Peygamber (sav) buyuruyor:

“Benim çeşitli isimlerim vardır. Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben toplayıcıyım, insanlar benden sonra haşrolunacaklar. Ben mahvediciyim ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ve ben sonuncuyum.” (Buhari, Tefsir 61, Menâkıb 17. Tirmizî, Edeb 67. Darimî, Rikak 59)

Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettiği zaman, Medine ve çevresinde ikamet eden  bir çok yahudi kabilesi vardı. Bunlar kitap ehli oldukları için peygamberlerin hangi şartlarda gönderildiğini biliyorlardı. O gün dünyanın içinde bulunduğu şartlara bakarak son peygamberin gelme zamanının yaklaştığını, ama bu peygamberin kendi aralarından çıkacağını düşünüyorlardı. Bu gerçekleşirse, araplara karşı ezikliklerinin ve güçsüzlüklerinin sona ereceğini umuyorlardı. (C. Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Daveti, s: 51)

 

2- O bir beşer/insan idi:

Peygamber (sav) bir melek veya olağanüstü bir varlık değil, bir beşer/insan/âdemoğlu idi. Onun bu sıfatının vurgulanması şüphesiz ki, ölümlü bir kimse aracılığıyla gönderilen mesajın ölümsüzlüğüne vurgudur.

“De ki: “Elbet ben de sizin gibi ölümlü insanım: Bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, işte o Allah’ı razı eden imanına layık işler yapsın ve Rabbine kulluk ederken hiç kimseyi O’na ortak koşmasın.” (Kehf 18/110. Bir benzeri: Fussilet 41/6)

O bir melek olmadığı gibi Allah’ın hazinelerine de sahip değildi. (En’am 5/50)

Mü’minlerin arasından seçilen elçi de şüphesiz ki onlar gibi insandır. (Âli İmran 3/164)

 

3- O ümmî idi:

‘Ümmî’, anneye mensup, anasında doğduğu gibi kalan, okuma-yazma bilmeyen demektir. (Müfredât, s: 26. Lisanu’l-Arab, 1/159)

Kavram olarak  ‘ümmí’, yalnızca okuma-yazma yoluyla elde edilen bilgileri bilmeyen, doğal hali üzere kalan kişiyi anlatır.

Allah (cc) insanları ümmî bir elçiye uymaya çağırıyor. (A’raf 7/157, 158)

Âyetlerde geçen ‘ümmî peygamber’ ifadesi Peygamberin okuma yazma bilmemesi anlamına gelebileceği gibi, Kitap Ehline mensup olmayan peygamber şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim Cuma Sûresi 2. âyette onun hakkında “Tevrat’ı bilmeyen, bir kutsal kitaba muttali’ olmayan vurgusu vardır. (Hayat Kitabı Kur’an, 1/295)

Ümmî sıfatını ister okuma-yazma bilmeyen ve dolaysıyla bu yolla elde edilebilecek bilgileri öğrenmeyen, isterse kendisinden önceki kitaplara muttali olmayan şeklinde anlayalım; sonuç değişmez. Peygamber (sav) vahiy alıyordu ve vahiyle aldığı bilgilerin hiç birini daha önceden öğrenmemişti.

Bu, daha sonradan onun hakkında; “ona öğretiliyor”, “kitap ehlinin kaynaklarından alıyor”, “şair olduğu için ona ilham ediliyor” gibi yapılan bütün iftiraları reddeden bir bildiridir. (Şûra 42/52. Hûd 11/49)

Peygamberliği  ve vahy kurumunu anlamayanlar veya anlamak istemeyenler, peygamberlerin kendi zamanlarının en bilgili kişiler olduklarını veya olmaları gerektiğini zannederler. Halbuki peygamberler, duyularla ve akılla elde edilen bilginin değil, duyularüstü yani vahiyden kaynaklanan bilginin tebliğcileridir. Onların tebliğ ettiği bilgi (ilim) akıl dışı değil, fakat akıl ve idrak üstüdür.  

