‘Ma’ruf’, ‘arafe’ fiilinden türemiştir ve ‘ma’rifet, irfan’ kavramlarıyla yakından ilgilidir.

‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek onu tanımak demektir ki ‘inkâr’ın karşıtıdır.

 

Ma’rifet ve irfan, bir şeyi derinden derine düşünerek idrak etmek, anlamak olduğuna göre, ‘ma’ruf’; derinden derine düşünülerek idrak edilen, özellikleri bilinen, yakından tanınan şeye denir. Ma’ruf, güzel ve iyi olduğu din ve akıl tarafından bilinip tanınan her türlü fiil, söz ve davranıştır. Ma’ruf diye nitelenen işler, üzerinde derinlemesine düşünülerek iyi ve doğru olduğu kabul edilen şeylerdir.

Aynı kökten gelen ‘ârif’, irfan ve ma’rifet sahibi, derin kavrayışı olan, Hakk’ı idrak eden ve sabırlı kimse demektir.

‘Urf veya örf’, hem ma’ruf anlamına, hem de toplumun güzel görüp te yaşattığı, dine ve akla uygun değer anlamına gelir.  İnsanlar bir şeyin iyi, faydalı, doğru ve İslâma uygun olduğunu bilerek yaparlar, onu devam ettirirler. Arkadan gelenler de bunun sürdürürler. Böylece o âdet ‘örf’ halini alır. ‘Ma’ruf’ diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak ‘örf/urf’ haline gelirler. İyi düşünen akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Bu yüzden peygamberler halk arasında yaşayan güzel ‘örfleri’ olduğu gibi bırakmışlar, kaldırmamışlardır.

İslâm hukukunda ‘örf’ bazen delil olarak kullanılır.

Aynı kökten gelen ‘i’tiraf’, ikrar etmek demektir ki, ‘cühûd-inkâr etmek’in, kabul etmemenin zıddıdır.

‘Ta’rif’ ise bir şeyi bildirmek, açıklamak, tasavvur edilen (zihinde şekillenen) şeyi istemek demektir.

‘Ma’rife’, bilinen, kavranılan şeydir ki ‘nekre-bilinmeyen, kavranılmayanın’ın zıddıdır. Nitekim Arapça’da, ‘el-‘  yani harf-i tarif-tanımlılk eki ile gelen kelimelere ‘m’arife’ , ‘el-‘siz kullanılanlara ise ‘nekre’ denilir.

‘İrfan’ ve ‘ilim’ bazı noktalarda birbirinden ayrılır. İrfan ve ma’rifet tefekkürle, yani düşünme ile bir şeyi idrak etmektir ve bunlarda kısa bir bilgi sözkonusudur. ‘Ma’rifet’, ilme göre daha dar kapsamlı, sınırlı bir bilgidir. Bu nedenle ‘Allah’ı bildim’ demeyiz, ama ‘âyetlerine bakarak Allah’ı tanıdım’ deriz. Yine ‘Allah, falanca şeyi tanıdı, onun hakkında irfan sahibi oldu’ denilemez, ‘Allah, onu bildi, biliyor’ denilir.

İslâm düşüncesinde ise ma’ruf;  derinlemesine düşünen sağlam aklın ve dinin (şeriatın) güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş, Kur’an’a ve Sünnete uygun fiil, söz ve davranışlardır. Ma’ruf; akılla ve dinin getirdiği ölçülerle hareket ederek; iyi, doğru ve güzel olduğu idrak edilen, anlaşılan, tanınan şeydir.

Bu kelime Türkçe’ye daha çok ‘iyilik’ diye tercüme ediliyor. İyilik kelimesi de sağlam aklın güzel kabul edeceği, dine ve insan yaratılışına uygun olan şeyleri karşılar.

