Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Siz, insanlığ(ın iyiliği) için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz (ümmetsiniz); (çünkü siz) emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yaparsınız ve Allah'a inanırsınız. Eğer ehl-i kitap (geçmiş vahyin mensupları), (bu tür bir) inanca ermiş olsalardı, bu, kendi iyiliklerine olacaktı; (ama) içlerinden pek az inanan bulunsa da onların çoğu fasıktır.” (Âli İmran 3/110)

En hayırlı topluluk kimlerdir?

Kim kimden daha hayırlıdır?

Kim neye göre hayırlıdır?

Ya da insanların hayırlı dedikleri şey nedir? Hayırlı olmanın ölçüsü ne olabilir?

Herkes kendine göre bir iddiada bulunabilir. Kendine göre hayrın ve şerrin ölçüsünü koyabilir. Aklı erdiği kadarıyla iyinin ve kötünün tarifini yapabilir.

Ama bütün bunlar ne kadar gerçekçi olabilir?

İsteyen istediği kadar övünsün, istediği kadar ben iyiyim veya hayırlıyım desin; sonuç hayrın da şerrin de mutlak ölçsünü koyan Allah’ın dediği gibidir.

Kur’an’da “hayru’l-beriyye” ve “şerrü’l-beriyye” ifadeleri var. Yani yaratılmışların en hayırlıları, yaratılmışların en şerlileri.

Acaba kimlerdir bunlar?

Muhakkak ki iman edip sâlih amel işleyenler, işte yaratılmışların en hayırlıları onlardır.” (Beyyine 98 /7)

Tersi de var...

“Ehl-i kitaptan veya müşriklerden küfredenler muhakkak cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalıcıdırlar ve onlar yaratılmışların en şerlileridir.” (Beyyine 98/6)

Buna göre iyi veya hayırlı olmanın ölçüsü belli. İman etmek ve buna bağlı olarak salih amel işlemek. Salih amel işlemenin geniş bir sınırı olmakla beraber kısaca sağlam ve yararlı iş yapmaktır denilebilir.

Sâlih amel; yani zarardan ve fesattan uzak,

yapanın kendisine, çevresine, insanlara, dünyasına ve Âhiretine fayda veren faaliyetler,

içinda batıl, yanlış, sapıklık bulunmayan en güzel davranışlar,

kalbi besleyen, ruha yücelik kazandıran, nefsi arından işler.

işe yarayan, maksada ve Allah rızasına uygun, sevap kazandırıcı çalışmalar,

yani ibadet değeri kazancak her şey,

hepsi sâlih amel katagorisine girer.

Öyleyse en doğru ve şaşmaz iman ilkelerine iman eden,

hayrın ve şerrin Allah (cc) tarafından yaratıldığını, ama bu ikisinden birisini seçip işleme özgürlüğünün insana verildiğine inanan,

bu inancın hem gereği hem de kazanımı olarak doğru ve güzel davranış sergileyen, iyilik eden, yardım etmekten geri kalmayan, paylaşan, başkasını düşünen,

başkasının hakkına asla el uzatmayan, kimseye zarar vermeyen,

nefsinde, evinde, sokakta ve çevrede temiz olan, hiç bir araçla hiç bir kirliliğe sebep olmayan,

doğru olan, işini düzgün yapan, başkasını hiç bir şekilde aldatmayan, bunu insanlık onuruna aykırı bulan,

başı dik, yüzü güleç, eli açık, kanaatkâr, yiğit karakterli, merhametli ve alçak gönüllü olan,

kendi istediğini başkaları içinde isteyen, kendisine yapılmasını istemediği şeyleri başkasına yapmayan sâlih amel işliyor demektir ve o hayırlıdır.

Hayırlı kimse, bâtıl ve hurafelere değil mutlaka gerçeğe inanır. Hayırlı kimse insanlar tarafından her asra, her kafaya, her kefeye uyan inanışlara değil, Mutlak İrade sahibinden gelenlere iman eder.

Sonra en güzel davranışları sergiler, en güzel ahlâkı kuşanır, en üstün karaktere sahip olmaya çalışır. Adem gibi adam olmanın gayretindedir.

Hayırlı insan, hep hayır işler. Kendisi için, ailesi için, insanlar için hayırdan başka bir şey düşünmez. Bencil (egoist), çıkarcı (menfeatperest) değil; başkalarını da hesaba katan (diğergâm)dır.

Hayırda yarışmaktan hoşlanır. (Maide 6/2, 48. Enbiyâ 21/90. Mü’minûn 23/61) Hayırlı işlere Yaratıcının adıyla başlar. Bilir ki Yaratıcının adıyla başlanmayan hiç bir işin sonu hayırlı gelmez.

Tarihte adları bilinen ve bilinmeyen pek çok hayırlı insan gelip geçmiştir. Onlar insanlara hiç bir zarar vermemişlerdir. Üstelik onlar fikirleriyle, çalışmalarıyla, mücadeleleriyle topluma iyilikte bulunmuşlardır. Toplum içinde kötülüğün değil iyiliğin temsicisi olmuşlar, çirkinliğin değil, faziletin yaygınlaşması için emek vermişlerdir.

Hayırlı insanlar, zalimin, hırsızın, sahtekârın, üç kağıtçının, sapığın, insanları farklı şekilde zehirleyenlerin, ifsat edenlerin, yoldan çıkaranların hasmıdırlar.