Yine peygamberler, yeni bir din icatçısı değil, vahiyle kendilerine bildirilenleri insanlara açıklayan, öğreten ve uygulayan kimselerdir. Dolaysıyla onların da diğer bilginler gibi yazılı ve sözlü entellektüel bilgilere sahip olmaları gerekmez.                    

Bu açıdan ümmî’lik sıfatı Peygamber  için bir eksiklik değil, bilakis bir şeref ve aynı zamanda mucizedir. O’nun kırk yaşından sonra İslâm adına olan faaliyetleri ancak kendisine ‘vahy’ gelen bir nebinin/elçinin işidir.

 

4-Ona vahyediliyordu:

Hz. Muhammed (sav) hem rasûl hem de nebi idi. "Rasûl" denilmesi Allah'a izâfeten, "Nebî" denilmesi ise kullara nisbetendir. Yani, O Allah'ın elçisi olması bakımından Rasûl, insanlara Allah'ın emirlerini tebliğ edip haber vermesi bakımından da Nebîdir.

Her iki durumda da o kendisine vahyedilen bir elçi idi. Nisa Sûresi 163. âyette vurgulandığı gibi, Allah (cc) Kuran’da adı geçen 25 ve adı Kur’an’da geçmeyen bütün peygamberlere vahyettiği gibi O’na da vahyetti. Allah (cc), insanlara bildirmek istediklerini ‘Hatemu’l-enbiya’  olan Hz. Muhammed’in elçiliği aracılığıyla bildirdi.    

"Göründüğü zaman zaman yıldız şahit olsun!. Arkadaşınız ne sapmıştır, ne de kanmıştır; ne de kendi keyfinden konuşmaktadır; bu (Kur’an), kendisine indirilen vahiy’den ibarettir.” (Necm 53/1-4. Ayrıca bak: Sâd 38/86. Şûra 42/13)

 

4a-Vahyin Durumu,

  • Vahy nedir?

‘Vahiy’ sözlükte gizli ve süratli bir şekilde bir şeyi bildirmek demektir. (Müfredât, s: 809)

‘Vahy’ bundan başka, gizli konuşmak, seslenmek, fısıldamak, emretmek, ilham etmek, ima ve işaret etmek, acele etmek, mektup yazmak gibi anlamlara da gelmektedir. (Lisânu’l-Arab, 15/171)

bb- Vahyin mahiyeti;

Vahiy, en geniş kapsamıyla şöyle tanımlanabilir:

“Rabbimizin, genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak ta insanlara ulaştırmak istediği ilâhí emir, yasak ve haberlerin tümünü aracı ile veya aracısız olarak, gizli ve hızlı bir yolla peygamberlerine iletmesidir.” (M. Demirci, Vahiy Gerçeği, s: 27)

Vahy’in sözlük ve kavram anlamına bağlı olarak iki alanı vardır. Vahyin genel alanı bütün varlıklara ilişkin, özel alan ise yalnızca peygamberlere aittir.

Buna göre, Allah’ın yere ve arıya vahyi; emir ve bir işi yaptırma (Nahl 16/78-79. Zilzâl 99/4-5. Fussilet 41/12), Zekeriyyya’nın kavmine vahyi; işaret, (Meryem 19/11), Hz. Musa’nın annesine ve havarilere vahyi; ilham (Maide 5/111. Kasas 28/7), meleklere vahyi; emir ve bildirme (Enfal 8/12), şeytanların birbirlerine ve dostlarına vahyi ise; telkin/fısıldama (En’am 6/112, 121) manalarına gelir.

Vahiy, fiil olarak ele alınırsa yukarıdaki anlamları, eğer isim olarak ele alınırsa peygamberlere vahiy yoluyla gönderilen şeyin muhtevası manasına gelir. Öyleyse vahiy aynı zamanda Kur’an’ı ve İslâm’ı da ifade eder. Kur’an, Allah’ın vahyi, İslâm vahiy dinidir.