Ma’ruf kelimesinin tanımı konusunda İslâm bilginlerinin çok çeşitli görüşleri bulunmaktadır. Bu tanımlar aslında bir şeyin farklı şekillerde ifade edilmesidir. Kur’an’ın ma’ruf’ dediği şeyler insan için mutlaka faydalıdır, sağlam aklın güzel göreceği kabul edebileceği kadar doğru ve güzeldir. Yerinde ve gereği kadar yapılabilecek işlerdir, söylenebilecek sözlerdir. Bir çok İslâm alimi ‘ma’ruf’u, İslâm’ın emrettikleri, münkeri ise, Allah’ı inkâr ve O’nun yasakladıkları şeklinde anlamışlardır. (S.C. el-Amra, Ma’ruf ve Münker, s: 80)

Kimilerine göre ma’ruf Allah’a itaat ve O’nun emirlerine uymak; münker de bunun karşıtır.  Kimilerine göre, İslâmın güzel görüp emrettiği veya tavsiye ettiği her şey, kimilerine göre hayır vre adalettir. Bazılarına göre ma’ruf, Peygamberin emrettiği, nefsin yapmakla huzur bulduğu dine ve akla uygun şeylerdir. Kimilerine göre de ‘birr-en üstün hayır’ ahlâkının kapsadığı bütün ameller ma’ruf’tur.

Bazı bilginlere göre ‘ma’ruf’, hayır olan işler, ‘münker’ ise şer olan işlerdir. Ancak ‘emr-i bi’l ma’ruf’ yapmayı emreden âyette, ‘hayra davet’in ayrıca emredilmesi, bu ikisinin farklı şeyler olduğunu, ancak aralarında bağlantı olduğunu göstermektedir.

İnsanlar, peygamberler tarafından ma’ruf’a (iyi olan şeylere) davet edilmiş, münker’den (kötü olan şeylerden) sakındırılmıştır. Kişi ya hayr (ma’ruf işler), ya da şer (münker işler) yapar.  Ma’ruf  (hayr) üzerinde olan toplumlar doğru yoldadırlar ve huzur içerisindedirler. Münker (şer) üzerinde olan toplumlar kütü yoldadırlar ve gerçek mutluluktan uzaktırlar.

Şeriat (İslâm’ın ölçüleri) fiillerin ve davranışların bir kısmını güzel bir kısmını kötü saymıştır. Çirkin olan şeyleri haram, güzel olan şeyleri ise helâl (mübah) olarak değerlendirmiştir.

Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler.  ‘Selim akıl’ sahibi olan bu gibi insanlar, biraz düşünerek davranışların ve fiillerin hangisinin güzel ve gaydalı, hangisinin çirkin ve zararlı olduğunun anlayabilirler.

Ancak insan aklı bütün çabasına rağmen ma’ruf olan şeyleri mutlak manada kavrayamaz. İnsanı he yönüyle bilen Rabbimiz elçileri vasıtasıyla insanlara mutlak ma’ruf ve münker ölçülerini öğretmiştir. Kur’an ve Kur’an’ın açıklayıcısı olan sahih sünnet, günümüz insanına iyinin ve kötünün neler olduğunu öğretmekteler. Buna göre Kur’an’ın ve hadislerin ölçüsüne uygun bütün davranışlar ve hareketler ma’ruf’tur denilebilir.

İşte ‘ma’ruf’, böylesine iyiliği ve güzelliği bilinen, tecrübe edilen, faydası görülen, akıllı insanlarca hoş görülen söz, davranış ve geleneklerin tümüdür.

Bu bir anlamda Hak kavramının bir başka ifadesidir.

Ma’ruf, yalnızca bir ahlâk kavramı değildir. Yani yalnızca davranışları nitelendirmek için kullanılmaz. Peygamberlerin insanları davet ettiği hidayet aynı zamanda ‘ma’ruf’ olan bir şeydir. Peygamberlerin insanları sakındırdıkları dalâlet ise aynı zamanda bir ‘münker’dir.