Onlar, insanlara iyi/güzel/hayırlı şeyleri tavsiye ederler, öğretirler, yol gösterirler. Kötü olan şeylerden alıkoymaya çalışırlar. Hayırlı işlerde ön geçmek için gayret ederler. (Âli İmran 3/114)

Seçilmiş bütün peygamberler ve onların ahlâkları, anlayış, görüş ve izinden gidenler hayırlılardır. (Sâd 37/48) Yani Peygamberleri kenedilerine örnek alanlar hayırlı toplumdur.

İşte bütün bütün bunların tersini yapanlar da Kur’an’ın deyimi ile şerli/hayırsız/meymenetsiz (Beled 90/19) insanlardır.

‘Yaratılmışların en hayırlıları’ hakkıyla iman edip, en güzel davranışları sergileyenlerdir. Onlar aynı zamanda meymenetli kimselerdir. (Beled 90/18)

‘Yaratılmışların en şerlileri’, bile bile küfredip sonra da hakkın amansız düşmanı kesilen, şeytanî işlerin deli divanesi olan, her türlü zararlı işleri yapan, insanları ve toplumu ifsat edenlerdir, karada ve denizde fesadı yaygınlaştıranlardır.

‘Yaratılmışların en şerlileri’ kendilerine zarar verdikleri gibi, insanlığa da zarar verirler. Onlar insanların hakkını yerler, haksızlık yaparlar, zulmederler, mazalumları haksız yere öldürürler. Şeytanın dostlarıdır ve onun hoşuna gidecek faaliyetleri yaparlar.

 

-Hayırlı ümmetin özel sıfatları:

İman edenler insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı toplumdur. Zira âyet böyle diyor. (Âli İmran 3/110) Ancak burada şu soruyu sormak gerekir. Her müslümanım diyen,  ismi resmen müslüman olarak kaydedilen, ya da atalarına uyarak müslüman olan herkes bu nitelemeye dahil midir?

Yoksa hayırlı toplumun mensubu sayılmak için bazı sıfatları taşımak, bazı önemli görevleri yapmak gerekir mi?

Unutmamak gerekir her nimet bir külfet, her mükafât bir çalışma karşılığıdır. Âyet zımnen “bazı görevleri yerine getiren hayırlı toplum (ümmet) sıfatını kazanır. Öyleyse siz ey son vahyin muhatapları hayırlı ümmet olmak için bu vazifeleri yapın” diyor. Hayırlı ümmetten sayılmak için ‘ben müslümanım’ deyip hiç bir yapmamakla olmaz. Nitekim bir ayette buna benzer konuya dikkat çekiliyor:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût 29/2-3)

Hayırlı toplumun özel sıfatlarını vardır ve onları şöyle sıralayabiriz:

 

1-Emr-i bi’l-ma’ruf yapmaları

‘Ma’ruf’, iyiliği ve güzelliği bilinen, tecrübe edilen, faydası görülen, din ve akıl tarafından hoş görülen söz ve davranışların tümüdür. İyi düşünen akıl sahipleri yani bir anlamda vicdanı sahipleri; iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar.

Kur’an, ‘ma’ruf’un emredilmesini istemektedir. “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk (ümmet) bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Âli İmran 3/104. Ayrıca bakınız: Hacc 22/41. Tevbe 9/112. Lukman 31/17)

Ma’ruf’u emretmek dinin mü'minlere yüklediği bir görev olmanın yanında övücü bir sıfattır. Bu görevin yerine getirilmesiyle beraber belki yeryüzündeki fesatlar azalır ve toplum ıslah olur.  

İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet (topluluk) ma’rufu emredenlerdir. (Âli İmran, 3/110) Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). O yüzden onlar birbirlerine ma’rufu emrederler. (Tevbe 9/71) 

Ümmet kelimesinin bir anlamı da öne düşen, çeşitli insan gruplarını bir araya toplayan, kendine uyulan bir topluluk, bir cemaat demektir. Bu şekilde, insanlara önderlik ve örneklik etmek üzere bir araya gelen mü’minlere (hayırlı ümmete) düşen ilk görevlerden biri de, ‘ma’rufu emretmek’, ‘münkerden sakındırmak’ ve ‘hara davet etmek’tir.

Bazı alimlere göre buradaki; ‘sizden bir ümmet bulunsun’ ifadesi, ‘ma’rufu emretme’  görevinin bütün müslümanlara değil, bu konuyu yapabilecek davetçi müslümanlara aittir. Dolaysıyla bazı müslümanlar bu görevi yaparlarsa, diğerlerinden farz görevi düşer. Bu görevi kimse yerine getirmezse, bütün müslümanlar sorumlu olur.

Kimi alimlere göre de bu emir bütün müslümanlaradır. Çünkü Kur’an’ın diğer âyetlerinde ve bir çok hadiste bu emir genel olarak bütün müslümanlara yöneliktir. Mü’minlerin özellikleri sayılırken, onların ma’ruf’u emrettikleri, münker’den sakındırdıkları açıklanıyor.

Ma’ruf’u emretmek öncelikli olarak bir eğitim, irşad, öğüt, cehd (yoğun çaba-cihad) olduğuna göre, sorumlu durumunda olan bütün müslümanlar ellerinin altındakilere karşı bu görevi yapacaktır. Baba çocuğuna karşı, ev reisi ev halkına karşı, hoca öğrencilerine karşı, yünetici yönettiği insanlara karşı ma’ruf’u emretme konumunda olacaktır. Bu görevin de hikmetle, güzel öğütlerle ve mücadelenin en güzel şekliyle yapılması gerekir. (Nahl 16/125)

Ma’ruf’e emretmek, hiç bir zaman başkalarına karışmak, işine haksız yere burnunu sokmak, hele hele bir müslümanı yaptığı işden (amelinden) dolayı yargılamak değildir. Bu, müslümanların bir kulluk görevidir. Birbirlerinin velisi olan mü’minler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’ruf işlerde yardımcı olarak, münkerlerden sakındırarark velilik vazifelerini yerine getirirler.