Vahy bir ilâhí kurumdur ve yalnızca peygamberler aittir. Vahy ile gelen her şey kesin ilimdir ve muhatapları bağlar. 

Burada üzerinde durduğumuz asıl anlam, kurumsal anlamdaki bu vahiydir.

 

4b-Vahy Karşısında Hz. Muhammed’in Konumu:

aa- Vahye hazırlık safhası,  

- Kişilik olarak; Hz. Muhammed (sav) İbrahim peygambere kadar çok temiz bir soydan geldiği gibi, yaşadığı devrin bütün çirkin ve aşırı davranışlarından da uzaktı. O, bütün peygamberlerde olan ‘ismet/günah işlememe’ sıfatına sahipti. Cahiliye toplumunda onun ‘el-Emîn-Güvenilir’ sıfatı kazanması, nübüvvete kişilik olarak hazır olduğunu gösterir.

         - Riyaziyat olarak; Tarihen sabittir ki, Hz. Muhammed peygamber olmadan önce, bir kaç yıl boyunca yalnızlığı, tabiatla başbaşa kalmayı, hal diliyle Rabbini tefekkür etmeyi sıklaştırmıştı. Bunun için daha çok Mekke’nin yakınıdaki Hıra mağarasını seçer, bazen orada günlerce inzivada kalırdı.

bb- Vahyi alırken durumu:

- Fiziki anlamda; “Çünkü Biz, sana ağır bir söz indireceğiz.” (Müzemmil 73/5)

Bu ağır sözle muhatap olmak, onu almak, Cebrail ile karşılaşmak, beşer seviyesiyle melek seviyesinin buluşması kolay değildi. Nitekim vahiy geldiği zaman onun izleri Peygamberin fizikî durumunda da görülürdü.

Kaynakların bildirdiğine göre vahiy geldiği zaman Peygamber’in vücudu titrer, yüzünün rengi değişir, soğuk günlerde bile şapır şapır terlerdi. Eğer vahyin inzali sırasında devede ise, deve bu ağırlığa dayanamz çökerdi, Peygamber ondan inmek zorunda kalırdı. Vücudu ağırlaşır, tesadüfen birinin dizi onun dizi altında kalırsa, bu ağırlığı hissederdi. Bazen Peygamberin yanında arı uğultusuna benzer sesler işitilirdi. (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Usulü s: 50)

  • Vahyi doğrudan alması (İlka edilmesi); Gelen vahy, peygamberimizin hem

kalbinde hem de hafızasına işlenir ve vahiy bir daha onun kalbinden ve hafızasından  çıkmazdı. (A’la 87/6. Kıyame 75/16-18)

Peygamber (sav) sorulan bir soru üzerine şöyle cevap verdi:

“(Cebrail) bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra o benden ayrılırdı.” (Buhari, 1-2. Müslim, 4/1817. Nesâî, 2/146)

 

  • Harekete geçmesi (inşa süreci):

Vahiy muhatabını harekete geçirir demiştik ya, Kur’an, Hz. Muhammed’in

vahyi alır almaz harekete geçmesini emrediyor. Müzemmil ve Müdessir Sûrelerinin baş tarafındaki âyetler, Duha, İnşirah gibi sûreler Hz. Muhammed’i nübüvvete hazırlama, onun peygamberlik şahsiyetini inşa etme âyetlerdir.

“Sen ey ağır yük yüklenen (Nebi)! Gece yarısı, ondan biraz önce ya da sonra (farketmez), ve Kur’an’ı sindire sindire oku.” (Müzemmil 73/1-4)

“Sen ey içine kapanan (kişi)! Kalk ve (insanları) uyar.” (Müdessir 74/1-2)

Peygamber vahy’e sımsıkı sarılması gerekir. Çünkü ona gösterilen yol dosdoğru bir yoldur. (Zuhruf 43/43. Yunus 10/109. Ahzab 34/2) O, bununla kişilik kazanacak, peygamberlik kabiliyetine ulaşacak ve vahyin gereğini yapmak üzere harekete geçecektir.

