Modern zamanlarda insan haklarından sıkça söz edilmektedir. Ancak ne yazık ki insan hakları en çok da modern zamanlarda ihlal edilmektedir.

1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi neşredilmesi fazla bir şey değiştirmedi. Helsinki Yurttaşlık Bildirgesi ile Avrupa İş Birliği ve Güvenlik Anlaşmaları da kağıt üzerinde iyi niyet maddeleri taşısa da pratik farklı oluyor.

Bu gibi konularda üretilen felsefeler, insanlığın hayali olan ütopyanın gerçekleşmesi için yetmiyor. Bütün iyi niyetli gayretlere, bütün reklamlara rağmen, dünyanın bütün bölgelerinde insan haklarının resmen ihlal edildiğini görmekteyiz.

Aşkın bir güce hesap vermek zorunda olduğuna inanmayan kişiler insan hakları konusunda yeterli duyarlı olabilirler mi? Hak kavramını Hakk olan yüce yaratıcıdan almayan hangi anlayış, hangi sistem, hangi hayat düzeni hakları sahibine tam manasıyla verebilir? Yarın, yaptığının hesabını vermeyi düşünmeyen bir kafa, niçin kendisine maddi çıkar sağlamayan fantazilerle uğraşsın ki? Sorulmaya değer.

Asıl değinmek istediğim konu hak ihlallerinden çok, başkalarına ne kadar tahammül edebiliriz? Beylik ‘hoşgörülü olmak’ kavramıonı nasıl yerli yerine oturtabiliriz? Yaşadığımız çevreyi nasıl ortaklaşa, kavga etmeden kullanabiliriz?

Hoşgörünün sınırı nedir?

Başkalarına karşı hoşgörülü davranmanın insan hakları ile ilgili olduğunu düşünüyorum. İnsanların kişisel hallerine, onların düşüncelerine, onların tavırlarına karşı sert ve kaba olmamak. Onların inançlarına ve kanaatlerinin mahkûm etmemek.

Bu gibi ifadelerin piyasada beylik laflar olduğunu biliyorum. Nerdeyse herkesin ağzında buna benzer sözler dolaşmakta. Bütün ülkelerdeki iktidar seçkinlerinden tutun da, içlerinde yabancıların yaşadığı mahalle sakinlerine varıncaya kadar, hemen herkes, sırası gelince, lâf açılınca bunlara benzer sözler sarfederler.

Ancak uygulamaya baktığımız zaman işin hiç te öyle olmadığını görmekteyiz. Yani kim kime ne kadar tahammül ediyor? Kim kime, ne kadar hoşgörülü? Bunun sınırı nedir?

Hadi hoşgörünün bir an için var olduğu sayalım, peki son yıllardaki soykırımları (Bosna, Filistin ve Çeçenistan vb), ülke işgalleri, askeri darbelere yeşil ışıkları, özellikle avrupa ülkelerinde gelişen ırkçılık ve yabancı düşmanlığını, İslâma ve müslümanlara karşı yükselen nefreti, göz göre göre yapılan ayrımcılıkları, bazı ülkelerdeki desteklenen baskıcı rejimleri, her alandaki kayırmacılığı, medyanın amansız taarruzlarını ve ötekine karşı tek taraflı yaptığı aleyhde yayınları nereye koyacağız?

Yaşadığımız zaman diliminde şahit olduğumuz olaylar, insanlığın muhtaç olduğu karşılıklı anlayışa henüz ulaşılamadığını gösteriyor. Bu gibi konularda geliştirilen fikirler, alınan tedbirler, uygulanan kurallar biraz iyiliştirme sağlasa bile, ideal noktaya ulaşılamamıştır.