Maruf’u emretmek, münkerden alıkoymak görevi aynı zamanda, sorumlu kimselerin elleri altındaki kimseleri eğitme, yetiştirme ve irşad etme görevidir.

 

2-Nehy-i ani’l-münker yapmaları,

‘Münker’, tanınmayan, inkâr edilen, akla uymayan, reddedilen şey demektir.

Münker, sağlam aklın çirkin dediği, güzel olup olmadığı konusunda şüphe duyduğu fiillerdir. Daha kısa bir tanımla şöyle söylenebilir: İslâmın ve akl-ı selimin (sağlam aklın) hoş görmediği söz ve davranışlardır.

‘Münker’ ‘ma’ruf’un tam zıddıdır.

İslâm, hem Allah’a karşı işlenilen hatalara, hem de kullara verilen zararlara münker diyor. Münkerlerin kişi ve toplum hayatında yaygınlaşması, huzuru bozar, zulmü artırır, fitne ve karışıklığa yol açar.

Kişi, ‘münker’e karşı devamlı dikkatli olmalıdır. Bir insan münkeri işlemeye devam ederse, onu bir kural, terkedilmesi zor bir âdet haline getirir. İnsan, şeytanın aldatmalarıyla yüzyüze geldiği için, her an ‘münker’e sapabilir. Bu bakımdan insanın, devamlı ‘ma’ruf’ işlerle meşgul olması, toplumda herkesin münkerlerle mücadele etmesi gerekir.

Münkerle mücadele İslâmın önemli emirlerinden birisidir. Mü’min olan kimseler devamlı iyiliği (ma’rufu) emreder, kötülükten (münkerden) sakındırırlar. (Âli İmran 3/104,110,114. Tevbe 9/71. Hacc 22/41. Lukman 31/17)

Şu âyette Allah (cc) mü’minleri her türlü münkerden sakındırıyor:

“Şüphe yok ki Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara infak etmeyi emreder, fahşadan (çirkin utanmazlıklardan), münker ve zorbalıktan sizi sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.” (Nahl 16/90)

“Herkes dilediğini yapmakta serbesttir”, “isteyen istediğini yapabilir” anlayışı hiç bir toplumda doğru değildir. İnsan özgür bir varlıktır ama yaptıkları bir başkasına zarar veriyorsa, başkasının hakkına tecavüz ediyorsa, o özgürlük olmaz. Huzurun sağlanması ve hakların korunması için hukuk ilkelerine ve caydırıcı tedbirlere ihtiyaç vardır.

Hak davetten mahrum olan insan, yapısı gereği hataya ve günaha düşebilir. Hatalar giderek kötülüklere ve zulme kadar varabilir. Kötülüklerin ve ahlâksızlığın yaygınlaştığı toplumlarda huzurun ve insanlığın olması mümkün değildir. Haksızlık ve zulüm yapanlara engel olunmaması, hakların ihlal edilmesini doğurur.  

Bu nedenle kötülüklerle ve kötülerle mücadele edenlerin olması kaçınılmazdır. Bu mücadele hem fert plânında, hem aile ve toplumsal plânda, hem de siyasî alanda olmalıdır.

Münkerden sakındırmanın duruma göre şartları olabilir. Kişiye ve duruma göre bir tavır takınılır, uygun bir dil ve metod kullanılır. Bu nehy-i ani’l münker görevi, bir irşad ve müslüman kardeşi hayra davet işidir. Kesinlikle mü’mini işlediği münkerden dolayı hesaba çekmek değildir. Çünkü günâhlardan dolayı hesap sorma yetkisi yalnızca Allah’a aittir.

Bir hadiste münker’i önlemenin üç aşaması gösterilmektedir. Bunlar el ile, dil ile münkere engel olmak veya en azından münkerden razı olmamaktır. (Ebu Davud, Melâhim/17 no: 4340)

Münkerle el ile mücadele daha çok çocuk velilerinin ve yetkili otorite sahiplerinin görevidir. Onlar ellerinin altında olanlarda gördükleri münkerleri en uygun yöntemlerle önlemeye çalışırlar. Meşru yöneticiler bu noktada kanunî yetkilerini ve yasaları kullanırlar.

Münkerlere engel olmanın ikincisi dili kullanma metodudur. Bu da her müslümanın yapabileceği kolay ve pratik bir yöntemdir. Bütün müslümanlar birbirlerinin velisi ve kardeşidir. Kardeşler birbirlerinin hayrını isterler, kötülüğe düşmelerini istemezler. Müslüman gerektiği zaman, uygun metodlarla diğer mü’min kardeşine nasihat ederek, yol göstererek, münkerin zararlarını anlatarak ikna etmeye çalışır ve onu o kötülükten uzaklaştırmaya çaba gösterir. Eğer dili ile etkili olamıyorsa, daha fazla zarar vermemek için işi bilenlere bırakır ve o kardeşi için Allah’tan yardım ister, yani onun için dua eder.

Mü’min dili ile bir kötülüğü önleyemiyorsa, hiç olmazsa kalbinden o münkerden nefret eder, yapılmasından razı olmaz. Bu da imanın en zayıf olanıdır.

Münker olan şeylerden sakındırmak hayırlı toplumun önemli bir görevidir. Herkes tek tek, veya toplum olarak bu görevden sorumludur. Çünkü bu görev, İslâmí hayatın yerleşmesini sağlarken, suçların, çirkinliklerin,  haksızlıkların azalmasını sağlar.  