Ancak ma’ruf kavramı bir değişkenlik anlamını da içerisine almaktadır. İnsanların toplum hayatında, zamanın akışı içerisinde güzel gördükleri, ‘örf’ haline getirdikleri fiiller ve davranışlar, İslâma da aykırı değilse, din onu tavsiye ediyor. Hatta bir çok problemin çözümünde ona baş vurulması gerektiğini öğütlüyor.

Kur’an, bu şekilde bir çok davranış biçimi hakkında belli bir ölçü koymamış ve bunları ‘ma’rufla yapın’ demiştir. Meselâ babaların çocuklarını bakıp yetiştirmeleri ‘ma’ruf’a uygun olarak istenir. Burada ki ‘ma’ruf’;  elbette zamanın şartlarına, içinde bulunulan duruma ve eldeki imkanlara uygun olan bakım, terbiye ve ihtiyaçlarını giderme demektir.

Kur’an yer yer; ‘ma’ruf bir söz’ ma’ruf bir şekilde’, ‘ma’ruf’a uygun olarak’ gibi tabirler kullanmaktadır. Boşanma, karı-koca ilişkisi ve benzeri şeyler ma’ruf bir şekilde, yani şartların ve ihtiyaçların getirdiği bir şekilde yerine getirilmelidir. (2 Bekara/178, 180, 228-229, 231-232. 4 Nisa/6, 19, 20, 114. 47 Muhammed/21. vd.)

Ma’rufun değişmezleri veya evrensel ilkeleri vahiy tarafından verilir; ancak detay ve alt ayrımlar akla, zamanın gelişimine bırakılır. İnsan zihni ve aklı gayret göstererek akla ve İslâmın ilkelerine aykırı olmayan ma’rufları bulmaya çalışacaktır. (Y. N. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s: 354)

İslâmın getirdiği şeriat (yükümlülükler ve ölçüler); emir, yasak, ilke ve prensip yönüyle ma’ruf, ona aykırı her türlü anlayış, fiil, gelenek, anlayış ve yönetim tarzları münkerdir.

Bir diğer deyişle Hak din olan İslâm her açıdan ma’ruftur. Onun ilkeleri, prensipleri, haram ve helâl ölçüleri,  dünya görüşü ve getirdiği anlayış güzel, akla uygun, kabul edilebilir niteliktedir.

Bu kavram bir terkip içerisinde, ‘emr-i bi’l ma’ruf’ şeklinde kullanıldığı zaman biraz daha geniş anlam kazanmaktadır. Buradaki ‘ma’ruf’, yukarıdaki uygun davranış, şartlara ve sorunlara göre aklın ve dinin kabul ettiği een güzel çözüm anlamına geldiği gibi, herkes ve her toplum için iyi ve faydalı olan, zararı gideren ve insanı Rabbine yaklaştıran, ayrıca bütün ifsat edici (bozucu) unsurları ortadan kaldıran şeyler anlamına da gelmektedir.

İslâmın ‘hayır’ veya ‘ma’ruf’ dediği her şey kişiyi ve toplumu ıslah eder, korur, kurtuluşa götürür. Allah rızasını kazandırır ve mutluluğa ulaştırır. ‘şer’ veya ‘münker’ dediği işler ve davranışlar da insanı ve toplumu ifsat eder (bozar), zarar verir ve hüsrana götürür. Allah rızasından uzaklaştırır ve mutsuzluğa sürükler.

Bu açıdan ‘ma’ruf’ kavramının ‘hayır’, ıslah-salah’ (düzgün ve faydalı olma), ve ‘birr-hayırda genişlik’ kavramlarıyla yakın ilgisi bulunmaktadır.

Ma’ruf ve onun zıddı olan münker insan hayatının her sahasını kapsar. Ma’ruf, Peygamberimizin uygulamasını emrettiği, şeriatın ve selim aklın ölçülerine uygun, hayatın her alanını kuşatan iyi ve faydalı olan şeylerdir. Münker ise tam bunun zıddıdır.