Özellikle avrupa ülkelerde yaşayan tarihsel tecrübe, pek çok insanı daha olumlu davranmaya sevketmekte ama bu yeterli olmamaktadır. İnsanların kafasında hâlâ, ‘bizden olan ve olmayan’, ‘biz ve ötekiler’, ‘yerli ve yabancı’ şablonları var. Kimileri hâlâ ‘benden olmayan, benim gibi düşünmeyn benden değildir’, ‘benim gibi olmayan benim dostum değildir’ anlayışına sahip. Bu anlayış, profan (kutsaldan arındırılmış) bir dünya görüşüne sahip insanların kafasında olduğu zaman durum daha da vahim olmaktadır. Aynı anlayış, dinleri kendi görüşü içerinde, yani dar bir alanda anlayanların kafasında olursa; din adına daha da tehlike olabilmektedir.

İnsanlara tepeden bakan, sahip olduğu kültürel değerler ve madde açısından kendini üstün gören, başkalarına hoşgörülü davranabilir mi? ‘Ne varsa bizde var, başkaların her bakımdan bizden geridir’ diyen toplumlar, başka toplumlara farklı bakacaklardır. Onların inançlarına, kültürlerine, değer yargılarına, geleneklerine değer vermeyecektir.

İnsanların her şeyine müdahele hakkını kendinde gören modern devlet anlayışı, özünde totaliter olduğu için, insanlara saygı yerine, onların kendi ilkelerine uymalarını isteyecektir. ‘Ben yaparsam doğru yaparım, başkalarının yaptıkları peşinen yanlıştır’ diyen kafa yapısı, kime saygılı davranacaktır ki? ‘Benim soyumdan, benim suyumdam olsun da taştan olsun’ diye düşünen kafa, kime nasıl değer verecektir?

Şüphesiz ki müslümanlar, İslâm’da hoşgörünün, inanç serbesliğinin, başkalarının bütün haklarına saygının olduğunu iddia ederler. Hatta en iyi insan hakları ilkelerinin İslam’da olduğunu ileri sürerler. Bunu teorik alt yapısının var olduğunu kabul ederler. Ama başkaları bununpratik uygulamalarını da görmek isterler. İddialara çoğu zaman insanlar sıcak balmazlar.

Kur’an’da yer alan ‘Din’de zorlama yoktur’ (2/256) âyeti kimilerine göre hoşgörünün, başkalarına karışmamanın, hatta laikliğin işareti sayılabilir. Halbuki âyetin tamamı okunduğu zaman görülecektir ki; âyet, başkalarının yanlışına evet demediği gibi, laiklikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Âyet, doğru yolun da, yanlış yolun da Yaratıcı tarafından açıklandığını, kim bundan sonra doğru yolu seçerse sağlam bir kulpa tutunmuş olacağını açıklıyor. Kaldı ki Kur’an’ın başka âyetlerinde İslâmın dışındaki inanç ve ibadet biçimlerinin yanlış ve geçersiz olduğu vurgulanmaktadır.

Burada söylenen şu: İnsan akıl ve irade sahibidir. Bunun karşısında Yaratıcını tesbit ettiği hak ve batıl da belli olmuştur. Kişi aklını ve kendi hür iradesini kullanarak bu yollardan birini seçebilir ve ona göre yaşayabilir. Tabii sonucuna katlanmak şartıyla.

Kur’an’a inanan bir müslüman, herkesin seçim hakkını olduğunu ve bu seçimin herkesin kendisine ait olduğunu kabul eder. Bundan dolayı inanma ve ibadet etme konusunda kimseye baskı olmayacağını bilir. Ancak onların yanlışlarını onaylamaz, seçimlerin isabetli olmadığını düşünür.

Müslümanlığı tavsiye ettiği hoşgörü daha çok insan gönlünün kazanılmasına yöneliktir. İslâma göre insan ‘mükerrem’ bir varlıktır. Bundan dolayı sapıtması, zalim olması, kötülük yapması, azgınlaşması, çirkinliklere bulaşması onun bu üstün özüyle bağdaşmaz. O halde onun doğruya ve güzel olana kazandırılması onun lehine bir faaliyettir. Bu da gönül hoşluğu ile olabilecek bir şeydir. Bu asla ona baskı yapmak, onun iradesine ipotek koymak, hürriyetine müdahele etmek, onun şahsi hayatına karışmak, kişilik haklarını elinden almak, onu dar bir kalıba mecbur etmek, dışlamak, küçümsemek manasına gelmez, gelmemelidir.