 

3-Allah’a inanmaları

Âyette geçtiği gibi hayırlı toplum, Allah’a hakkıyla inanır. Kur’an’da anlatıldığı gibi, sahih, şeksiz-şüphesiz, kabul edilebilecek şekilde. Kelime-i Tevhid’in gereğini yapar. Bununla beraber meleklere, ilâhi kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününde hesap vereceğine inanır. İmanına şirk, riya, nifak ve küfür bulaştırmaz. Allah’a zatında, fiillerinde, sıfatlarında ve güzel isimlerinde (Esmâ-i Hüsnâ’da) ilhada (yanlışlığa) sapmaz. İnsanların, filozofların, hevâsına uyanların anlattığı ilâha değil, Vahyin, Peygamber’in anlattığı Allah’a, onların öğrettiği gibi inanır. İnanmakla kalmaz O’na hakkıyla kulluk eder. Hayatı O’nun ölçüleriyle yaşamaya çalışır. Amacı da O’na şükretmek ve O’nu razı etmektir.

Uzaktan onlara bakanlar; “işte bunlar müslümanlardır” derler. Onlar bir olan Allah’a iman ederler. Onlar hz. Muhammed’in getirip tebliğ ettiği dine inanırlar. Onların inandığı ilâh  insnların kafalarından uydurduğu, kendilerinin şekillendirdiği, yetkilerini kendilerinin belirlerdiği  tanrılar değil, âlemlerin rabbi, Kur’an’da anlatılan Allahtır. Onlar, ne atalarının dinine, ne de nefsilerinin uydurduklarına tabi olmazlar.

Hayırlı toplumdaki her bir mü’min aynı zamanda bir muvahhidtir. Muvahhid, yani hanif;  Allah'ın vahdâniyetine, yani O’nun bir ve tek oluşuna iman eder. O bir başka deyişle Kur'an'da tanıtılan Allah'a kulluk etmek üzere iman eder. Kur’an’da O'na nisbet edilen sıfat, fil ve isimleri aynen kabul eder. Yine O'na yakışmayan sıfatlardan O’nun uzak olduğuna inanır, yani O'nu tesbih ve tenzih eder. “Lâ ilâhe illallah muhammedür’rasûlüllah” ile sadece O'na ibadet edeceğine ve sadece O'ndan yardım dileyeceğine, sadece O'ndan gelen ölçüleri kabul edeceğine söz verir.

Bu özelliklere sahip mü'minin diğer adı 'muvahhid'tir. O, Tevhid'e istenildiği gibi iman eden ve bu imanın gerekleri olan şeyleri samimiyetle yapan kimsedir. O, İslâm’a tam anlamıyla inanan ve bu inancını yaşama çabasında olan insandır. 

En hayırlı toplumun âlemlerin Rabbe Allah’a iman ettikleri; fikirlerinden, anlayışlarından, tasavvurlarından, bakış açılarından, dünya hayatına ve dünyalıklara değer verişlerinden, toplumda yaygın olan örf ve  adetlerinden, ahlâklarından ve adâb-ı muâşeretlerinden  belli olur. En hayırlı toplumun mü’minleri, inançta ve amelde, sözde ve davranışlarda, değer yargılarında ve günlük işlerinde, aralarındaki ilişkilerde ve alış verişlerinde, yardımlaşma ve dayanışmada imanlarının gereğini yaparlar.

 

4-Önder/rehber olmaları

“Siz, insanlığ(ın iyiliği) için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz (ümmetsiniz); (çünkü siz) emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yaparsınız ve Allah'a inanırsınız...” (Âli İmran 3/110)

Burada da Âli İmran 104. âyette olduğu gibi “ümmet” topluma/insanlığa önderlik edecek grup (topluluk) anlamında kullanılmış.

Bu âyet iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden müslümanların başlıca niteliklerini gösteriyor.

Onlar iyi amel sahibi olmaları, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mu’tedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmaya adaydırlar. Bu ümmet hakkında Bekara 143te “Sizin insanlığa şâhitler olmanız için sizin vasat (merkez) ümmet kıldık...” deniliyor. Allah (cc) mü’minlerin dengeli ve hayırlı ümmet olmalarını istemektedir. Hz. Muhammed güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir peygamber olduğu gibi (Muvatta, Husnu’l-Huluk/8), ümmeti de bu ahlâkı yaşamak ve insanlığa öğretmek için görevlendirilmiş en hayırlı ümmettir. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/483)

‘İmam’ın kelime anlamı önde olan, hakta veya batılda kendisine sözle veya fiille uyulan, önder, lider durumundaki kimse veya kitaptır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât,  s: 28. İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 1/157. El-Cevherî, es-Sıhah, 5/173)

Bir başka deyişle başkanlık veya başka bir sebepten dolayı kendisine tabi olunan, peşinden gidilen insandır.

 “İmam, “önder, rehber, model” demektir. “Anne” manasına gelen “umm” kökünden türetilmiştir. “Umm’, bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. İmam rehberi olduğu kitlenin manevi annesi gibidir. Önünde yürüdüğü ümmete anne gibi şefkat ve merhamet gösterir. Onların dağılmışlığını toplar, eksiğini giderir, yarasını sarar, yıkılmışını kaldırır, bozulmuşunu onarır.” (İslâmoğlu, M. Ümmet Yazıları, s: 24)

‘İmam’, kendisine uyulan bir önderdir. O bir kök, bir asıl durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır.