‘Ma’ruf’ kavramı Türkçe’de ‘iyilik’ kelimesi ile karşılanmaya çalışılmaktadır. Ancak ‘iyilik’ kelimesi bu kavramı yeterince anlatmaya tetmez. İhsan, birr, hayr, tayyip, salah ve afiyet gibi kelimelerin de ‘iyilik’ diye tercüme edildiğini düşünürsek; ne kadar yetersiz kaldığını daha iyi anlarız.

Kur’an’ın bu kavramını –tıpkı diğer kavramlar gibi- olduğu gibi kullanmak ve açıklamalıyla anlamaya çalışmak bizce daha uygundur. Böyle yapılırsa davranışları, fiilleri ve anlayışları (amelleri) Kur’an’ın ölçüsüyle değerlendirmek ve tanımlamak daha kolay olur.

Ma’ruf’u (iyiliği) emretmek, münkerden (kötülükten) sakındırmaya çalışmak, dinimizin üzerinde durduğu ve müslümanlara yüklediği en önemli görevlerden biridir. Kişilerin ve toplumların ıslahı, ahlâkın güzelleşmesi, çirkin, zararlı ve kötü faaliyetlerin önlenmesi için buna ihtiyaç vardır.

Bu görevin içerisinde; kötü faaliyetleri önleme, iyi ve faydalı olan davranışları kazandırma anlayışı olduğu gibi, isyan, tuğyan ve haddi aşma gibi en ağır cürümleri azaltma, zalimlere engel olma, hakların sahiplerine ulaşmasına yardımcı olma gibi unsurlar da vardır. Bu emir, insanların hakk ve hayır olan işlere ulaşmasına yardımcı olan bir çabadır. Bu çaba ile kişiler ve toplumlar güzelliklere ve bu güzelliklerin sağlayacağı mutluluğa kavuşabilirler.

İnsan yapısı gereği devamlı nefsine ve şeytana uyarak yanlış yapabilir, hataya düşebilir. Diğer insanlar, hataya düşenlere emr-i bi’l ma’ruf yapmak (ma’ruf olan şeye davet etmek) suretiyle onu kötülükten alıkoymaya çalışırlar. Böylece insanlar arasında kötülüklerin yayılmasını önleyip iyiliklerin çoğalmasını sağlarlar.

‘Emr-i bi’l ma’ruf’ ve ‘nehy-i ani’l münker’ faaliyetinin, da’vet, tebliğ, cihad, tavsiye ve nasihat gibi dinî görevlerle yakın bir ilişkisi vardır.

Peki öyleyse bu önemli görevi, yani ma’ruf’u emretme, münker’den alıkoyma vazifesini kim yerine getirecek? Bunun boyutları nelerdir? Herkes bu görevi yapabilir mi? Yoksa bunu özel görevliler mi yapmalıdır? Kişi hangi yetkiyle başkasına karışacak, ona tavsiyede bulunacak, ya da onu yapmakta olduğu kötü işden alıkoymaya çalışacak?

Bütün bu gibi sorular İslâm bilginlerini farklı cevap vermeye mecbur etmiştir. Bu emir konusunda alimler arasında fikir birliği yoktur.

Kimilerine göre ma’ruf’u emretmek; insanlara iyilikleri tavsiye etmek, onlara güzel öğütler vermek, yanlışı ve doğruyu anlatmaktır. Bunu öncelikle peygamberler yapmış ve Kur’an’da müslümanların bunu yapması emredilmektedir.

Öncelikle şunu söyleyelim ki ‘münker’den sakındırma  ile beraber anılan ‘ma’rufu emretme’ görevi Kur’an’ın bütün müslümanlara bir emridir. Bir çok hadiste de Peygamberimiz (sav) bu görevin önemine işartet etmektedir.

