İslâm âlemi iki türlü taklitçilerden de çok zarar gördü: Ataları ve Avrupa ülkelerini körü körüne taklit edenlerden.

Bunlardan birinciler, atalarını âdeta kutsarlar ve onlardan miras aldıkları her şeyi gözleri gibi korurlar. Geleneklerine şartsız olarak bağlıdırlar. Atalarının yolundan ayrılmazlar. Yeni fikirlere açık olmadıkları gibi atalarını yanlış yapmış olabileceklerini bile düşünmezler. Kur’an atalarına uyup ta sapıklıkta direnenler hakkında şöyle diyor:

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler?” (2 Bekara/170)

İkinci grupta olanlar ise Batı Avrupa ülkelerinde olan her şeyi peşinen taklit ederler. Onlara göre batı, uygarlığın, gelişmenin ve insanî değerlerin gelişip şekillendiği yerdir. Bu gibiler batı kaynaklı her gelişmeyi eleştirmeden kabul ederler. Başka ülkelerde de aynı gelişmelerin olmasını isterler. Bu mantıkla hareket ettikleri için kendi içinden çıktıkları toplumun değerlerine, kültür ve medeniyetine yabancıdırlar. Hatta onlardan nefret ederler. Ellerindeki imkanları kullanarak toplumu her açıdan değiştirmeye çalışırlar.

Nitekim müslüman ülkelerin pek çoğunda siyasi gücü elinde bulunduran elitler, uzun zamandan beri bu değişimi dayatmacı bir metadla yapmaya çalışıyorlar. Yönettikleri toplumların hayat anlayışlarını, dillerini, kıyafetlerini, yaşama tarzlarını, yazılarını, hatta insaní  ilişkilerini bile değiştirmeye, onları başka topluluklara benzetmeye gayret ediyorlar. Bu elitler, böyle bir hedefe ulaşmak için zaman zaman zor kullanmayı bile göze alıyorlar.

Dinde reform tartışmalarını da bu taklit hastalığından ayırmak mümkün değildir.

16. Yüzyıl Avrupasından M. Luther öncülüğünde gerçekleştirilen reform hareketleri Kilisenin toplum üzerindeki hakimiyetine son vermiş, din adına hareket edenlerin güçlerini sınırlamıştır. Kilisenin bilim, fikir, siyaset ve sosyal hayat üzerindeki hegemonyası sona erince, diğer dinamiklerle beraber batı dünyası gelişmiş ve zenginleşmiştir.

İslâm âleminde de böyle bir reformu özleyenler; burada altı çizilmesi gereken pek çok şeyi görmemezlikten geliyorlar:

1-Bir şeyin reform’a ihtiyaç duyması için onun ‘deform’ olması, yani bozulması, asıl çizgisinden çıkması, insanlara faydalı olmamaya başlaması gerekir.

Sözlükler reformu şöyle tarif ediyorlar:

“Reform:  Daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme, düzeltme, ıslahat.” (Türkçe Sözlük. TDK. Ank. S: 1218)

İslâm’ın dayandığı kaynaklar Kur’an ve Sünnet sağlamca durduğu için İslâm’ın aslından koptuğu iddia edilemez. Ancak insanların âyetleri ve hadisleri yorumlamaları, anlamaları farklı olabilir, ya da aslından uzağa düşmüş olabilir.

2-İslâm tarihinde veya kültüründe ne Kilise gibi bir kurum, ne de din adına hareket eden ve toplum üzerinde hegemonya kuran bir din adamları sınıfı ve bu sınıfın bozduğu, aslından saptırdığı bir din olmadı. İslâm kültüründeki âlimleri ve onların ortaya koydukları ilimleri bu katagoride görmenin gerçekle bir ilgisi yoktur.

Dolaysıyla ortada sömürücü din adamları sınıfı ve onların kendi çıkarları için değiştirdikleri din olmadığı için reform iddiaları anlamsızdır.

3-M. Luther’in karşı çıktığı Kilise; siyaseti de dahil hırıstiyan toplumun her şeyine hakimdi. Kendi doğmalarına karşı olan her fikri ve gelişmeyi din dışı diye mahkûm edebiliyordu. M. Luther, Kilise’nin politikalarına karşı çıkarken içinde bulunduğu siyasi  güçlerden destek alıyordu. Çünkü yönetimler Roma’ya (papalığa) giden vergilerin kendi ülkelerinde kalmasını istiyorlardı. Bunun için Luther’in çıkışını haklı buluyorlardı.

İslâm tarihinde böyle bir şey zaten yoktu. Ne âlimler toplumu bu anlamda yönlendiriyordu, ne fikir hürriyetsizliği, ne de halkı din adına soyan oligarşik bir yapı sözkonusu idi. O günkü Hırıstiyanlık geleneğindeki katı doğmacılığa karşın İslâm dünyasında ictihat kurumu fikirlerin ve gelişmelerin önünü açıyordu.