Hz. Muhammed’in bütün bir  peygamberlik hayatı bu çalışmayla geçmiştir. Cahiliyye toplumu insanlarını, İslâmın akidesiyle eğiterek, onların ruhlarında, anlayışlarında, ahlâklarında, varlık felsefelerinde, hayat bakışlarında köklü bir inkılâp meydana getirdi.

 

  • Gereğini yapması:

Peygamber (sav) vahy’in gereğini yapar. Savsaklamaz, tehir etmez, yanlış

yapmaz, adaletten ayrılmaz, en güzel bir biçimde yapar.

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen hakikati tebliğ et! Eğer bunu

(tam) yapmazsan, O’nun mesajını (hiç) tebliğ etmemiş olursun...” (Maide 5/67)

Peygamber (sav) kendisine indirilen vahiyle, yani ilâhi hükümlerle hüküm verir. Cahillerin ve yoldan çıkmışların ortaya koydukları hükümleri/değerlerin fazla bir önemi yoktur.

“Sana da, hakikatin ifadesi olan bu Kitabı, geçmiş vahiyden geriye kalan hakikatleri doğrulayıcı ve onların doğrusunu yanlışından ayırt edici olarak gönderdik. O halde artık onların aralarında Allah’ın indirdiklerine uygun olarak hüküm ver; sana gelen hakikati bırakarak onların keyfî yargılşarına uyma...” (Maide 5/48, 42. Ayrıca bak: Yunus 10/15. A’raf 2003. En’am 6/19)

 

5- O Vahyi açıklamakla görevliydi

Peygamber’in (sav) vahiy’le ilgili görevini üç başlıkta toplamak mümkün: Tebliğ, beyan ve örneklik.

O vahyedileni eksiksiz ve ekleme yapmaksızın muhataplara ulaştırır, haber verir, duyurur. Sonra da gerek sözlü, gerek uygulamalı, gerekse işaretle tebliğ ettiği vahyin maksatlarını açıklar ve kendi hayatında tatbik ederek bütün insanlara örnek olur.

Bu da onun vahy’in şahidi olmasının sonucudur. (Bakara 2/143. Ahzab 34/45. Müzemmil 73/15.

 “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum.” (A’raf 7/62, 68. Ayrıca bak: Şûra 42/7. En’am 6/50)

“Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düşükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için (o kitap) yol gösterici olsun.” (Nahl 16/64)

 

6- O vahy’i herkese duyurmakla görevli idi;

O sadece arapça konuşanlara, Hicaz bölgesine veya kendi yaşadığı çağa değil, kıyamete kadar büyün insanlara, bütük iklimlere gönderilmiş bir elçi idi.

“(Ey Nebi) Biz seni ancak, büyün insanlık için bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; ama insanların çoğu bunun farkında değillerdir.” (Sebe’ 35/28)

 

7- O vahyi okumakla, kıraat ve ta’lim etmekle gorevli idi

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak 96/1)

Buradaki okuma sıradan bir yazıyı, bir kitabın satırlarını okumak gibi değildir. Vahy’i okumak elbette farklı bir şeydir. Buradaki okumanın bir ‘yap’ emri olduğunu, vahy’in bununla önce Peygamberi, sonra da muhataplarını inşa etmek istediğini hatırlamak gerekir.

“Gecenin yarısında (kalk) yahut bunu biraz eksilt. Veya bunu biraz artır ve ağır ağır Kur’an oku.” (Müzemmil 73/4)

         Alak Sûresinin ilk âyetindeki ‘oku’ ilk muhatabı için ‘vahyi Allah adına ilet’, tüm muhataplar için “iletileni al ve oku” şeklinde anlamak mümkün. Varlığı Allah adına okuma çabası, onu Allah’a referansla anlama çabasıdır. (Hayat Kitabı Kur’an, 2/1278)

Bir başka âyette ‘utlu’ fiili ile gelen okumanın, izlemek ve iletmek manasında kullanıldığını görüyoruz. (Kehf 18/27)

Ra’d Sûresi 10. âyette geçen okumayı vahy’i muhataplarına iletmek, duyurmak, öğretmek, uygulayıp göstermek şeklinde anlayabiliriz.