Kur’an şöyle diyor:

“Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3 Âli İmran/104)

Bu âyete göre kurtuluşun sebebi, hayra davet etmek, ma’rufu emretmek ve münkerden sakındırmaktır. Görüldüğü gibi Allah (cc) müslümanlardan bir ümmetin (topluluğun) bu görevi yapmasını emretmektedir.

Ümmet kelimesinin bir anlamı da öne düşen, çeşitli insan gruplarını bir araya toplayan, kendine uyulan bir topluluk, bir cemaat demektir. Bu ümmetin önünde bir önder (imam) bulunur. (Cemaatle namaz bu gerçeüi çarpıcı bir şekilde göstermektedir.) Bu şekilde, insanlara önderlik ve örneklik etmek üzere bir araya gelen mü’minlere düşen ilk görevlerden biri de, ‘ma’rufu emretmek’, ‘münkerden sakındırmak’ ve ‘hara davet etmek’tir.

Bazı alimlere göre buradaki; ‘sizden bir ümmet bulunsun’ ifadesi, ‘ma’rufu emretme’  görevinin bütün müslümanlara değil, bu konuyu yapabilecek davetçi müslümanlara ait olduğuna işarettir. Dolaysıyla bazı müslümanlar bu görevi yaparlarsa, diğerlerinden farz görevi düşer. Bu görevi kimse yerine getirmezse, bütün müslümanlar sorumlu olur.

Kimi alimlere göre de bu emir bütün müslümanlaradır. Çünkü Kur’an’ın diğer âyetlerinde ve bir çok hadiste bu emir genel olarak bütün müslümanlara yöneliktir. Mü’minlerin özellikleri sayılırken, onların ma’ruf’u emrettikleri, münker’den sakındırdıkları açıklanıyor.

“Siz insanlar içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz (topluluksunuz). Ma’rufu emreder, münker’den sakındırırsınız, Siz Allah’a inanan bir topluluksunuz.” (3 Âli imran/110)

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). Ma’ruf’u emrederler, münkeren sakındırırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah Aziz ve Hâkim’dir.” (9 Tevbe/71)

“Onlar ki şayet kendilerini yeryüzünde iktidar makamına getirsek; namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği (ma’rufu) emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonucu da Allah’a aittir.” (22 Hacc/41)

Mü’minlerin en önemli özelliklerinden biri de ma’ruf’u emretmeleri, münker’den sakındırmalarıdır. (9 Tevbe/112)

Münafıkların özelliği ise bunun tam tersidir.

“Münafıkların erkekleri de, kadınları da birbirinin tıpkısıdırlar; münkeri emrederler, ma’ruf’tan alıkoyarlar  ve ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Gerçekten münafıklar hep fasıktırlar.” (9 Tevbe/67)

Peygamberimiz buyuruyor ki:

“Nefsimi kudret elinde tutan ve Zat’a (Allah’a) yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerden sakındırırsınız veya Allah’ın kendi katından genel bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez.” (Tirmizí, Fiten/9, Hadis no: 2169. Ebu Davud, Melâhim/Hadis no: 4336. A. b. Hanbel, nak. K. Sitte 2/379)

Bozulmamış Tevrat’ta Peygamberimizin özelliklerini okuyup hemen O’na uyanlar ile, kitap ehli oldukları halde mü’min olan, namazı kılıp secde eden niceleri de ma’ruf’u emrederler, münker’den sakındırmaya çalışırlar. (3 Âli İmran/114)

Lukman (as) oğluna şöyle öğüt veriyordu:

“Ey Oğlum; namazı dosdoğru kıl, ma’ruf’u emret, münker’den sakındır ve sana isabet eden (musibetlere) karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdir.” (31 Lukman/17)

