« 24.5.1997 İtalya Corriere Della Sera gazetesinde manşet:

Türkiye’de İslâma Karşı Haçlı Seferi...

Alt başlık : Askerlerle çetin bilek güreşinin kahramanı islâmcı başbakan.”

 

Bir önceki yazıda (Bu İşgale Şapka Çıkarılır) Mısır’ın meşhur gazetecilerinden birinin önemli bir tesbitinden hareketle İslâm ülkelerinin durumunu değerlendirmiştik. O gazeteci demiş ki; “İslâm ülkeleri kendi ordularının işgali altındadır.”

Bu tesbite tekrar tekrar bakalım, üzerinde düşünelim.

Burada üç kavramın altını çizmek gerekiyor:

1-İslâm ülkeleri. 2-Kendi ordusu, 3-İşgal.

Normalde bu üçünün yanyana gelmesi mümkün  değil. Düşünülmesi, akla getirilmesi bile inanılmaz.

1-İslâm ülkeleri; neresi?

Halkının çoğu müslüman bir ülke mi?

İslamî ahkâmla yönetilen bir ülke mi?

Tarihten beri İslâma nisbet edilen bir yer mi?

Yoksa yöneticiler tarafından halkı emir ve kontrol altında tutabilmek, kendilerine kayıtsız şartsız itaat etmelerini sağlamak için, öne sürülen bir yafta mı?

Her ne şekilde ‘islâm ülkesi’ adı verilirse verilsin, yukarıdaki söz hepsini kapsıyor.

2-Kendi ordusu:

Halkın arasından çıkmış evletlardan ve halkın ödediği vergilerden maaşını alan rütbeli memurlardan meydan gelen silahlı güç.

Bunu herkes böyle bilir. Bir ordu böyle meydana gelir, bir ordunun kimliği sanırım kısaca böyle anlatılır.

Bir ülkenin niçin bir ordusu vardır?

Cevap kısa: Ülkeyi yabancı düşmana karşı korumak için.

Kim bu yabancı düşman?

O da kaypak bir ifade. Herkes kendine göre bir dış düşman belirleyebilir.

İslâm ülkelerinin bir çoğunun yöneticilerine göre etraf dış düşmanlarla doludur.

Hatta bir kısmına göre -hepsine göre mi demeliydim-, içeride de düşman kaynıyor. Çevremiz dış düşmanlar dolu olduğu, içeride de gizli, fırsat bekleyen; bir sürü hain, devlet düşmanı ve aldanmış var.

Dolaysıyla kimilerine göre İslâm ülkelerinin orduları, bu düşmanlara karşı da –özellikle iç düşmanlara karşı- tayakkuz halinde olmalıdır. Zaten öyledir.

İşin garibi İslâm ülkelerinin orduları çoğu dış düşmana karşı hiç bir şey yapamazken, iç düşmanlara karşı pek başarılılar, denilebilir. Bu konuda tarihleri zaferlerle doludur. Bu zaferler içerisinde darbeler, müdahaleler, hükümeti ele geçirmeler, toplu katliamlar, haksız idamlar, işkenceler, sonu gelmez hapisler, gözaltılar, sürgünler ve ayrımcılıklar bir hayli yekûn tutar.

Bu konuda yetkililerin sicili çok kabarıktır.

İslâm ülkeleri denilen ülkelerin yakın tarihleri incelenirse bu hazin manzara yakından görülür.

Bu ülkelerin orduları dış düşman karşısında kedi gibi olurken, iç düşman dedikleri kendi halkına karşı aslandır. Kendi vel-i nimeti olan halkına eziyet etmekten, sıkıştırmaktan, hayatı onlara zindan etmekten pek hoşlanırlar.

Halka karşı kibirlenmek, hava atmak, tepeden bakmak onların karakteridir. Giydikleri elbiseyi, sahip oldukları makamı (emaneti), ele geçirdikleri yetkileri kendi halkının aleyhine kullanmakta pek mahirdirler.

Onlar, kendileri ile ülkeyi aynileştirirler. “Biz ülkenin ta kendisiyiz” derler. “Biz demek ülke demek, ülke demek biz demek”, “biz olmazsak ülkenin hali ne olur” ayaklarındadırlar.

Görevlerine kutsallık atfederler. Halk dindar ise dinî referanslar alırlar. Halkı dinî motiflerle ikna etmeye çalışırlar. Mesleklerinin çok müstesna, çok ulvî, çok sevaplı bir iş olduğunun propangandasını yaparlar.

Ama bazıları dindarları aralarına sokmazlar. Kazara dindar bir rütbeli azıcık yukarıya tırmansa onu kuduz köpek gibi takip ederler. Ya eften püften sebeplerle aralarından/görevinden kovarlar, ya da çalışma alanını daraltırlar, sürekli göz hapsinde tutarlar.

Ama aynı adamlar, dış düşmanla aynı işret masasına otururlar, aynı baloda dansederler, aynı küfürleri ederler, aynı dili konuşurlar. Onların çıkarları bir yerde birleşir.

