(Kur’an’da sebîl kavramını anlatmaya devam ediyoruz)

İnsanın önüne iki yol konulduğunu, bunlardan dilediğini seçebileceği Kur’an’da bir başka yerde “necd” kelimesi ile anlatılıyor.

«Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?

Ona iki yolu (necdeyn’i) göstermedik mi?» (Beled 90/8-10) 

Yani, “Biz, insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek onu kendi haline bırakmadık. Ayrıca ona yol da gösterdik. Tefekkür ederek ve anlayarak seçim yapması için ona hayır ve şer, hidâyet ve sapıklık yollarını açıkladık.” (Mevdûdî, Ebu’l-Âla, Tefhîmu’l-Kur’an (ter.), 7/126)

Zımnen: “Ona iyiyi kötüden ayırma yeteneği olan iradeyi bahşetti. Eşyada hayır ve şer, imanda hak ve bâtıl, sözde doğru ve yalan, eylemde güzel ve çirkin...” (İslâmoğlu, Mustafa. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1260)

Âyette geçen necd (ikilisi: necdeyn); görünen, belirgin yol demektir. Kur’an’da sadece burada geçer. Tefsirlercilere göre « necdeyn”; tümsek tepe (Taberî; İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/590) veya doğrudan doğruya yüksek yol mânâsından mecaz olarak biri hayır biri şer iki yüksek gayeye giden, biri uğurlu biri uğursuz iki yüksek yol mânâsındadır. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/224)

Müfessirler “necdeyn’in manası konusunda ihtilaf ettiler. Pek çok yorumcuya göre bu hayr ve şer yollarıdır. Bu açıdan bunun İnsan Sûresi’ndeki “Biz ona yolu (sebîl’i) gösterdik” âyetiyle aynı anlamda olduğunu söylerler. Abdullah b. Abbas’ten gelen bir görüşe göre necdeyn; hidâyet ve dalâlettir.

Tefsirci Hasen mürsel olarak (sahabeyi atlayarak) Peygamber’in şöyle dediğini anlatıyor: “(Necdeyn) iki yoldur: Hayır ve şer yolu. Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili kılınmamıştır."

Tefsirci Katade’den benzer bir görüş naklediliyor.

İbnü Zeyd bu âyeti tefsir ederken “necdeyn; hayır ve şer yoludur" dedi ve “Biz ona yolu gösterdik...” (İnsan 76/3) âyetini okudu. (Taberî; İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/591-592. İbni Kesir, Ebu’l-Fidâ. Muhtasar Tefsir, 3/641)

Bu açıklamalar ve hidâyet için hangi araçların insana sunulduğunu anlatan âyetleri birlikte düşündüğümüzde bu âyette geçen “yol göstermek”ten maksadın, belirli bir şekil olmadığı, sayısız hidâyet imkanlarının kasdedildiği anlaşılır. (Mevdûdî, Ebu’l-Âla, Tefhîmu’l-Kur’an (ter.), 6/557)

İnsan bazen gücü ile aldanır. Halbuki sahip olduğu gücü ve imkanları ona veren Allah’tır. Ağız, dil, dudaklar, gözler, eller ve diğer organlar; bu hassas cihazların hepsi Yaratıcının eseridir. O (cc) insanlara kendilerine yol gösterecek duyular ve yetenekler vermiştir. Ona düşen bunları verene şükretmektir. Dahası insanın yapısına dileği yolu tutsun diye, şu hayattaki görevlerini yerine getirsin, kendisine zarar verecek şeylerden kaçınsın diye ona kabiliyet vermiştir, üzerinde yürüyebileceği hayat yollarını göstermiştir. (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, 6/3780)

Üzerinde durduğumuz âyet insan yapısının (fıtratının) gerçekliğini ortaya koymaktadır. Yani onun iyi şeyler yapmaya da kötülük yapmaya da, Allah’tan korkup sakınmaya da günah işlemeye de, halifelik görevini yapmaya da onu ihmal etmeye de, iyi insan olmaya da şeytanın askeri olmaya da meyilli, kabiliyetli olduğu gerçeği. Yapısının (fıtratının) böyle dizayn edildiği, ama başıboş bırakılmadığı , ona hayır ve şeerin gösterildiği, öğretildiği, ikisi arasında ayrım yapabilme yateneğinin ona verildiği gerçeği.

Nitekim benzer bir hakikati bir başka yerde buluyoruz.  

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki,

nefsini arındıran (zekkâhâ) kurtuluşa ermiştir. 

Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems 90/7-10)

Allah’a itaat etmek ve sâlih ameller işlemek suretiyle kendisini (nefsini) arındıran kimse kurtuluşa ermiş, buna karşılık masiyetlerle (günah işlerle) nefsini örten (kirleten) kimse de hüsrana uğramıştır” (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3327)

“Abdullah ibni Abbas’tan gelen bir görüşe göre mana; “Yani Allah kimin nefsini tezkiye ederse o felâha erer” şeklindedir.

Tefsirci İkrime’ye göre: Yani kim nefsini ıslah ederse.

Tefsirci Katade’ye göre: Kim hayırlı/sâlih amel işlerse ve Allah’a itaat ile nefsini temizlerse (tezkiye ederse).  (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 12/603)

Nefsi tezkiye gerçeği A’la Sûresinde ‘tezekkâ’ kalıbıyla geliyor: 

“Arınan  (tezakkâ) ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.”  (A’la 87/14-15)

Gerçek şu ki böylesi umduğunu elde eder. Yani cennette ebediliğe kavuşur. Burada ‘kurtuluşa eren’den kasıt, iman etmek suretiyle şirkten arınıp temizlenen kimsedir.

Kimilerine göre burada arınan; amelini tertemiz yapan ve nefsini (kötülüklerden ve günahlardan) uzak tutan kişidir.

 

-İnsana yol (sebîl) kolaylaştırılmıştır

İnsanı Allah’a kulluk yapmak ve denemek için yaratan Yaratıcının insana yolu (sebîl’i) gösterdiğini Kur’an haber veriyor.

« Kahrolası (inkârcı) insan! Ne nankördür o!

Allah, onu hangi şeyden yarattı?

Az bir sudan (meniden).

Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi.

Sonra ona yolu (sebîl’i) kolaylaştırdı.» (Abese 80/20)

Yani gideceği “sebîl’i-yolu” onun için kolaylaştırır. Bu, insanın, doğru ile yanlış arasında ayırım yapabilmesini ve çevresinin ona sunduğu fırsatları verimli bir şekilde kullanabilmesini sağlayan entellektüel donanımla donatıldığına işarettir.” (Esed, Muhammed. Kur’an Meajı, ) 

“Yani: Ebedi kurtuluşa ulaşan yolu, akıl , irade ve vahiy ile kolaylaştırdı..” (İslâmoğlu, Mustafa. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1222)

Kimilerin göre insana kolaylaştırılan yol doğum olayıdır. Ancak bazılarına göre burada da kasdedilen hak ve bâtıl yolların insana açıklanması, öğretilmesi ve onunla amel edilmesinin kolaylaştırılmasıdır. (Taberî; İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/447. İbni Kesir, Ebu’l-Fidâ. Muhtasar Tefsir, 3/601)

Allah (cc) bütün hayvanların doğum yapmalarını onlara kolaylaştırdı. Ancak dinin, hidâyetin kolaylaştırılması sadece insan has bir şeydir. Âyette de vurgulanmak istenen husus budur. Bu aynı zamanda insanın bir nutfeden yaratıldığı ilgili ilâhi ihbarla uyumlu bir gerçektir. (eş-Şankıtî, M. Muhtar. Edvâu’l-Beyân, s: 1902)

İnsanı bir karışık özden yaratan Yüce Yaratıcı elbette ona hayatı da, üzerinde yürüyeceği yolu da, hidâyet ve sapıklığı da gösterir, ya da bunların onun fıtratına koyar.

İnsanın iyilik-kötülük, iman-inkâr, doğru-yanlış şeklindeki altarnatifler arasında tercih yapma gücüne sahip bir varlık olarak yaratılması anmaya değer bir lütuftur. Bu anlam âyetin bağlamına da uygundur. Zira bu özelliği ile insan bütün yaratıklardan seçkin kılınmıştır. Bunun yanında insana hayır ve şer yolları gösterilerek, aralarında seçim yapabileceği geniş bir özgürlük alanı bahşedilmiştir. Bu özgürlik de ona sorumluluk yükler. (DİB-Komisyon, Kur’an Yolu, 5/482)

Abese Sûresi’ndeki bu pasaj ile İnsan Sûresi’nn başındaki âyetler birbirini tamamlıyor. Orada insanın önceleri anılmaya değer bir  şey olmadığı, -zımnen: onu değerli kılmak üzere- karşık bir nutfeden yaratılıp göz ve işitme (anlama ve akletme) yetileriyle donatıldığı, sonra da ona iki yol gösterildiği söyleniyor. Önüne iki yol konulan insanlar kendi seçimleriyle şükredici veya nankör olabileceklerine işaret ediliyor. Burada ise önce bazı insanların nankör olduğu söyleniyor. Yine insanın bir sudan yaratıldığı, ona özel bir şekil verildiği, bir anlamda özel kabiliyetlerle donatıldığı belirtildikten sonra ona yol’un (sebîl’in) kolaylaştırıldığı ifade ediliyor.