Ma’ruf’u emretmek, münker’den sakındırmak dinin mü'minlere yüklediği bir görev olmanın yanında övücü bir sıfattır. Bu görevin yerine getirilmesiyle beraber belki yeryüzündeki fesatlar azalır ve toplum ıslah olur. Allah (cc) yeryüzü ıslah olduktan sonra orayı fesada verenleri, oranın huzurunu bozanları, fitneyi yagınlaştıranları sevmemektedir. (7 A’raf/56-57)

Ma’ru’u emretme, münker’den alıkoyma görevi öncelikli olarak peygamberlerin görevidir. Bunun, onların davet ve tebliğ görevinin içinde olduğunu tekrar hatırlayalım. Onlar aynı zamanda, zalimlerin, haddi aşanların (bağy’lerin) ve müfsitlerin (bozguncuların) ifsat ettiği ve huzurunu kaçırdığı yeryüzünü ıslah etmekle görevlidirler. (7 A’raf/157, 142. 3 Âli İmran/46. 6 En’am/58. 16 Nahl/122)

Tefsirci Taberî şöyle diyor: “Allah (cc), insanları urf’e (ma’ruf’a) davet etme işini peygamberine vermiştir. (7 A’raf/199) Arap dilinde ‘urf’ ma’ruf demektir. İlişkiyi kesenle sıla-i rahim yapmak (akrabayı ziyaret etmek), iyilikten yosun bırakılanlara iyilik etmek, zulmedenleri affetmek ma’ruf’tur. Emrettiği her iyi amel veya davet ettiği her iyi iş urf’tur. Allah (cc) ma’ruf olan şeyi Peygamberimizin tebliğ etmesini ona emretmiştir.” (nak. Ma’ruf ve Münker, s. 155)

Hak davetten mahrum olan insan, yapısı gereği hataya ve günaha düşebilir. Hatalar giderek kötülüklere ve zulme kadar varabilir. Kötülüklerin ve ahlâksızlığın yaygınlaştığı toplumlarda huzurun ve insanlığın olması mümkün değildir. Haksızlık ve zulüm yapanlara engel olunmaması, hakların ihlal edilmesini doğurur. İsteyen istediği gibi kötülük yapar, hak ve hukuk dinlemezse, toplumsal barış olmaz.

Bu nedenle kötülüklerle ve kötülerle mücadele edenlerin olması kaçınılmazdır. Bu mücadele hem fert plânında, hem toplumsal plânda, hem de siyasî alanda olmalıdır.

Şüphesiz ki ma’rufu emretmek amacına göre, uygun bir ortamda, uygun bir yöntemle, en güzel bir şekilde ve sonuç almak üzere yapılmalıdır.

Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

“Sizden biriniz bir münker (kötülük) gördüğü zaman (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse ona kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (İbnu Mace Hadis no: 4013. Ebu Davud, Hadis no: 1140 ve 4340. Müslim, Tirmizî, Nesâî, nak. K. Sitte 2/375. A. b. Hanbel, nak. İbadetler Ansiklopedisi 1/198)

Bunlardan ve daha başka hadislerden, ma’ruf’u emretme görevinin bütün müslümanlara ait olduğunu anlıyoruz. Yine buradan, bu görevin herkesin gücüne, ilmine, ortama ve şartlara göre yerine getirilmesi gerektiğini de anlıyoruz.

Bir peygamberin bu görevi yerine getirmesiyle, bir idarecinin veya sıradan bir müslümanın yerine getirmesi elbette farklı olacaktır.

Mü’min, kötülüğü gördüğü zaman gücü nisbetinde ve şartların izin verdiği ölçüde o kötülüğe engel olmaya çalışır, ma’ruf’u insanlara tavsiye eder, yol gösterir, öğüt verir.

Buradaki emretmenin, Türkçe’deki ‘derhal yap, yerine getir, emrediyorum’ anlamında olmadığı, fakat daha ziyade tavsiye, nasihat/öğüt, irşad ve karşı tedbir almak olduğu anlaşılmalıdır.