Bu cemaat da bir ‘imamın-önderin’ peşinde olduğu için ‘ümmet’ adını almaktadır. İnsanlar hayr ve şerr imamlarının önderliğinde, onların peşinden giden ümmet’ler halindedirler. Kıyâmet gününde de bu ümmetler kendi imamlarıyla Allah’ın huzuruna hesap vermek üzere çağırılacaklar. (İsrâ 17/71)

‘Ümmet’‘umm/imam’ sözünden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir.

“Ümmet” bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Bu topluluk iman üzere olduğu gibi, küfr üzere de olabilir. Faaliyetleri sâlih amel de olabilir, fitne ve fesat da olabilir.

Kendine has bir dine sahip olan kimse anlamından  (İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 1/156) hareketle ‘ümmet’i kavram olarak; kendi iradeleriyle veya bir zorunluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine uymak suretiyle bir arada yaşayan insan topluluk şeklinde açıklamak mümkün.  Ancak bir çok müslüman bilgin, ümmet kelimesiyle İslâma inanan topluluklar kasdedildiği görüşündedirler. (Bulut, H. İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 42/308

Kişilere göre “imam/önder” hangi konumda ise, gruplara-topluluklara göre de “ümmet” o konumdadır. 

İslâm kültüründe “ümmet” kavramı daha çok İslâma gönül vermiş müslüman toplumu ifade eder. Dünyadaki bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü üyeleridir. Kur’an’a göre İslâm ümmeti bir tek ümmettir (Enbiyâ 21/92. Mü’minûn 23/52). Yeryüzündeki bütün sınırlara, farklı dil ve renklere rağmen İslâm ümmeti Kur’an’ın emriyle bir bütündür, din açısından kardeştir ve Kur’an’ın etrafında birlik (vahdet) oluşturur.

Onların imamı-önderi Hz. Muhammed (sav), kitapları Kur’an, ülkeleri İslâmı yaşayabildikleri, hayata hakim kılabildikleri her yer (dâru’l-İslâm), hedefleri ise İslâmın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şahitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır.

‘Ümmet’ zımnen, ‘insanlığı ana gibi kucaklayacak bir toplum’ vurgusunu taşır.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/54) ‘İslâm ümmeti’ ana yürekli, hidâyette önder, ahlâk ve fazilette, hayırlı işlerde ve iyiliklerde örnek alınacak hayırlı toplumdur.

Her ‘imam’ın çevresine bir ‘ümmeti’ vardır. Bütün ümmetlerin imamları üzerine şâhit olan hz. Muhammed’in ümmeti ise en büyük nimete nail olan, buna göre de sorumluluğu büyük olan bir ümmettir. İbrahim’in  (as) soyundan peygamberler ve nebiler geldi. Onlar en hayırlı ümmetler olarak insanları hakka ve hayra davet ettiler. Tıpkı onun gibi Hz. Muhammed’in ümmeti de insanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ‘ümmet’tir, ya da böyle bir ümmet olma durumundadır. Bu ümmetin en önemli özellikleri, ma’ruf’u (iyiliği) emretmeleri, münker’i (kötülüğü) yasaklamaları ve Allah’a hakkıyla inanmalarıdır.

İslâm ümmeti bu görevi bir yetkin imamın-önderin etrafında halkanan toplulukla (ümmetle) yerine getirebilir. Müslümanların içinden çıkacak olan bu şuurlu insanlar, diğerlerini hayr’a davet ederler, iyiliği emreder, kötülüklerden sakındırırlar. 

Ma’rufu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir, diğer ümmetlere karşı üstün bir konumdadır. Bu üstünlük de soy, kabile, renk, sosyal sınıf, zenginlik ve iktidara sahip olmada değil; Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranma (takva) ve İslâmın getirdiği ilkelere ve ölçüye uymada, hayrın ve ma’rufun yaygınlaşması için çalışmadadır.

Dolaysıyla bu konularda insanlığa örnek ve rehber olmadadır.

İslâm ümmetinin daha üstün, daha faziletli olduğunu bizzat Peygamber (sav) haber veriyor. (A. b. Hanbel, 5/383) Bu yüce erdemin ancak İslâmın getirdiği ilkelerle kazanılacağı açıktır.

 “İmam nasıl ümmetin önderi ise, ümmet de insanlığın önderidir. Ümmet kelimesi de tıpkı imam gibi “anne” anlamına gelen “umm” kökünden türetilmiştir. İmam nasıl ümmetin rehberi ise, ümmet de insanlığın rehberidir. Bu şu demektir: Ümmet insanlığın anasıdır. İnsanlığa hakikat ve adaleti temsil eden iki memesinden emzirir. İnsanlığa model olur. İnsanlığın sızlayan vicdanı, seven kalbi, okşayan elidir.

Toplumu dönüştürmek için yola çıkan toplumsal önderler, örneklikleri oranında başarılı olabilirler. Çünkü örnek bir hayat en yaygın terbiye aracıdır. Kur’an, bilgi ile bileni aynileştirmeye çağırır. Bu ikisinin birbirinden farklı ve ayrı olmasını ikiyüzlülük alameti olarak görür ve sonra: “Niçin söylediklerinizle yaptıklarınız birbirine uymuyor?” diyor ve ardından ekliyor: “Yapmadığınız şeyi söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saf 61/2-3) (İslâmoğlu, M. Ümmet Yazıları, s: 24-25)

 

5-Orta ümmet olmaları

En hayırlı topluluğun (ümmetin) bir özelliği vasat (orta, aşırı olmayan) bir ümmet olmalarıdır.

