de günümüz gerçekleri karşısında müslümanların işini yokuşa sürmektir. Unutmamak gerekir ki İslâm ve onun geliştirdiği fıkıh zenginliği geçmişte kalan bir kültür değil, her zaman ve her yerde yaşanabilir bir hayat sistemidir. İslâm’da olmayan bir şeyi ‘bu İslâm’ın emridir’ deyip te onun yaşanmasını zorlaştırmaya ve onun yanlış tanınmasına sebep olmaya kimsenin hakkı yoktur. Müslümanlar, etraflarında yaşayan insanlara İslâm’ın güzelliklerini göstererek onların gönüllerini fethetmek ve yaşadıkları çevreleri ‘dâru’s sulh-barış yurdu’ yapmak görevindedirler. 

Hüseyin K. Ece

 İslamın Temel Kavramları kitabından. Sayfa: 119-123