Yalnız yetki makamındaki görevlilerin, dinin izin verdiği ve emrettiği ölçüde, halk arasındaki kötülükleri önleme görevinde kanunî yetkisini kullanabileceğini, emniyet güçleriyle (hisbe ile) ve meşru yaptırımlarla (müeyyidelerle) işin üzerine gidebileceğini, ama asla zulme ve işkenceye başvuramayacağını belirtmemiz gerekir.

Bir mü’min, başkasına emrettiği halde kendisi münkeri işlemeye devam ederse, bu, Kur’an’da ve hadislerde kınanan bir şeydir. (2 Bekara/44. Buharî, Müslim, nak. K. Sitte 7/314. İbadetler Ans. 2/123)

Ancak bu demek değildir ki mü’min kendi yerine getiremediği ma’ruf’ları hiç bir zaman başkasına tavsiye edemez. Her müslüman gücü yettiği kadar, faydalı gördüğü şeyi diğer müslüman kardeşine uygun bir ortamda, uygun bir yolla anlatabilir, kötülüklere engel olmaya çalışabilir. Burada dikkat edilmesi gereken tavır, akıldânelik yapmamak, emredici olmamak ve iyi niyetle hareket etmektir.

Allah (cc) mü’minleri birbirlerinin velileri yapmıştır. Veli (dost, yardımcı ve işine bakan) olmak sorumluğu beraberinde getirir. İşte ma’ruf’u emretmek, bir başka açıdan bu velilik sorumluluğunun bir gereğidir.

Ayrıca mü’minler, yeryüzünde Hakk’ın şahitleridir. Onlar yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar, zulüm ve ifsatlarla mücahede (cihad) etmekle yükümlüdürler. Azgınlara, haksızlık yapanlara, zulmedenlere veya ifsat edenlere (fitnecilere) karşı mücadele ma’ruf’u emretmenin, münkerden sakındırmanın bir uzantısıdır.

Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Cihadın en faziletlisi zalim bir yüneticinin yanında adalet (hak) kelimesini söylemektir.” (Ebu Davud, Melâhim/Hadis no: 4344) 

Adaletten ayrılan bir yöneticiyi hakka ve adalete davet etmek, onun  yaptığı yanlışları düzeltmeye çalışmak veya en azından onun zulümlerinden razı olmamak ma’ruf’u emretmenin kapsamındadır.

Peygamberin (sav) dediğine göre bütün müslüamanlar çoban gibidirler. Hepsi de ellerinin altında olanlardan sorumludurlar.  (Buharî, Müslim, Tirmizí, nak. Elmalılı, Tefsir: 2/210)

Ma’ruf’u emretmek, münkerden sakındırmak öncelikli olarak bir eğitim, irşad, öğüt, cehd (yoğun çaba-cihad) olduğuna göre, sorumlu durumunda olan bütün müslümanlar ellerinin altındakilere karşı bu görevi yapacaktır. Baba çocuğuna karşı, ev reisi ev halkına karşı, hoca öğrencilerine karşı, yünetici yönettiği insanlara karşı ma’ruf’u emretme ve münker’den sakındırma konumunda olacaktır.

Ma’ruf’u emretmek, tütmüyle irşad etme (doğru yolu gösterme), öğüt verme, nasihat etme, gerekirse eğitim ile yönlerdirme olduğuna göre; bu görevin hikmetle, güzel öğütlerle ve mücadelenin en güzel şekliyle yapılması gerekir. (16 Nahl/125)

Ma’ruf’u emretme, münker’den sakındırma görevinde her mü’min ilmine, yetkisine, bulunduğu ortama ve görevinin derecesine göre sorumludur. Mesela, bir çocuğun müslümanca yetişmesinden öncelikli olarak, -ne kadar bilgisiz olurlarsa olsunlar- ana-baba sorumludur.

İlim sahibi olanların sorumlulukları ve irşad sahaları daha geniş ve daha farklıdır.