 

9- O Vahyi muhafaza etmekle görevli idi

Bilindiği gibi Peygamberimiz (sav) kendisine gelen vahyi sahabelere öğretiyor, vahy katiplerine o günkü kağıt malzemelere yazmalarını emrediyordu. Böylece vahiy yoluyla gelen Kur’an, tümüyle hafızalarda ezberlendi, yazı ile kayıt altına alındı ve korundu.

 

11-O Kur’an’la cihad ediyordu

Hz. Muhammed (sav) bütün bir peygamberlik hayatı bir ‘cihad’ faaliyetidir dense yanlış olmaz. Ancak bu ‘cihad’ bugünkü yaygın –biraz da eksik- anlamıyla fiilî savaş değil.

Cihad ibadetinde, daha çok yoğun çaba, çok çalışma ve elinden geleni yapma manası saklıdır.

         Hz. Muhammed özellikle Mekke hayatında tebliğin bütün sözlü

imkanlarını kullanarak insanları doğru yola davet etti.  Tıpkı diğer peygamberler gibi, hiç bir zorluğa, hakarete, işkenceye, mahrumiyete, düşmanlığa kulak asmadan yoluna devam etti. Cihadına, yani Allah’tan gelen ilâhi daveti insanlara ulaştırma çabasına devam etti.  

         Onun peygamberlik hayatı baştan başa insanı hayrette bırakacak bir çalışmanın, yoğun bir çabanın, bitmek tükenmek bilmeyen bir azmin, ihlaslı bir kulluğun, örnek bir cehdin (cihadın) sahneleridir.

         Bu cehdin Mekke bölümünde sıcak çatışma yoktu. Temamen davet, ikna etme, anlatma, dikkat çekme, ısındırma, delil getirme, örnek verme, uyarı ve müjde gibi tebliğin imkanları vardı.  

         Mekke döneminin ortalarına doğru indiği  tahmin edilen Furkan Sûresinde Allah (cc) Hz. Peygamber’e ‘cihad etmesini’ emrediyor:

“Madem öyle, artık sen inkârcılara uyma ve onlarla (vahiy) sayesinde tüm gayretini sarf ederek büyük bir cihada giriş.” (Furkan 25/52)

Buradaki cihad’ın harb/kıtal şeklinde değil de akidevî ve fikrî bir mücahede olacağı açıktır. Zira henüz Mekke dönemidir ve burada savaştan söz etmek mümkün değildir.

Rasûlüllah (sav), Hicret’ten sonra şartlara göre savunma savaşı yaptığı gibi, fitnelere, suçlara ve ihanetlere karşı elbette fiilî cihad imkanını da kullandı.

 

14- Ümmetin Vahiy karşısındaki durumu;

14a- Vahiy ümmet için şeref kaynağıdır:

         “Şüphesiz bu (vahiy), senin ve kavmin için şeref ve itibar kaynağıdır. Fakat zamanı gelince hepiniz (ona karşı aldığınız tutuma göre) hesaba çekileceksiniz.” (Zuhruf 43/44)

Bu şeref ve itibar, isanlar arasından çıkarılmış en güzel ümmet olma seviyesini kazandırır. (Âli İmran 3/110).

Vahiy, kendini benimseyenlere izzet verir, zilletten korur. (Yunus, 10/65. Münafikûn 63/8)

Vahy’i hayata tatbik eden müslümanlar tarihin öznesi oldular. Ümmet olarak hidayette, adalette, güzel ahlâkta, insan haklarında başka toplumlara önder oldular.