Kur’an bu konuda şöyle diyor:

“Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü (vasat) bir toplum olmanızı istedik...” (Bekara 2/143) 

‘Vasat ümmet’, sahih bir İslâm ve mu’tedil bir ahlâk anlayışı inşa etmede önemli bir Kur’an kavramıdır. Kur’an ‘vasat ümmetin’ din açısından üzerinde yürüdüğü yola ‘sırat-ı müstekim, sıratı’s-seviyy-en doğru/düzgün yol’ diyor (Bekara 2/142. Âli İmran 3/51, 101. En’am 6/126. Hacc 22/24. Meryem 19/43. Tâhâ 20/135 ve diğerleri).

Bu yol dinde gevşek davrananlara veya aşırıya sapanlara nisbetle dengeli ve âdil olan, orta yolu izleyenlerin yoludur.  

İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen ‘vasat’ tabirini bazı müfessirler “en hayırlı, en değerli” anlamını verirler. Bunu da Âli İmran 110. âyetindeki hayırlı ümmet ifadesi ile açıklarlar. (Taberî, Tefsir, 3/390. İbni Atıyye, Muharriru’l-Vecîz, S: 139-140. Zamahşerî, El-Keşşaf, 1/197. TDV İslâm Ansiklopedisi, 42/308)  

Nitekim “Onların en vasat olanlar dedi ki...” (Kalem 68/28) âyetindeki vasat, mu’tedil ve en hayırlı olanlar demektir.

Bazıları da ‘vasat’ı ‘adalet’ olarak açıkladılar. (İbnu Atıyye, Muharriru’l-Vecîz, s: 139-140. El-Ferrâ, Z. İbni Ziyâd, Meâni’l-Kur’an, 1/83. Tabatabâî, el-Mizan, 1/323. Kutub, S. fi-Zılali’l Kur’an, 1/130. Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an 1/123)  

Uzun bir hadisin sonunda şöyle deniyor: “...Ve siz onun kavmine tebliğ ettiğine şâhitlik edersiniz. Bu, Allah'ın şu sözüdür: “İşte böylece sizi vasat bir ümmet kıldık...” Vasat, yani âdalet demektir.” (Buhârî, Bid’u’l-Halk/2 no: 3339, Tefsir/13 no: 4487. Tirmizî, Tefsir/2 no: 2961) 

Bazı alimler bunu “orta yolu takip ederek ifrat ve tefrite kaçmayan ümmet” şeklinde açıklamıştır. Zira hıristiyanlar Îsâ’yı (as) tanrının oğlu olarak nitelendirdikleri gibi içlerinden bir grup dünyadan el etek çekmek suretiyle aşırılığa kaçmış, yahudiler de Allah’ın kitabını değiştirip peygamberleri öldürdükleri ve bazı sözleri Allah’tan gelmiş gibi gösterdikleri için doğru yoldan ayrılmışlardır. (Taberî, Câmiu’l-Beyan, 1/8. İbnu Atıyye, Muharriru’l-Vecîz, s: 139-140.

“Ümmeten vesetan/orta ümmet”; Lafzen, “orta bir toplum” -yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten ve hem zevk ve sefahatı hem de mübalağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkanlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir topluluk. Kur’an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve ölçülü olma çağrısı ile uyumlu olarak müminlere, hayatlarının bedenî ve maddî yönüne çok fazla ağırlık vermemelerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu “bedenî hayat” ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin ilahî iradenin eseri ve bu nedenle de meşru olduğunu kabul eder. Daha ileri bir tahlilde, “dengeli ve ölçülü bir toplum” ifadesinin insanın varoluş problemine İslamî yaklaşımı temsil ettiği söylenebilir: ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi ve insan hayatının bu ikili cephesindeki tabiî ve ilahî bütünlüğün açık bir teyidi. İslam'a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Allah'ın birliği ve bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece, burada “dengeli ve ölçülü toplum”dan söz edilmesi, Allah'ın birliğinin bir sembolü olarak Kâbe tema'sına uygun düşen bir giriştir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/40)

Allah (cc) Muhammed ümmetini hayırlı kıldığı (Âli İmran 3/110) gibi, onların kıblesini de hayırlı kılmış, onları diğer insanlara hak din açısından  hem şâhit, hem de örnek yapmıştır.

Ya da hayırlı ümmet olmak ancak ‘vasat ümmet’ olmakla mümkündür.

İslâm ümmeti bir denge toplumudur. İnançta, amelde (ibadet hayatında), hayatı değerlendirmede, ceza vermede ve yargılamada, sevgide ve nefrette, dünya-âhiret ekseninde, harcamalarında, korku ve ümit arasında, öfkelerinde ve savunmalarında, yeme ve içmede, eşya edinme ve kullanmada ve her işlerinde orta yolu izler. Hiç bir konuda aşırı değildir.

Hakka ve adalete uygun hareket etmek, hikmete uymak, hazzı ve çıkarı değil hayırlı olanı talep etmek, insanlara her konuda örnek olmak onların özelliğidir.

Kur’an ayrıca muktesıd, yani adaletli olmada daha titiz bir ümmetten söz ediyor. “....Onlardan muktesıd bir ümmet (doğru ve âdil bir yol tutturanlar) vardır...” (Mâide 5/65-66).

