(Kur’an’da sebil ile yapılan tamlamalar konusuna devam ediyoruz)

-Kur’an’da Sevâu’s-Sebîl

"Sevâu’s-sebîl”i vasat yol, ana yol, dosdoğru yol şeklinde tercüme etsek bile karşılığını tamamen vermiş olmayız.

“Sevâu’s-sebîl” kişiye tüm güçlerini, yeteneklerini ve melekelerini geliştirme imkânı veren; özlemlerini, arzularını, duygularını, bedeninin ve ruhunun isteklerini uygun şekilde gideren ve doyuran; başka insanlarla çok yönlü karmaşık ilişkilerini dengede tutabilmesi için kendisini doğruya götüren; tabiî kaynakları eşit derecede kendisinin ve insanlığın iyiliği için kullanma ve değerlendirmede, bireysel ve toplumsal hayatında onu yönlendiren hayat tarzının adıdır.

Kısaca, bireyin ve toplumun manevî, ahlâkî, sosyal, fizikî, ekonomik, siyasal ve uluslararası sorunlarını doğru, düzgün, sağlam ve adaletli biçimde çözmesini sağlayan hayat tarzıdır.

Kur'an'da “sevâu’s-sebîl” ve “sırat-ı mustakim” doğru yol olarak nitelenmiştir.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.) 1/463)

Bu tamlama Kur’an’da altı defa yer almaktadır. Şöyleki:

 

Allah (cc), yerin ve göklerin mülkünün kendisine ait olduğunu, mü’minlere kendisinden başka veli (dost ve yardımcı) olmadığını söyledikten sonra şöyle buyuruyor :  

«Yoksa, size gönderilmiş olan Elçi'den, daha önce Musa'dan istenilenleri mi istiyorsunuz? Ama her kim, hakikate inanmak yerine onu inkâr etmeyi tercih ederse doğru yoldan (sevâu’s-sebîl’den) sapmış olur.» (Bekara 2/108)

 Âyette geçen suâl aynı anda “istemek” ve “sormak” anlamlarına gelir (Mesela bkz: Bekara 2/55, 61. A’raf 7/129)

Bazı Türkçe mealler  âyeti “yoksa daha önce Mûsâ’nın sorguya çekildiği gibi, siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?» şeklinde çevirmişler.

Âyeti böyle de anlamak mümkün ise de bize göre âyette bir sorgulamadan değil, bir istekten, talep etmeden söz ediliyor.

 Nitekim ilk dönem tefsircilerinden Mukâtil b. Süleyman bu âyeti; “Yani, İsrailoğullarının hz. Musa’dan istedikleri gibi siz de (Ey müşrikler) hz. Muhammed’ten Allah’ı açıkça görmeyi mi istiyorsunuz?” şeklinde açıklıyor. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/71)

Burada ciddi bir tehdit ve serzenişte bulunma söz konusudur.

Müşriklere hitaben: «Ey şirk koşanlar, ey vahye inanmayanlar, ne o, yoksa vaktiyle Musa’dan «Allah ‘ı göster» diye istekte bulunduğu gibi, şimdi siz de Peygamber’den «şu Safa tepesini altına çevir» şeklinde olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Ama unutmayın ki her kim hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğu hakikatine inanma yerine, böyle saçma sapan isteklerde bulunarak inatçılığı ve inkârcılığı tercih ederse, düz yolun ortasından, hak olduğu sabit doğru yoldan ayrılmış, sapmış olur.»

İsrailoğulları Musa’ya verilen mucizelerle yetinmediler. Her bir mucizeyi olayı gördükçe daha başka mucizeler istediler. Hatta Musa’ya « bize Allah’ı göster » diye işi daha da ileriye götürdüler.

Peygamberlere verilen mucizeleri ve bunların benzerlerini yapmaktan aciz olunması ortaya çıkmasına rağmen bunları kabul etmemek, ancak inkârı mizaç edinmiş, inatçı ve nankör kişilerin işidir.

Allah (cc) bu isteği hoş karşımadığını beyan ettikten sonra « kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dümdüz yolu şaşırmış olur » buyurdu. Böyleleri caddenin tam ortasında yolunu şaşırır, yolun iki tarafından birine ama yanlış gidişe meyleder. Böylece amacına/hedefine ulaşmadan helâk olur, zarara uğrar.