Bu hoşgörü aynı zamanda, bir kişinin yaptığı yanlışa onay vermek, onun sapıklığını meşru görmek, bütün fikirlerinin doğru olduğunu kabul etmek değildir. Bir kimseyi hoş görmek, onun başkalarına zarar veren yanlışına göz yummak, toplumu ifsat edici faaliyetlerine hiç aldırmamak ta değildir.

Vahyin’in insana tanıdığı hoşgörü alanı ‘adalet, ihsan ve takva’ ilkeleriyle sınırlıdır.

Adalet anlayışı ile müslüman, herkese eşit davranmak, daha doğrusu herkesin hakkına saygı duymak, gerekirse herkese hakkını olduğu gibi vermek zorundadır. Bu da insan haklarının teminatıdır. Günah-sevap kavramına inanan, sonsuz mükâfat ve cezanın olacağını kabul eden müslüman, herkesin hakkını gözetmek mecburiyetindedir.

İhsan anlayışı, herkese iyi davranma, herkese elden geldiği kadar iyilik etme ahlâkıdır. Hadise göre; “insanların en iyisi, diğer insanların onun elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.” Diğerlerine her konuda, ihtiyaç olduğu zaman iyilik eden, her zaman iyi davranan kişi değerli kişidir. Müslüman, bunu da dünyalık bir çıkar için değil, insanın iyiliğe layık olması ve Allah’tan gelebilecek sevap amacıyla yapar.

Takva şuuru ise, insan için konulan ilâhî ölçülere titizlikle uyup, ölçülü hareket etmek, Yaratıcıyı her zaman ve her konuda dikkate almaktır. Yüce bir Güç’ten bağımsız olduğunu düşünen kişi, asla iyilik etmeyi denemeyecektir. Bunun lüzumuna inanmaycaktır. İnsan hakları konusunda titiz olmayacaktır. Gizlide, kanundan ve polisten gizleyebildiği yerde yanlış yapacak, çıkarına uygun davranış sergileyecektir. Takva duygusu kişinin aşırı isteklerini frenler, sınırlar, dikkatli olmasını sağlar. Böylelikle haksızlıkları, zulümleri, aşırıkları, haksızlıkları, gizlide ve açıkta yapılabilecek hataları gemler.

Bir âyette şöyle deniyor:

“Şüphesiz ki Allah, adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder; çirkin işleri, istenmeyen fiileri ve haddi aşmayı yasaklar. Allah size öğüt veriyor, olur ki düşünürsünüz.” (16 Nahl/90)

Hoşgörü başkasının yanlışına evet demek değil, onları olduğu gibi kabul edip, insana değer vermek ve birarada yaşamayı sağlayacak anlayışa ulaşabilmektir. Başkalarının da insan olduğunu, onların da bizim kadar yaşama ve diğer haklara sahip olmaları gerektiğini kabul etmektir.

Hoşgörünün bir boyutu da, insanların iyiliğini düşünmek, onlara hiç bir şekilde zarar vermemek, gerekirse yardımcı olmak, iyi geçinmektir. Yeri gelince de, güzel ve faydalı olanı tavsiye etmek, çirkin ve zararlı olandan da sakındırmaktır.

 

Hüseyin K. Ece

17.6.1995

Zaandam

 

 

 HOŞGÖRÜ ya da TAHAMMÜLÜN SINIRI II

Hoşgörü, başkalarının sapıklığına, yanlışına, haksızlığına ‘evet’ demek değildir dedik. Belki hoşgörü bir anlamda, hayatı başkalarıyla paylaşmak üzere onları da hesaba katmaktır.

Veya kendi payına düşen şeylerden başkaları lehine vaz geçmektir.

Ya da kendisi için isteyip razı olduğu şeyi başkaları için de razı olup istemektir.