Sonra ona yolu (sebîl’i) kolaylaştırdı” âyeti zımnen;  bundan sonra o “dilerse iman eder, dilerse inkâr, dilerse şükredici olur, dilerse nankör, dilerse Rabbinin nimetlerine şükretmek üzere O’na kulluk yapar, dilerse başka tanrılara kulluk yaparak nimet Vereni inkâr eder” demektir. Böylece bu âyetin manasıyla  İnsan 3. âyetin manası bütünleşiyor.

Bu âyetlerde ayrıca Rabbine karşı kibirlenen, O’na boyun eğmekten imtina eden inkârcı insana, neden yaratıldığına bakmasını, aslının karışık, pis, basit bir su (meni) olduğunu, ama böyle bir özden kendisi gibi harika bir insan yarattığını bilmesi, aslına bakarak büyüklük taslamaması gerektiği hatırlatılıyor.  

Bundan sonra insana düşen kendisine gösterilen yolları tanımak. Hangisine uyarsa kendisini kurtaracağını, hangisini takip ederse ebedi hüsrana düşeceğini idrak etmesidir. Elindeki kabiliyetleri hidâyeti, fıtratı, kurtuluşu, doğru yolu seçme yönünde kullanmasıdır. 

 

-Doğru yol anlamında sebîl

Kur’an’ın kendilerine zalim dediği inkârcılar kendi aralarındaki konuşmalarında: “Eğer (Muhammed’e) uyarsanız yalnızca büyülenmiş bir adama uymuş olursunuz” demişlerdi.

Her şeyi bilen Allah (cc) bunu şöyle haber veriyor: “(Ey Rasûl,) seni benzettikleri şeye bak! Zaten onlar bir kere yoldan çıkmış bulunuyorlar, bir daha da (doğru) yolu (sebîl’i) bulamazlar! (İsrâ 17/48. Furkan 25/9)

Âyette belirsiz gelen “sebîl”in şüphesiz doğru yolu, insanı Gerçeğe götürecek yolu, hidâyeti ifade ettiği açıktır.

Mekkeli müşrikler Peygambe’e tabi olmak yerine onun hakkında ileri geri yakışıksız sözler söylüyorlardı. Böylece hem onu aşağılamak, hem de davetinin etkisini azaltmak istiyorlardı. Onu normal insanların söylemeyeceği tuhaf laflar eden, büyü sebebiyle akli dengesi bozulmuş hasta kimselere benzetiyorlardı. Onu uydurmacılıkla suçluyor, ona masal anlatan masalcı diyorlardı. Onu kimi zaman sihirbaz (büyücü), kimi zaman şair, kimi zamanda kendisine sihir yapılmış veya içine kötü ruh girmiş adam diye itham ediyorlardı.

Farklı zamanlardaki bu ithamlar müşriklerin gerçeği bilmediklerinin isbatıdır. Yani ithamlarında bile söz birliği yok. “Doğru yolu bulamazlar” kısmı, “o müşrikler Peygamber hakkındaki bu tenakuzdan (çelişkiden), Vahye kulak vermedikleri için kurtulamazlar” şeklinde de anlaşılmış. (Şevkânî, A. b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr, s: 969)

Şüphesiz bunların hepsi sapıklıktır. Bu tutumlarıyla onlar kendilerini gerçeğe ulaştıracak doğru yolu (sebil’i) bulma yeteneğini kaybettiler.

 

“De ki: “Herkes kendi yapısına uygun işler görür. Rabbiniz, en doğru yolda (sebîl’de) olanı daha iyi bilir.” (İsrâ 17/84)

Âyette geçem “şâkile”; tabiat, adet, ahlak, mizaç ve yaratılış anlamına gelir. Yani herkes kendi durum ve mizacına göre, kendi duygularına ve tercihlerine göre iş tutra, faaliyette bulunur. Muhtemelen herkes doğru yaptığını, ya da doğru bildiğini yapar. Ama kimin doğru yolda olduğunu, kimin yaptığının doğru olduğunu Allah bilir. Bir kimse hoşuna giden şeyi yapıyor veya çevresindekilerin davranışlarına uygun hareket ediyor diye doğru yola gitmiş olmaz. Doğru yol da kişiyi Hakka ve Hakikate götüren, onu dünyada da Âhirette de kurtaran yoldur. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/318)

Burada yapılan işlerin sonucu düşünmeye ilişkin bir tehdit de söz konusudur. Sonuçta herkes nasıl davrandığını, yaptıklarının doğru mu yanlış mı, faydalı mı zararlı mı, -mü’min ise- günah kazandırıcı mı, sevap kazandırıcı mı olduğunu, üzerinde yürüdüğü yolun doğru yol (sebîl) olup olmadığını hesap etmesi gerekir. 