Ülkeye onlar dışarıdan, bunlar içeriden hükmederler.

Memleketin zenginlik kaynaklarını birlikte, ama mutlaka gizlice paylaşırlar. Ya da içlerinden kimileri ülkenin varlığını dış düşmanın çıkarlarına peşkeş çeker. Karşılığında da ya sırtı sıvazlanır, ya üç beş kuruş dünyalık elde eder, ya da makamı biraz da yükselir.

Halk kendi kendine sorar durur; “Yahu bir ülkenin ordusu niye vardır?

Ordu ne işe yarar?

Askerlerin işi nedir?

Niçin maaş alırlar ve çocuklarımızı niçin belli süre emir altına alırlar?”

Halk bu soruları sormaz aslında. Yani sormaya cesaret edemez. Ama yalnız iken aklına gelir. Bu gibi sorular aklına gelince de sağına soluna bakar, bir duyan oldu mu diye. 

3-İşgal etme:

Ele geçirme. Yabancı bir güç tarafından, bir grup zorba tarafından zorla, haksızca bir yeri ele geçirme.

Adı üzerinde, işgal; haksızca el koyma olayı.

Mısılı gazeteciye göre İslâm ülkeleri denilen ülkelerdeki ordular, kendi ülkelerini işgal etmişler.

Allah Allah!!! Olacak iş mi?

Nasıl olabilir?

Bir ülkenin kendi ordusu tarafından işgal edilmesi! İnanılmaz bir şey.

Ancak Osmanlı tarihini okuyanlar Yeniçeri olayını bilirler.

Türkiyenin komşularından birinin otuz yıldır işgl edilen topraklarının bir santimini kurtarmaya gücü yetmezken, kendi halkından binlercesini katliam ettiğini bilenler bilir.

Bir başkasının çok sağlam ordu dediği ordusunu, dış düşman karşısında dağıldığını, kendisini kurtaramadığını, sonunda rezil bir şekilde asıldığını yakın tarihin takip edenler bilir. Zira o ordu halkına kan kusturmuş, dış düşmandan daha fazla acı çektirmişti. Liderlerinin saltanatı veya hayatı tehlikeye düşünce de, bırakın onu savunmayı ‘canın cehennem’ dercesine ortalıktan toz oldular. Bir kaç gün içinde o koca ordudan eser kalmadı, dağıldı gitti.

Bu ve benzeri olayları bilenler de böyle bir sorunun cevabını anlamaya çalışırlar. Bu tesbiti yapan Mısırlı gazeteciye de hak verirler.

Baş tarafa tekrar bakalım: “Türkiye’de İslâm karşı haçlı seferi...”

İlk bakışta sanki 1100lü yıllar geri gelmiş zannedilir. Papa Piyer Lermit dirilmiş, bütü avraupadaki fanatik hırıstiyanları müslümanlara karşı kışkırtmış ve harekete geçirmiş sanılır. Ama öyle değil...

Ya halkın seçtikleri, ya da halkın maaşlarını verdiği kendi memurlarından bir kısmı; halkının diline, dinine, tarihine, hassasiyetlerine, değerlerine yaban kalmış bir kesim, ama elinde güç ve yetki olan bir grup; halkın kimliğine karşı sefer başlatmış, falanca tarihte... Ya da önceden beri yapılan ama ara verilen seferleri –harekâtı- yeniden başlatıyor.

İtalyan gazete bu durumu şöyle heber yapıyor: “Türkiye’de İslâma Karşı Haçlı Seferi...”

Haksız mı? Yanlış mı dedikleri o gazetenin? Abarttı mı sizce?

İsterseniz Mısırlı gazeticinin tesbiti ile son yüz yıldır Türkiye’de İslâm ülkelerinde İslâma ve müslümanlara karşı yapılanları yanyana getirelim... Bakalım nasıl bir tablo ortaya çıkacak.

Adı İslâm ülkesine çıkmış diğer ülkelerdeki halk ile yönetim, halk ile elit tabaka, halk ile ordu arasındaki sürüp giden çekişmenin arka planında neler yatıyor acaba?

Niçin bu kesimler arasında sürekli güvensizlik, hasımlık, güç mücadelesi ve gizli düşmanlıklar var?

Halk bu kadar cahil, nankör ve kör mü?

Halk bu kadar ne yaptığını bilmez aptallar topluluğu mu?

Halk bir şeyden çakmaz, sırtına binsen gıkı çıkmaz, güdülmeye mahkûm koyun sürüsü mü?

Yoksa, evet... yoksa halk asıl işgalcilerin yerli işbirlikçileri ile yüzyüze mi?

Yoksa, işgalciler giderken yerlerine temsilci mi atamışlardı?

Yoksa, birilerinin iddia ettiği gibi asıl düşman içeride, halk arasında, ya da halkın kendisi mi? (Bir ülkenin ikinci cumhurreisi bir zamanlar öyle demişti ya: “Unutmayın halk da sizin düşmanınızdır.”)

Sormaya/araştırmaya değer.

Hüseyin K. Ece

05.07.2009 Zaandam