4-Hırıstiyanlık tarihinde gerçekleşen reform hareketleri bu dinin protestanlaşmasını sağladı. Bir anlamda din ile dinin hayata uygulanması manasına gelen şeriatin arasının açılması demekti. Şeriatsiz bir din anlayışı doğdu. Çünkü M. Luther’in felsefesine göre iman ve belli başlı bir kaç ritüel ibadet dindar olmak için yeterliydi. Hayatın diğer alanlarına akıl ve insanın o günkü ihtiyaçları yön verebilirdi.

Böylelikle daha önceden konsillerde aslından uzaklaştırılan Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din biraz daha reforme ediliyor, hayatın dışına; yani kilise ile vicdanlara gönderiliyordu.

Halbuki Kur’an yalnızca ebedî ve ontolojik (tarihî değeri olan)  bir kitap, İslâm da insanların keyfine emanet edilmiş bir din değildir. Kur’an ve onun insanlara sunduğu İslâm, aynı zamanda kökünü insan yüreğinde bulan ve ibadetlerle şekillenen, kendisine teslim olunan tabii bir hayat proğramıdır. Şeriatsiz; yani kuralsız, ibadetsiz, haram ve farzları, değer ölçüleri, yani sınırları  olmayan bir din anlayışı İslâm olamaz.

5-Batıdaki reform hareketleri oradaki gelişmelerin tabii sonucu idi. Tepeden inmeci ve zorlamacı değildi. Din’i kendi hakimiyetlerinin aracı haline getiren ve doğmalarla topluma yön veren bir anlayışa karşı bir isyandı.

Aynı olayların aynı şekilde başka coğrafyalarda da, başka dinlerin üzerinde de olmasını beklemek yersizdir.

M. Luther’in başlattığı reform çalışmaları, dikkat edilirse, yine insan eliyle şekillenen bir din anlayışına karşı yapılmıştı. Hz. İsa’dan sonra insan eliyle şekillenen din’e yine insan eliyle müdahele edilmiş oldu.

Halbuki İslâm hiç bir zaman buna benzer bir şekilde insan eliyle değiştirilmedi. (Farklı yorumları ve yorumlarla şekillenen farklı din anlayışlarını bundan ayrı tutuyoruz.) Kur’an’ın  bir kelimesi bile değişikliğe uğramadı. Sünnet büyük oranda günümüze kadar korundu. Kur’an’a aykırı fikirler, uygulamalar, anlayışlar de hiç bir ümmet tarafından topyekûn kabul görmedi.

6-İslâm ülkelerindeki ‘dinde reform’ iddiaları çoğu zaman sun’í bir gündemdir. Bu tartışmalar  ya yönetici elitler tarafından, ya da din’i kendi özel hayatlarına uydurmaya çalışan dinî hassasiyeti olmayan taklitçiler tarafından gündeme getirilir. İslâm toplumlarını tepeden tırnağa modernlik adına değiştirmeyi  kafasına koyan elitler zaman zaman bu tartışmayı açarlar. Bunun yanında sürekli olarak da kendi sistemlerine uyan, onu destekleyen, o sistemin halk tarafından benimsenmesin sağlayacak bir dini anlatmaya çalışırlar. Zaman zaman ‘dini reforma etme’ çalışmalarını birilerine ihale ederler.

Bu birileri bazen içerden bazen de dışarıdan olabilir.

Kafalarını, fikirlerini, ahlâklarını, ya da anlayışlarını bir türlü Allah’ın dinine uygun hâle getirmeyenler de; ‘Eh mâdem biz dine uyamıyoruz, o halde din bize uysun’ mantığı ile dinde reform isterler.

İnsanların yaptıkları, söyledikleri, ortaya koydukları şeyler hem tartışmaya açıktır, hem de sürekli olmayabilir. İhtiyaçlar değişir, yeni akıllar daha güzel şeyler keşfeder; bir önceki şey terkedilebilir. Bu durum bir gelişmedir, insanlık için bir tecrübedir.

İslâm insanların eseri değil ki eskisin, bozulsun veya insana zarar verecek bir hâle gelsin. Onun Kitabı kıyamete kadar bozulmadan kalacaktır. Öyleyse onun ‘sabite’leri konusunda reform istekleri abestir, dini kendine uydurma hevesidir.

Böyle bir çaba ise insanın kendi hevâsını (istek ve arzularını) tanrı haline getirme tehlikesini beraberinde getirir.

İslâmın reforma ihtiyacı yok ama, müslümanların din anlayışlarını değiştirme ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Müslümanlar imanda, ilimde, kültürde, ahlâkta, siyesette, felsefede, düşüncede, medyada, hayatı ve olayları algılamada  yeniden dirilmeye muhtaçtırlar.

Evet, İslâmı kendi kaynaklarından olduğu gibi öğrenmeye ihtiyaç var.  Buna Kur’an İslâmına dönmek yerine Kur’aní bir hayata dönmek denilse daha doğru olur. Böyle bir şeyin adı da reform değil belki topyekûn bir tecdid’tir.     

         Buna siz ister diriliş deyiniz, ister ihya deyiniz, isterse teceddüd deyiniz; farketmez.

Hüseyin K. Ece

12.12.2003

Zaandam