Hoşgörü iddiası öncelikle fikir düzeyinde olmalı demek lazım. Öyleki kafada olgunlaşmayan hangi fikrin eylemi düzgün olur ki? Kişilerin fikir ve kanaatlerine saygı duymak, kandi kendi gerçekleriyle, olduğu gibi kabul edebilmek esastır.

Bütün insanların aynı olmasını, aynı düşünmesini, aynı şeye inanmasını beklemek saçmalıktır. Hatta kardeşler arasında bile her alanda farklılıkların olduğu bir gerçektir. Aklın gücü ve fonksiyonu herkeste başka başkadır. İstidat ve kabiliyetler herkeste aynı değildir. Bu farklılıklar fikirlerde, görüşlerde, kabul ve redlerde de ortaya çıkar. Bundan dolayı da farklı hareketler ortaya çıkar. İnsanların aynı konuda farklı tavır sergilemeleri, ya da farklı tepki vermeleri kendi kapasiteleri, kendi fikirleri veya kendi tercihleriyle ilgilidir.

Yine altını çizerek söyleyelim ki, hoşgörü hiç bir zaman yanlışa evet, sapıklığa ve haksızlığa kafa sallamak değildir. Suça ve suçluya onay vermek de değildir. Belli ölçüler içerisinde, insanî erdemler çerçevesinde insanlara saygı duymak, onların farklı olabileceklerini kabullenmek, tercihleri sebebiyle onları yargılamamaktır. İnsanların birbirlerine tahammül etmeleri, birbirlerine değer vermeleridir.

Ancak ‘hoşgörü’ adına kimse sapıklıklara evet demeyi anlamamalı. İnsanların kendi elleriyle icad ettikleri tanrıları, kendi uydurdukları ve insana yanlış yaptıran inançları, aklın ve iz’anın kabul edemeyeceği tapınmaları, nefisleri tıpkı ilah gibi saymaları nasıl hoşgörebilir ki?

Kendi çıkarından başka değer tanımayan egoisti, herkesi yolunacak kaz zanneden çıkarcıyı, sapıklığı din haline getiren ahmağı, başkalarını küçümseyen müstekbir kafalıyı, bencilliği karakter haline getiren hodbini hoş mu görelim yaptıkları yüzünden?

İğrenç ırkçılık uğruna başkalarının hakkına tecavüz edenleri, başkalarına zulmedenleri, başkalarını sömürenleri, başkasına baskı ve işkence yapan muhteris ruhlu kimsleri, sadistleri, sömürgeciliği devlet politikası yapanları, başkalarının değerlerini yağmalayanları, yeryüzünü her açıdan ‘ifsat’ edenleri ne adına hoş göreceğiz ki?

Kısaca zulüme ve zalimlere hoşgörü olur mu?

Hiç insanları haksız yere katleden canilere, gücü yettiği kimselerin kollarını hayvanca kıranlara, inslanların evlerini, ülkelerini, varlıklarını tahrip edenlere, ya da işgal edenlere, insanlıktan nasibi olmayanlara hoşgörüyle bakılır mı?

Haksızlık yapanları hoşgörüyle karşılamak, bizzat ‘hak’ kavramına ihanet olmaz mı?

Bir ülke ki, iktidarı ele geçirenler, kendi halkının ihtiyaçlarını karşılama, onlara hizmet götürme yerine, iktidarı ele geçirmesine sebep olan güçlülerin çıkarlarını koruyorsa, kendi halkının değerlerini hor görüyor, aşağılıyor, hatta yasaklıyor, ama işgalci güçlerin değerlerini kanun zoruyla dayatıyorsa, o ülke insanı ne yapsın? Bir avuç iktidar seçkini dünya nimetleri içinde yüzüyorken, halkın çoğunluğu bu yüzden sefalet çekiyorsa; o halk ne düşünür?