 

Kur’an’da bir yerde bebeklerin bile saçını beyazlatacak kıyâmetin dehşetinden söz edildikten sonra Allah’ın bu va’dinin mutlaka gerçekleşeceği vurgulanıyor arkasından da;

“Şüphesiz bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine ulaştıran bir yol (sebîl) tutsun” (Müzemmil 73/19) deniliyor. (Bir benzeri: İnsan 76/29)

Ayette geçen “tezkira”; içinde akıl sahiplerine hitap eden uyarı, ya da öğüt de olan hatırlatıcı demektir. Sadece bu sûreyi değil, bütün Kur’an âyetlerini işaret etmektedir. 

Yani herkesin iradesi elindedir. Sonucuna katlanmak şartıyla dileyen iman eder, dileyen inkâr eder. (bak: Kehf 18/29) Dileyen bu insanı aklını başına almaya çağıran bu içinde öğüt saklı uyarıya kulak verir, dileyen kulaklarını bu çağrıya tıkar.

Kendisini Rabbine ulaştıran yol, insanı felaketlere ve hüsrana götürecek yollara nisbetle güvenli ve rahattır.

Bu âyet inkarcılara bir uyarı olduğu gibi Mekke döneminde henüz sayıları az olan ve baskı altındaki sahabelerin kalplerine huzur, güven ve dayanıklılık gücü veriyordu. Bu âyetleri okuyanlar ve duyanlar, Allah’ın, kendisine yönelmek, rızasını kazanmak için Hak yola girenlerle beraber olduğunu, Hak davete karşı çıkan inkârcıların ise cezayı hak ettiklerini hissederler. Allah (cc) onlara şimdilik mühlet vermektedir. Ama günü gelince hak ettiklerine ulaşacaklar.

Mü’minler, Peygamberin ve Kur’an’ın davetine kulak vererek İslâmı seçmek doğru yolu seçmektir. Bu yol (sebîl) da onları Allah’ın rızasına, sevgisine, rahmetine ve felaha kavuşturacaktır.

 

-Fırsat olarak sebîl

Sebîl; fırsat, imkan manasında da kullanılıyor.

“... Allah Kıyâmet Günü aranızda hükmünü verecek ve Allah kâfirler için mü’minler üzerine bir yol (sebîl) kılmayacak.” (Nisâ 4/141)

Bazılarına göre buıradaki sebîl de hüccet (kanıt) manasındadır.

Âyetin bu kısmı “Allah bu dünyada kâfirlere müslümanların aleyhine fırsat vermeyecektir” şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim bir âyette “Şüphesiz ki, peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (Mü’min 40/51) Bu aynı zamanda, Peygamber döneminde Medine’de müslümanların hâkimiyetinin son bulmasını bekleyen münafıklara bir reddiyedir. (İbni Kesir, Ebu’l-Fidâ. Muhtasar Tefsir, 1/449)

Yani, kâfirler kâfir olarak imanın gerektirdiklerine uyan samimi müslümanların aleyhine bir yol bulamazlar.

Bunu; hem onları zorla dinlerinden ayıramazlar, hem de ne kadar aleyhte çalışırlarsa çalışsınlar, İslâmı ne kadar kötü göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, İslâm dışı hayatın reklamını ne kadar yaparlarsa yapsınlar; ihlaslı müslümanları İslâmdan, Allah’a kulluktan koparamazlar. Tanrı fikri, akide, ibadet, âhiret ve hayatın anlamı konularında ve bunları delillendirmede, izah etmede müslümanlara galip gelecek kadar üstünlükleri olamaz diye anlamak mümkün.