Yetki sahibi olanlar (emir sahipleri) ise kendi alanlarıyla ilgili konularda, özellikle güç ve kanunî yetkiyi gerektiren işlerde bu görevi yerine getirirler. Onlar, zamanın şartlarına göre özel bir ma’rufu emir, münker’den sakındırma ekipleri (hisbe teşkilâtı) bile meydana getirbilirler.

Mü’minler dilerlerse, -özellikle gayri müslimlere İslâmı anlatmak üzere-, ma’ruf ekipleri kurabilir, ya da özel görevli tayin edebilirler. Ancak bunların ki tebliğ, davet, irşad ve öğüt boyutunu aşmaz. Kişi ve sivil kuruluşlara davet işinde güç kullanma yetkisi verilmemiştir.

İslâm, iman ve ibadet açısından kul ile Allah (cc) arasındaki bir meseledir. Ancak İslâm bir toplum nizamı, toplumu yönlendiren siyaset ve hukuk düzeni olduğu için, bir çok hüküm ve kural başkalarını da ilgilendirir.

İnsanlar birarada yaşamak zorunda olduklarından, bir kişinin ortalıkta yaptığı eylem, doğrudan ya da dolaylı olarak başkalarını da etkiliyor.

İnsan, sonsuza kadar hür değildir. Onun özgürlüğü, başkalarının özgürlüğü ile birliktedir. Fertler iyi olurlarsa, salah üzere/doğru ve faydalı işleri yaparlarsa toplum huzurlu olur. Salih insanların (doğru ve faydalı iş yapanların) çok olduğu bir toplum mutluluk toplumudur. Bunun için iyiliğin yaygınlaştırılması, kötülüklerin de çeşitli yollarla önlenmesi gerekir.

‘Her koyun kendi bacağından asılır’, ‘bana kimse karışamaz, ben istediğimi yapmakta hürüm’, ‘din, kul ile Allah arasındaki bir şeydir, ne karışıyorsunuz’ gibi sözler isabetli değildir.

Tekrar edelim ki ma’ruf’e emretmek, hiç bir zaman başkalarına karışmak, işine haksız yere burnunu sokmak, hele hele bir müslümanı yaptığı işden (amelinden) dolayı yargılamak değildir.

Bu, müslümanların bir kulluk görevidir. Birbirlerinin velisi olan mü’minler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’ruf işlerde yardımcı olarak, münkerlerden sakındırarark velilik vazifelerini yerine getirirler. Maruf’u emretmek, münkerden alıkoymak görevi aynı zamanda, sorumlu kimselerin elleri altındaki kimseleri eğitme, yetiştirme ve irşad etme görevidir.

Genelde her müslüman, özelde de irşad ve tebliğ işiyle görevlendirilenler, yerine göre, uygun bir metodla, kendileri de örnek olmak şartıyla, sevdirerek ve özendirerek, uygun ve yapıcı bir dil kullanarak ma’ruf’u emretme ve münkerden sakındırma işini yaparlar.

Bu görevi yerine getirmede; bilginin, tecrübenin, yerine göre davranmanın, zamanında müdahelenin, iyi örnek olmanın, yetkiyi güzelce kullanmanın önemi açıktır. Kaş yapayım derken göz çıkarılmaması, insanların bıktırılmaması gerekir.

Ma’ruf’u emretmek, münkerden sakındırmak yalnızca ahlâkí bir davranış değil, yerine göre tebliğ ve irşad, hatırlatma ve öğüt, zulme engel olma ve hakları sahiplerine ulaştırma çabası, eğitim çalışmaları ve bunun kurumlarını kurma; yerine göre de İslâmın yaşanmasını sağlama, Allah yolunda cihad (yoğun gayret) ve yerine göre de İslâmî siyasettir.

 

Hüseyin K. Ece

 

10.03.2016

Zaandam