Bir ülke ki mahkemesinde adalet, sokağında düzen, dairesinde hizmet, eğitiminde insaniyet/hayata uygunluk, piyasasında düzen, kurumlarında insaf ve merhamet, hastahanesinde şifa ve insanca muamele yoktur, bir ülkeki her şeyi çıkarcılar ve zalimler tarafından yağmalanıyorsa; o ülke insanı kime hoş görüyle bakacaktır?

İslâmı zayıflatmak üzere ona her çeşit tuzağı kuranları, hakaret edenleri, öğretilmemesi için elinden geleni yapanları müslümanlar herhalde gülle karşılamazlar.

Kişi ve toplumlar, kendilerini arkadan hançerleyenleri görmemezlikten gelmezler. Hiç kimse herkes için ‘bırakınız yapsınlar’ demez. Hiç kimse, kendisine yapılan haksızlığı sineye çekmez.

O halde hoşgörü karşılıklı olmalı. Herkes için ve herkesin varlığına, seçimine, değerlerine saygı duymak şartıyla.

İnsan hakları, barış, hoşgörü masallarıyla nice ülkenin işgal edildiğini, varlıklarının ellerinden alındığını, haksızlığa ve köleliği mahkum edildiğini biliyoruz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur. Hatta günümüzde bile en fazla insan hakları ihlali, insan hakları diyerek yapılıyor. En diktatör rejimlerin insanları demokratik sloganlarla yönettiklerini biliyoruz. Hatta din hürriyetinin ‘inanç özgürlüğü’ adı altında kısıtlandığı herkes görmektedir bazı ülkelerde.

Dolaysıyla slogandan çok, gerçekçiliğe ihtiyaç var. Kağıt üzerinde yazılanlar pratikte uygulanmayıca sabun köpüğünden farksız olur.

Birileri, bazı yerlerdeki küçük haksızlıklara feryadü figan ederken, kendi ülkesinin yaptığı devasa haksızlıkları görmemezlikten gelir. Kendi cemaatinden birine yapılan haksızlığa karşı tavır alırken, kendi cemaatine mensup olanların yaptığı cinayetleri es geçer. İstenmeyen bir ülkedeki olaylar abartılırken, dost ülkelerdeki katlimalara değinilmez bile. Bir din mensubuna yapılna haksızlığa tepki gösterenler, kendi dinlerine mensup kişilerin zulümlerine sessiz kalırlar.

Bütün bunları hoş görmek mümkün mü?

Bugün yürürlükte olan modern sömürgeciliği, güçlü ülkelerin zayıf ülkelerdeki haksız politikalarını, hatta o ülkeleri elde tutmak için oynadıkları şeytanî oyunları, adalet kuruluşlarını adil olmayan kararlarını, uluslararası kuruluşların tek yanlı uygulamalarını, dünyadaki adaletsiz gelir dağılımını nasıl hoş göreceğiz?

Müslümanları avrupada istemeyenleri, onların varlıklarına tahammül edemeyenleri, onların haklarını kısıtlamaya kalkışanları, onlara hakaret edenleri hangi hoşgörü ile karşılayalım?

Bizden olduğu halde başkasının davulunu çalanları, kendi halkının değerlerine ve çıkarlarına ihanet edenleri, başkasının çarkına su taşıyanları hadi hoş görün bakalım?

Akıllı insan, hiç kendisine zarar vermek isteyene uygun zemin hazırlar mı?

Yani hırsızlığa, arsızlığa, haksızlığa, ahlaksızlığa hoşgörü olur mu?

Elbette bu hoşgörü değil. Hoşgörü diyenler de elbette bunları kasdetmiyorlar.

Ancak günümüzde piyasada dolaşan ‘hoşgörü’ iddialarında, sanki böyle bir sessiz kalma davetiyesi sezinlemek mümkün. Hak’tan yana olanlara, sanki ‘her şeye azı olun, yanlış ta olsa, batıl da olsa ses çıkarmayın, hatta aleyhinize de olsa kabullenin’ demek istenmekte. (Tıpkı Kudüs’ün ve etrafının haksız yere işgalini kabullenmemezi istedikleri gibi.)