«Sevâu’s-sebîl»den maksat hak ve iyiliktir. Bu ikisinin yolunda dosdoğru yürümekle fıtrattaki (yaratılıştaki) sâlim durum tamamlanır. Elbette kim haktan saparsa bâtılın içine düşer. Zaten haktan sonra sonra sapıklıktan başka ne var? (Yûnus 10/32) (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 1/568)

«Gerçek şu ki “her kim imanı, hakikati inkârla değiştirirse”; yani, her kim Kur’an mesajının gerçekliğinin derunî kanıtını kabul etmez ve bunun yerine, onun ilâhi kaynaklı oluşunun somut şekilde isbatını taleb ederse doğru yoldan ayrılmış olur.» (Esed. Muhammed. Kur’an Mesajı, 1/31)

Allah (cc) insanlara, kendisine hakkıyla kulluk yapabilecekleri şeyi, yerince ve en uygun biçimde tavsiye eder. Burada Allah (cc), İsrailoğullarının hz. Musa zamanında düştüğü hataya düşmemelerini de istiyor. Zira onlar peygamberden kendilerine vabâl getirecek şeyler istediler. “Bizim için ilâh yap” (A’raf 7/138), “Bize Allah’ı açıkça göster” (Bekara 2/55. Nisâ 4/153) gibi.

Şüphesiz bu istekler normal değil, içinde isyan olan taleplerdi.

Bütün bu gerçeklere karşın artık kim imanı inkârla değişirse; kim indirilen âyetlere imanı terkedip, onlar hakkında şüpheye düşerse, bunun yerine başka yanlış şeyleri korsa, işte öyleleri “dümdüz, mutedil, doğru, hakta sabit yol”dan sapıtmış olur. (Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, 1/175)

Yani “Ey müşrikler, siz de peygamberinizden, Musa’da istenenler gibi şeyler mi istiyorsunuz? Böyle boş, inkârcılık kokan şeyleri istemek mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onlar gibi “Allah’ı görmeden iman etmeyiz” demezler. Peygamber kıssalarında anlatıldığı gibi Peygamberinizi hesaba çekmeye kalkışmazlar. Bunu ancak inkârcılar yapar. Halbuki iman yerine küfre (inkârcılığa) rağbet eden, imanını (vahye göre) inkârcılıkla değiştiren, düz yoldan sapmış, şaşkınlığa sürüklenmiş olur.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/383)

Bu âyetin iniş sebebi (sebeb-i nüzûl’u) hakkında Kur’an yorumcularının söz birliği yoktur. Taberî bu konuda bir kaç rivâyete yer veriyor.

İbn Ebi Hatim, Said ve İkrime kanalıyla İbni Abbas’tan şöyle naklediyor: «Rafi’ b. Hureymile ve Vehb b. Zeyd adlı iki yahudinin Hz. Peygamber’e «Ey Muhammed, ya bize gökten okuyacağımız bir kitap getir, ya da bizim için nehirler fışkırt ki sana tabi olup seni tasdik edelim demeleri üzerine Allah bu âyeti inzâl buyurdu.» (Taberî, İbni Cerir. Camiu’l-Beyan, 1/530. İbn Ebi Hatim, Tefsir, 1/202. Suyûtî, C. Esbâbü’n-Nüzûl (çev.), s: 56. el-Kâdî, Abdulfettah. Esbâb-ı Nüzûl (çev.),  s: 35)

 Süddî’ye göre (o zamanki) Araplar Peygamber’den Allah’ı gözleriyle görmek istediklerini söylediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/530. İbn Ebi Hâtim, Tefsir, 1/203. Suyûtî, C. Esbâbü’n-Nüzûl (çev.), s: 57)

Yine ilk dönem tefsircilerinden Mücahid’e göre «İsrailoğulları Allah’ı açıktan görmeyi istediler. Kureyşliler de hz. Muhammed’ten Safa tepesini altın yapmasını istediler. Peygamber (sav); “tamam, ancak kâfirlikte ısrar ederseniz sofra hadisesinde İsrailoğullarının başına gelenlerin sizin başınıza gelmesini kabul ediyor musunuz?” deyince bu isteklerinden vazgeçip sözlerinden döndüler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/530. İbn Ebi Hâtim, Tefsir, 1/203. Suyûtî, C. Esbâbü’n-Nüzûl (çev.), s: 57)

Ebu’l-Âliye’nin şöyle dediği rivâyet edildi:

«Bir adam hz. Peygamber’e «Keşke bizim (günaha karşı) keffâretimiz de tıpkı İsrailoğullarının keffâretleri gibi olsaydı dedi. Hz. Peygamber; «Ey Allahım! böyle bir şey istemeyiz» dedikten sonra :

«Allah’ın size verdikleri İsrailoğullarına verdiklerinden daha hayırlıdır. Çünkü İsrailoğullarıdan biri bir günah işlediği zaman, günahını ve ona gereken keffâreti kapısından yazılı bulurdu. Keffâreti yerine getirmiş olsa bile, bu onun için yine de dünyada bir yüz karası olurdu. Şayet keffâreti yerine getirmemiş ise âhirette rezil  olacak. Oysa Allah size İsrailoğullarına verdiklerinen daha hayırlısını vermiştir. Zira Allah şöyle buyurmaktadır» dedi:

«Kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.» (Nisâ 4/110) Beş vakit namaz ve iki Cuma aralarında işlenen günahlara keffârettir.» (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/531. İbn Ebi Hâtim, Tefsir, 1/203. Suyûtî, C. Esbâbü’n-Nüzûl (çev.), s: 57. el-Kâdî, Abdulfettah. Esbâb-ı Nüzûl,  s: 35)

Taberî şunu da ekliyor : «Kim bir kötülük yapacak olursa, sadece tek günah yazılır. Buna karşılık kim bir iyilik yapmayı düşünür de yapmazsa, ona yine de tek sevap yazılır. Yapacak olursa, yaprağı iyiliğe eşit on sevap yazılır. Allah katında ancak helâkı hak eden helâk olur.» (Taberî, İbni Cerir. Camiu’l-Beyan, 1/531)

İbn Kesir : «Âyette kasdedilen İsrailoğullarının güçlük çıkarmak, yalanlamak ve muhalefet amacıyla Musa’dan mucizeler talep ettikleri gibi güçlük çıkarmak isteyen, hz. Peygamber’’den (olmayacak) şey talep eden kimsenin zammedilmesidir. (el-Kâdî, Abdulfettah. Esbâb-ı Nüzûl (çev.),  s: 35)

Âyet, “siz de peygamberinizden Musa kavminin istedikleri gibi olmayacak şeyler mi istiyorsunuz?” diyor ve peygamberliğin bunca sağlam delilller, isbatlar, mucizelerle ortaya çıkmasına rağmen onların böyle saçma istekte bulunmalarını reddediyor. Bundan sonra; “Her kim imanı küfre değişirse, o artık doğru yoldan (sevâu’s-sebîl’den) sapmış», doğru yol konusunda hata etmiş olur.

Burada «imanı küfre tebdil ederse» ifadesiyle özellikle mü’minlere hitap ediliyor ve müslümanlara hased eden yahudilerin mü’minlerin tuzağa düşmelerini temenni ettiklerini bildiriyor. Yine deniyor ki, «kim onların tuzağına düşüp dininden (İslâmdan) dönerse dalâlete (sapıklığa) düşer». (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 1/70)

Burada sanki şöyle deniliyor: «Ey insanlar, siz de sizden önce gelip geçmiş Musa kavminin isteklerine benzer şeyler mi istiyorsunuz? Böylece inkârcı oldular. Onların bu saçma istekleri karşılanmadığı halde sizin benzer talebinizin karşılanması Allah’ın hikmetine göre caiz olmaz. Şayet istediğiniz size verilirse, buna rağmen nankörlük ederseniz, sizden önce peygamberlerinden olmayacak şeyleri isteyen ve helâk olan kavimler gibi siz de helâk edilirsiniz. Onları, inkârlarından/azgınlıklarından sonra ceza takip etmişti. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/532)

 Artık bundan sonra kim Allah’ı ve âyetlerini inklar ederse, onları tasdik ve ikrar etmezse imanı küfürle (inkarla) tebdil etmiş olur. Âyetteki dalâletin (sapıtmanın) aslı bir şeyden yüz çevirmektir. Sonra helak olmak anlamında kullanılır oldu. “...şüphesiz Doğru Yol’dan (es-Sebîl’den) sapmış olur”, yani doğru yoldan gitmiş, ondan yüz çevirmiş olur. Burada seva gidiş düzgün ve sağlamlığını ifade eder. Seva nın aslı ise “orta”dır. Araplar; “hüve fi-sevai’s-sebil” derler. Yani o kimse düzgün, doğru yoldadır. “Sevâu’l-ard” yerin, mekanın düzgünlüğünü, tesviye edilmişliğini anlatır.