Âyetin son cümlesinin anlamı konusunda sahabeden beri farklı görüşler var. Şöyleki: Birisi hz. Ali’ye; “ Ey mü’minlerin emiri, bu âyet hakkında ne dersin, bu nasıl olur? Çünkü onlar bizimle savaşmakta, bazen biz bazen onlar galip gelmekteyiz” diye sordu. Hz. Ali: “Bunun anlamı Kıyâmet Gününde hüküm verileceği zaman ortaya çıkacaktır.” Yani orada kâfirler müslümanların aleyhine bir delil getiremeyecekler. İbni Abbas’a göre de burada kasedilen Kıyâmet Günüdür.

İbnü’l-A’rabiye göre böyle bir açıklama zayıftır ve faydası yoktur. Dünya hayatında Allah günleri (eyyam’ı), yani zafer ve mağlubiyetleri insanlar arasında nöbeşe dönderir, durur. (Âli İmran 3/140)

Allah (cc), kâfirlerin, müslümanların devletlerini tümüyle ortadan kaldırmak, vatanlarını ellerinden almak, yeryüzünden onların izlerini silmek üzere fırsat vermez. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet ediliyor: “Ben Rabbimden ümmetimi genel bir kıtlık ile helak etmemesini ve üzerlerine bir düşmanı musallat edip de toplumlarını, mülk ve güçlerini toptan imha etmemesini istedim. Rabbim de şöyle buyurdu: “Ya Muhammed! Ben bir şeyi hükme bağladığım zaman artık o bir daha geri çevrilmez. Ümmetin için sana şu müjdeyi veriyorum; onları genel bir kıtlıkla helâk etmeyecek ve köklerini kurutacak bir düşman gücünü onların başına musallat kılmayacağım. Hatta düşmanlar ümmetine karşı dünyanın çeşitli bölgelerinden bir araya gelseler bile. Ta ki onlar birbirini helâk edinceye ve birbirini esir alıncaya kadar.” (Müslim, Fiten/5 (19) no: 7258. Ebu Dâvud, Fiten/1 no: 4252. Tirmizî, Fiten/14 no: 2176. İbni Mâce, Bir benzeri: Fiten/9 no: 3952. İbni Hibban, Tarih/76 no: 6714. Ahmed b. Hanbel, 4/123) 5/278, 284. Hâkim, Fiten/98 no: 8390).

Müslümanlar kendi elleriyle düşmana ortam hazırlamadıkça, birbirlerini helâk etmedikçe, birbirlerini esir alacak denli fitneye düşmedikçe sürece inkârcılar onları yok edemez.

 Müslüman birbirlerine münkeri (kötülüğü) emredip, ma’rufu (iyiliği) yasaklamadıkları ve tevbeyi ihmal etmedikleri sürece Allah (cc) onların aleyhine kâfirlere bir yol, fırsat vermez. Müslümanlara isabet edecek musibet kendi elleriyle kazandıkları yüzündendir. (Şûrâ 42/30)

Allah (cc) onları müslümanlara üstünlük sağlayacak aklî delillere sahip kılmaz. Onlar ne zaman İslâmın aleyhine bir delil, iddia, suçlama ileri sürseler, Allah (cc) bir şekilde onlara uygun cevap vermeyi müslümanlara nasip eder. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, )

Bu âyette geçen “sebîl” belirsizdir (nekra’dır) ve olumsuz bir fiilden sonra gelmektedir. Kurala göre belirsiz kelimeler genellik ifade ederler. Buradaki sebîl’e sadece hüccet (kanıt) anlamı verenler hata etmişlerdir. Bu hatanın sebebi “şartlara uyulursa zaferin Allah’ın va’di ve O’nun yasasıyla (sünnetullah ile) mü’minlere garanti olduğu” ilkesini anlamamak olabilir. Bazıları da bu hükmün Âhirete mahsus olduğunu düşündüler. Oysaki doğru olan kelimenin genellik ifade etmesidir.

Buna göre mü’minlerin üzerinde kâfirlerin mutlak üstünlükleri yoktur. Bazı savaşlarda, ilimde ve teknikte üstün görünmelerinin sebebi, onların kâfir olmalarının sonucu değil, sünnetullah’ı doğru okumaları ve bununla ilgili kuralları iyi uygulamalarıdır. (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (ter.) 5/608)

“Bu duyuru, tamamen manevî/ruhî bir muhtevaya sahiptir ve hayatın değişkenlik gösteren maddî şartlarına uygulanamaz; zira (bu son âyetin işaret ettiği gibi) “hakikati inkâr edenler” bazan “şanslı” günlerinde olabilirler, yani, müminler üzerinde geçici bir üstünlük sağlayabilirler.” (Esed, Muhammed. Kur’an Mesajı, 1/172)

(Devamı var)

 Hüseyin K. Ece

17.10.2017

Zaandam-Hollanda