 Hz. Muhammed (sav), toplum hayatını iki katlı bir gemide yolculuk yapan iki gruba benzetiyor. Alt katta oturanlar üst kattakileri rahatsız etmemek için, lazım olacak suyu almak üzere kendi bulundukları bölümde gemiyi delmeye kalkarlarsa, üst kattakiler buna izin vermemelidir. Aksi halde gemi delinen delikten su alacaktır ve her iki grup birlikte batacaklardır. Üst katta oturanlar; ‘buyurun, istediğiniz yapın, siz serbestsiniz, yapacağınız şeyi hoşgörü ile karşılarız’, ya da ‘bize ne, ne yaparsanız yapın’ derlerse, helâk olma tehlikesi vardır.

Öyleyse toplumun mahvolmasına sebep olacak, huzuru bozacak, insanlara zarar verecek, ifsata yol açacak faaliyetlere hoşgörü ile bakılamaz.

Etrafımızda yaşayan, ama kim olursa olsun; bize zarar vermediği sürece, bize tuzak kurmadığı müddetçe, bize haksızlık etmediği sürece onu hoş tutmalı. Onunla iyi geçinmeli, onunla insanî ilişkiler içinde olmalı. Hayatı onunla paylaşırız, ancak onun seçimini doğru olduğunu kabul etmek zorunda değiliz. Kendi iradesiyle yaptığı seçimi anlayışla karşılarız.

Bir kimse kendi hür iradesiyle bir fikri, bir inancı, bir kanaati seçmiş ve bunu kendi beyanıyla ortaya koymuşsa; bu, onu bağlar. Biz bu tercihe hoşgörü ile bakmak durumundayız.

Müslümanlar arasında ise hoşgörü sınırları daha geniş, daha kolay, daha gereklidir. Zira müslümanlar arasında ortak noktalar daha fazladır. Üstelik Kur’an müslümanlar arasında kardeşlik ilan ediyor. Müslümanlar arasındaki bütün ilişkiler bu kardeşlik temelinde olmalıdır. Kişi ben müslümanınm dediği ve bunu açıkça beyan ettiği sürece, o müslümandır ve ona müslümanca muamele etmek gerekir. Kişinin iç dünyası Yaratıcıya aittir.

Müslümanın memleketi, ırkı, etnik kökeni, meşrebi, mesleği, mezhebi, cemaatı hangisi olursa olsun; müslümanın ona tavrı bu kardeşliğe aykırı olmamalı.

Kişiler farklı kabiliyette ve yapıda oldukları için farklı tercihleri ve kanaatleri olabilir. Bilgi ve güç te bunda etkilidir. Bu farklı kanaatler İslâmın temel ilkelerine aykırı olmamak şartıyla, müslümandan gelse bile, dışlamamak gerekir.

Farklılık aynı zamanda zenginliktir. Farklılığa kapı kapayanlar, pek çok imkana kapı kapamış olurlar.

Kısaca itikada ters düşse bile, başkalarının seçimine, tercihine, kanaatine saygı duymak, onu olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Kimsenin bizim gibi inanma, düşünme ve olma mecburiyeti yoktur. Herkesin bu dünya bir yeri ve yaşama hakkı vardır. Herkesin iradesi elinededir ve iradesini özgürce kullanma hakkına sahiptir. Sonucuna da kendisi katlanacaktır.

Farklı görüşlere saygı duymak, fikirlerine değer vermek, onları bu haliyle kabul etmek bir fazilettir.

Hadiste geçtiği gibi, ‘yitik bir hazine olan hikmet’in belli bir adresi yoktur. Müslüman onu nerede ve kimde bulursa alır. Bu adresin gayr-i müslimlerde olması işin aslını değiştirmez.

Mizacımıza, meşrebimize, fikirlerimize uymasa bile, başkalarının tercihlerine tahammül edebilmeyiz.

Zulme ve haksızlığa tahammül veya ses çıkarmamak ise hoşgörü değil, korkaklık ve pısırıklıktır.

 

Hüseyin K. Ece

15.8.1995

Zaandam