“Kim imanı küfre değişirse...” yani Allah ve Elçisine imanı inkarla değiştirise; dininden dönmüş ve doğru, orta, sabit yoldan yüz çevirmiş olur. Dahası böyleleri  Allah’ın kendisinden razı olduğu, ya da rızasına ulaşmak için yol olarak seçtiği Din’i, kişiyi Allah sevgisine ve cennetleriyle başarıya kavuşturacak yolu terketmiş olur. Allah o yolu kendi evgisine götüren bir tarik yapmıştır. Ona süluk eden kurtulur, isteğine kavuşur. (Taberî, İbni Cerir. Camiu’l-Beyan, 1/533)

 

 -Allah, îsrailoğullarından, Allah'a itaat etmelerine ve Peygamberine iman etmelerine dair kesin söz almıştı. Bunların, vermiş oldukları sözü yerine getireceklerine dair kefil olmaları için de içlerinden kendilerini takibedecek on iki vekil seçmişti. Onlardan sözünde duranlar için altlarından ırmaklar akan cennet ödüldür.

“...Ancak bundan sonra kim inkârcı olursa şüphesiz Doğru Yol’dan (sevâu’s-sebîl’den) sapmış olur.” (Mâide 5/12)

Allah (cc) eğer şu şartları yerine getirirlerse kudretiyle İsrailoğullarıyla beraber olacağını, onları işlerinde başarılı kılacağını açıkladı. Bu şartlar; namazı dosdoğru kılmak, arınmak için gerekli zekâtı vermek, bütün peygamberlere inanmak ve onların davasına destek olmaktır, yani iyiliklerin yaygınlaşması, kötülüklerin azalması için çalışmak. Bir de Allah’a güzel borç verme (karz-ı hasen). Bu da farz olan zekâttan başka gönülden, Allah rızası için infak etmek, yardım etmek, Allah’ın bunun karşılığını muhakkak vereceğine inanmaktır. Bunları hakkıyla yapanların günahları affedilecek ve ödül olarak cenneti kazanacaklar.

Ancak bu söz vermeden (vaad’ten) kim nankörlük eder, peygamberlerin getirdiklerine iman etmezse; göz göre göre açık yolun ortasından, doğru yoldan, sağlam bir gidişten sapmış, mazeret kabul etmeyecek bir hata yapmış olur. Daha önceden bu hatayı yapanlar için bir mazeret kırıntısı olsa bile, artık bundan sonra, Kur’an’ın vahyinden, son ilâhi davet geldikten sonra kimsenin bu konuda mazereti olamaz.

Önceki kavimler vahiy yoluyla irşad edilmiş, gerekli uyarılar yapılmış, arkasından onlardan sağlam söz alınmıştı. Ama onlar ahidlerini bozdular, verdikleri sözde durmadılar. Peygamberlerin davetlerine ve uyarılarına kulak asmadılar. Bu yüzden en sağlam, en doğru yoldan ayrıldılar. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/183)

Nitekim arkadan gelen âyet bu gerçeği haber veriyor.

“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.” (Mâide 5/13)

 “... Kuşkusuz o dosdoğru yol'dan (sevâu’s-sebîl’den) sapmıştır”ın anlamı, bazıları önce doğru yol'u bulmuşken, sonra onu yitirmiş ve helâk yollarına girmiş demektir.

İnsanın, insanî sorunların hepsini izafî önemlerini ölçüp tartacak ve önündeki farklı yollar arasında yargıda bulunacak şekilde kavrayamayacağından, sınırlı güçleri ve zekâsıyla bu sorunları tek başına çözemeyeceği açıktır. Bu yüzden, ne zaman kendisi için hayatına bir yol çizmeye çalışmışsa, kendisi, tüm iş ve sorunlarını karmakarışık edip, her yerde kaos meydana getirmiştir. Çünkü, insan dar görüşüyle pek çok ihtiyacın içinden temel bir ihtiyaca, pek çok sorundan tek bir soruna öylesine dalar ki, diğerlerini görmez ve bilerek veya bilmeyerek ihmal eder.

İşler bu durumda katlanılmaz hâle gelince, ihmal edilmiş bulunan ihtiyaç ve sorunlardan biri insanı yakalar. Bu sefer de hayat aynı yıkıcı sonuçla diğer uca doğru koşmaya başlar. Böylece hayat bir uçtan diğerine koşmaya devam eder ve çizdiği tüm yollar bir uçtan diğerine yanlış yönlerde gittiğinden insan dengeli orta yolu, yani Doğru Yol'u hiçbir zaman bulamaz. İnsan kendisini sayısız yanlış ve eğri yolların çukurlarından kurtarıp götürecek doğru yolu çizemez.