Vahy’e sımsıkı bağlanmaları ve hayatlarını vahiy üzere yaşamaları sebebiyle Allah (cc) İslâm ümmetini ‘şahitler’ olarak seçti. (Bakara 2/143. Âli İmran 3/140. Nisa 4/69. Hacc 22/78)

Ancak İslâm ümmetinin bu üstünlüğü ve şerefi isimleriyle değil, fiilî davranışlarına göre şekillenir. (M. Esed, Meâl-Tefsir, s: 1003)

 

       14b-Vahiy aksiyona sevkeder

‘Vahy’ olayında, kendisine haber ulaştırılan veya kendisiyle iletişim kurulan varlık, vahyi aldıktan sonra onun gereğini yapmak üzere harekete geçer. İletilen şey onun üzerinde etkileyici bir rol oynar.

Örneğin, bir peygambere inen vahy’ öncelikle ilk muhatabını inşa eder. Şahsiyetini şekillendirir, o vahyin temsilcisi haline getirir. Yani öncelikle vahyin muhatabı onun gereğini yapar. Zira vahiy iletişim olduğu kadar da emirdir, haber iletmek olduğu kadar da yönlendirmektir,  bildirmek olduğu kadar değerler sunmaktır. Peygamber ‘vahy’i aldıktan sonra durmaz ve hemen harekete geçer. Önce kendisi vahiyle donanır, sonra da gereği yapılsın diye insanlara ulaştırır.

Peygamberin tebliğ ettiği vahyi duyup ta kabul eden mü’min de aynıdır. O da öncelikle vahiyle kişiliğini inşa eder. İnancını, bakış açısını, dünya görüşünü ve değerler sistemini vahy’e uygun hale getirir. Sonra da boş oturup beklemez, vahiyle gelen hükümlerin gereğini yapar.

Demek ki ‘vahy’ sıradan bir iletişim kurma değil, haberin ulaştığı varlık üzerinde etkili olan ve onu aksiyona sevkeden önemli bir yönlendirici kaynaktır. Vahiy muhatabını ilâhí gerçekle (Hakikatle) buluşturur, onu bu Hakikat doğrultusunda değiştirir.

Nitekim vahiy her peygamberde yapısal değişiklik meydana getirmiş ve onları vahyin canlı bir örneği haline getirmiştir.

Öyleyse vahye muhatab olan herkesin, kendi konumuna, gücüne ve melekelerine göre sorumluluğu vardır.

Her ne şekilde olursa, vahyin bir âyetine veya bir bölümüne muhatap olan; peygember gibi olmasa bile mü’min bir mükellef olarak gereğini yapması görevdir.

Zira vahy kime ulaşırsa önce önu inşa eder, onun şahsiyetini oluşturur, ondan sonra da onu harekete geçirir. Buna ister vahye inanmanın gereği deyiniz, isterseniz kulluk deyiniz farketmez.

İster şifahi, ister Kur’an okuyarak vahy’i duyan, ister bir âyet isterse âyetler bütünün okuyan/dinleyen her müslüman, her duydu ise, önce onu anlamak, inanmak, benimsemek ve harekete geçmek zorundadır. Vahy’e inanmanın mantığı budur.

Vahye yürek verene ‘vahiy’ kendisini açar. İhlasla ona bağlananı inşa eder, yetiştirir, vahyin temsilcisi haline getirir. Vahiyle yürek, akıl ve ruh dünyası düzene girmiş bir mü’min; bir taraftan vahyin emrettiklerini yerine getirir, bir taraftan bunu başkalarına, uygun bir dille, uygun bir metodla ulaştırmaya çalışır.

Vahye inanmak yalnızca Rabden gelenleri alıp kabul etmek değil; gereğini yapmak, aksiyoner ve üretici olmak, çöküp kalmamak, ayağa kalkmak, vahyin evetlediklerini yapmaya koşmaktır.

 

Hüseyin K. Ece

 

10-08-2009

Zaandam/Hollanda

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Eylül-Ekim 2009 Sayı: 6