Allah (cc) lütfuyla insanlığa doğru yolu göstermek, dünyada ve âhiret'te gerçek başarıya iletmek için elçilerini hidâyetle göndermiştir.

O, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. (Allah) o hak dini bütün dinlere üstün kılmak için (böyle yaptı). Şâhit olarak Allah yeter.” (Fetih 48/28)

Kim bu yolu yitirirse burada yanlışa düşecek ve yanlış davranacak, dolayısıyla kaçınılmaz olarak âhiret'te de Cehennem'e gidecektir. Çünkü, bütün yanlış (bâtıl) yollar Cehennem'e çıkar. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 1/463)

Yeryüzünden öteden beri âlemlerin Rabbi Allah’ın gönderdiği hak dine uymayıp, kendince başka yollara gidenler olduğu gibi, bazıları da hakkı gördükten, hatta benimsediği iddia ettikten sonra bu yoldan ayrılabilir. Müslüman bir ailede, müslümanların yaşadığı bir ortamda yaşamasına, az çok hak dinin ölçülerini duymasına, tanımasına rağmen; çeşitli sebeplerden dolayı bundan uzaklaşabilir. Doğru yoldan ayrılıp İslâmın bâtıl dediği yollara sapabilir, İslâmî hayat yerine başka yaşama biçimini tercih edebilir.

Böyleleri hak dindan haberi olmayanlara nisbetle daha büyük bir hataya düşerler. Ellerinden ilâhi nimeti, fırsatı, lütfu ve felahı (kurtuluşu) kaybederler. Akıllarını kullanmadıkları gibi, diğer kişi, kavim ve olaylardan ibret almazlar. İslâmî hayatı terketmekle neleri kaybettiklerinin hesabını bilmezler.

Âyette söylendiği gibi Allah böylelerini kendi yanlış tercihleri ile başbaşa bırakır. Böyleleri ilâhi rahmetten, af ve bağıştan, Hak yolun kazandırdığı kazançlardan ve izzetten mahrum kalırlar.

Bir âyette şöyle deniyor:

“Fakat kendisine doğru yol ayan açık belli olduktan sonra Rasûl ile yollarını ayıran ve mü’minlerin yolundan başka yollara sapan kimseyi kendi tercihiyle baş başa bırakacak ve onu cehenneme sokacağız: O ne berbat bir kötü bir varış yeridir.” (Nisâ 4/115)

Yani kim doğru yol, hak, ilâhi olan, vahyin gerçekleri kendisine belli olduktan sonra, ya da kendisi bunu anladıktan veya kabul ettikten sonra, müslümanların gittiği hak ve doğru olan yoldan ayrılırsa; Allah (cc) onu kendisinin yöneldiği yola yöneltir. Zira kişi kendi serbet iradesiyle bâtıl veya hakkı seçebilir, doğru yola veya yanlış yola gidebilir. Sonucuna katlanmak şartıyla...

Bir kimseye hak belli olduktan sonra, ya da bir zamanlar hakka tabi olduktan sonra, yani Kur’an’ın, Peygamberin daveti kendisine ulaştıktan sonra inanmak için hâlâ somut, görünen, elle tutulur mucize (olağanüstülükler) görmek isterse; bu şüphesiz Peygamber döneminde ondan olmayacak şeyler, görünen mucizeler isteyen müşriklerin ve israiloğullarının isteğine benzer.

Bu talep temelsiz, tutarsız, samimiyetsiz; üstelik içinde şüpheyi ve gizli bahâneleri barındıran bir istektir.

Bu talep ibadet etmemek için olmadık mazeretler ileri süren kaçak tembellerin bahânesine benziyor.

Bu tür talepler samimi bir teslimiyet arzusundan çok, kendi tercihini sağlama alma, karşı tarafı tökezletme göz açıklığıdır.

Görüldüğü gibi âyet vahyin ve Peygamberin ortaya koyduğu, selim akla ve  kalplere sunduğu apaçık hakikatlere rağmen inkârcılıkta direnenler, doğru yoldan uzaklaşmış kimselerdir. Böylelerinin umduklarına nail olmaları mümkün değildir.

(Devamı var)

Hüseyin K. Ece

16.11.2018

Zaandam