Allah (cc) insanlığın doğru hareket etmesi için kitap ve mizan (ölçü)  indirmiştir. (Hadîd 57/25) Mizan;  ölçü, muvazene, adaletle davranma, insanın bütün fiil, söz ve tavırlarında ölçülü olması demektir. Mizan, daima bir muadele (denkleme) nisbetini ifade ettiğinden adalet ve adaletin miyarı olan şeriate de mizan denilegelmiştir. (Gürbüz, F. Kur’an’da Denge, s: 27)

 

6-Hidâyet rehberi olmaları

Kur’an’ın en hayırlı topluluk diye vasıflandırdığı cemaat insanlık için aynı zamanda hidâyet rehberidir. Onlar Vahye gönülden teslim olarak, Kur’an ve Peygamber ile bildirilenleri samimiyetle tasdik ederek, Allah’tan gelen ölçüleri ihlasla hayatlarına ugulayarak gittikleri yolun, seçtikleri ilkelerin, uyguladıkları ölçülerin hak olduğunu ortaya koyarlar.  

Onlar iman ettikleri akidenin kendilerine dünyada ve âhirette izzet, saadet, kurtuluş ve derece kazandırdığından o kadar emindirler ki, bunu başkalarıyla da paylaşmak isterler. Başkalarının da bu güzelliklere kavuşmasını arzu ederler. Başka âdemoğullarının da kötülüklere, mutsuzluğa, ebedi kayba uğramasına, azabı hak etmesine gönülleri razı olmaz. Bu sebeple onlar hem dilleriyle hem halleriyle, ortaya koydukları pratiklerle ve ahlâklarıyla örnek olurlar, hakkı ve hidâyeti gösterirler.

Onlar “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk (ümmet) bulunsun” âyetinin gereğini bi-hakkın yerine getirme çabasında olan bir topluluktur. Bunların özel bir adı, özel bir adresi, özel bir statüsü yoktur. Bunlar İslâm ümmeti içerisinde isimsiz, tabelâsız, gösterişsiz, iddiasız, mütevazi, kulluk şuuru ile yaşayan, Allah rızası için çalışan ihlaslı mü’minlerdir. Bunları, İslâmın yürüyen temsicileri, hidâyetin canlı örnekleridir. Onlar iddiadan öte hayatlarını imanlarına şâhit kılan, iman hakikatlerini hayatlaştıran, İslâmın ölçülerini uygulayarak başkalarına rehberlik ederler. Onlar; “ihdina’s-sırâtel’müstakîm-bizi dosdoğru yola ilet” diye dua ederler.  Bununla beraber başka insanların da ‘sırat-ı müstakîm’e iletilmeleri için yürekten dua ederler, halleri ve dilleyle davet ederler.

 

7-Adaletli olmaları

Kur’an’da şâhitlik ve adalet kavramları bazen yanyana kullanılır.  Allah (cc) müslümanlara Muhammed’e (sav) indirdiği kitap ile hidâyet verdiği gibi, insanlar üzerine şâhit olmanın bir gereği olarak âdil, dengeli ve mu’tedil olmalarını istiyor. İslâm ümmeti bir denge toplumudur. Hiç bir konuda aşırı değildir. Hakka ve adalete uygun hareket etmek onların özelliğidir. 

Kur’an adalete uygun hareket etmeyi ‘adalet’ ve ‘kıst’ kelimeleri ile anlatıyor.

“... Ölçüyü ve tartıyı adaletle (kıst ile) tam yapın...” (En’am 6/152)

“O halde, müminler içinden iki grup çatışırsa onlar arasında barışı sağlayın; ama sonra, iki (grup)tan biri diğerine haksız şekilde davranırsa, (davranışı)nı Allah'ın buyruğuna uygun hale getirinceye kadar, haksızlık yapan taraf ile mücadele edin; (yaptıklarından) vazgeçerlerse âdil bir şekilde aralarını bulun ve (onlara) eşit davranın (kıst ile): çünkü Allah, eşit davrananları (kıst yapan muksıt’leri) sever!” (Hucurât 49/9)

Kur’an ayrıca ‘muktesıt  (adaletli)’ bir ümmetten (topluluktan) söz ediyor. “....Onlardan muktesıd bir ümmet (doğru ve âdil bir yol tutturanlar) vardır...” (Mâide 5/65-66).

‘Kıst’; haklıya hakkını ve hatta daha fazlasını veren, itidalli ve âdil davranan demektir. Bir anlamda her konuda orta yolu izlemek ve hak vermede daha faziletli davranmaktır.

Allah’ın kendisi iman edip salih amel işleyenlerin hak ettikleri karşılığ adilâne bir şekilde (kıst ile) verecektir. (Yûnus 10/4)

Amellerin tartılacağı terazilerin hassas olması, yani adaletle tartması ‘kıst’ kelimesi ile anlatılıyor. (Enbiyâ 21/47)

Allah (cc) insanlığın doğru hareket etmesi için kitap ve mizan (ölçü)  indirmiştir. (Hadîd 57/25) Mizan;  ölçü, muvazene, adaletle davranma, insanın bütün fiil, söz ve tavırlarında ölçülü olması demektir. Mizan, daima bir muadele (denkleme) nisbetini ifade ettiğinden adalet ve adaletin miyarı olan şeriate de mizan denilegelmiştir. (Gürbüz, F. Kur’an’da Denge, s: 27) 

İslâm ümmet yapısının temelinde iste bu kitap ve mizan (ölçü) vardır. Onlar, kitaba uyar ve mizan çerçevesinde davranırsa ‘kısd’ yapmış olurlar, adaletli ve ölçülü davranmış olurlar.

‘Vasat-orta ümmet’i en iyi açıklayacak kelimelerden biri adalet kavramıdır. Adalet; zulmü, haddi aşmayı engellemek, bir şeyin gerektiği ölçüde olmasını sağlamaktır. Kur’an mü’minlere kendilerinin veya ailelerinin aleyhine olsa bile adaletten ayrılmamalarını emrediyor.

Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şâhitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın...” (Nisâ 4/135)

“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır...” (Mâide 5/8)

Hatta Kur’an bir kimse hakkında konuşurken bile adaletli olmayı emrediyor:

“... (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa âdil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti. (En’am 6/152).   

Allah (cc) insanları ve cinleri kendisine kulluk yapmları için yarattı. (Zariyat 51/56) Bunun nasıl olacağını da şu ayette anlatıldığı gibi öğretti.

İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi...”  ( Bekara 2/213)

Ancak onlardan bir kısmı Allah’tan gelen davete icap ettiler. Bir kısmı ise kalpleri olduğu halde hakikati anlamadılar. Gözleri olduğu halde hakikati görmediler. Kulakları olduğu halde hakikatin çağrısını duymadılar. Böyleleri hakikat karşısında gafil olan kimselerdir. (A’raf 7/179)

İnsanlardan ve cinlerden bir kısmı böyle değildir. Onlar hem kendileri hakka uyarlar, hem de başkalarına hakkı iletirler.

“Yarattıklarımız arasında, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir ümmet (topluluk) bulunur.” (A’raf 7/181)

 “Bu ayette ise yapılan atfın, bütün çağları ve bütün toplumları -yani, Allah'ın mesajlarını yürekten kabul edip, Allah'ın mutlak hakikat olduğu inancı içinde, bu mesajların ışığı altında yaşamaya çalışan herkesi kucaklayacak kadar geniş tutulmuş olduğu görülmektedir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 

Asr Sûresinde başkalarına hakkı ve sabrı tavsiye eden, insanları hakka çağıran, haktan ayrılmayan, haklara riayet eden, hakikate teslim olup hak yolda yüreyen mü’minlerin zarar etmeyecekleri, yani hüsrana uğramayacakları haber veriliyor.

İşte kendi yaptıkları yüzünden cehennemi hak etmiş kimselere karşılık öyle bir ümmet (toplum) vardır ki, hakka sarılarak insanlara rehberlik ederler, yol gösterirler. Adaletle hükmederler. Böyle bir cemaatin oybirliği ile ortaya koydukları kararlara uymak, onların arkasından gitmek hidayete ulaşmaktır. Büğtün bunlar da Allah’ın ayetlerindendir. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, )

Eğer imsanlar arasından en kötü şartlarda bile Allah’ın ümmet diye isimlendirdiği topluluk olmasaydı insanlık onurlandırılmaya hak kazanamazdı. İslâmda ümmet bir akideye bağlanan, bu akideye göre vahdet olan (bir araya gelen), bağlandığı akideye göre davranan cemaat demektir. Devamlı hakka bağlı kalarak hareket eden, hakka davet eden, aleyhlerine bile olsa haktan sapmayan bu topluluk Allah’ın yeryüzündeki emnaetinin bekçisidir. Onlar hakka bağlı kalarak hükmderek adaleti gerçekleştirmeye çalışırlar. Onlar bilirler ki Allah’tan gelen hak, sadece okunmak veya üzerinde bilimsel araştırma yapmak için değil; insanların ahlâk ve kanunlara kadar bütün işlerinde hükmetmek için gelmiştir. Kur’an’ın övdüğü bu cemaat hak ile hidâyete kavuştuktan sonra, hakikatin âdil temsilcileri olur. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, )

 

8-Davetçi olmaları

Hayırlı topluluk;“Sizden, hayra çağıran... bir topluluk (ümmet) bulunsun” âyetinin gereğini yaptığı için bu övgüyü hak eder.

Allah (cc) bu ‘hayırlı topluluğa’ insanlığı hakka davet gibi önemli ve şerefli bir görevi  vermiştir. Bu görev daha önce İsrailoğullarına verilmişti. Ancak onlar zamanla bu görevin gereğini yapmadıkları için, bu emaneti koruma bahtiyarlığını kabybettiler. O halde müslümanlar, kendilerine verilmiş olan bu şerefli görevin sorumluluğun bilincinde olmalı ve öncekilerin düştüğü hatalara düşmemeli.

Âyette her ne kadar ‘ümmet-topluluk’ sözü geçse de aslında her müslüman, hakka ve hayra davet görevini yerine getirerek bu ismi, adresi, teşkilatı olmayan ama Allah katında şerefli olan ümmetin bir üyesi olur.

Hayırlı topluluğa mensup olanlar her ne kadar fiziksel olarak bir araya gelip, davet için teşkilat kurmasalar da, birlikte çalışmasalar da, organik bağları olmasa da; dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, yaptıkları hayra davet cihadıyla (çalışmasıyla) bu müjdeyi hak ederler. Onlara kimsenin ünvan, isim, pâye, rütbe, madalya, makam vermesine gerek yoktur. Onlar da müslümanlar arasından böyle şeyler için ortaya çıkmazlar.

Onlar ellerinden geldiği kadar inandıkları akideyi hayat haline getirirler, bulundukları yerde parmakla gösterilecek kadar kişilikli, dürüst ve ahlaklı yaşarlar. Bu halleriyle ve yeri gelince uygun bir dil, metod, ifade ve araçlarla insanları hakka davet ederler.

Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer 39/18)

Onlar öncelikle sözü dinlerler, en güzeline, doğru ve hak olanına, insanı hidâyete götürenine, insanın gözünü ve gönlünü açana tabi olurlar. Sonra da insanların uyup hidâyet bulmaları için kendi tabi oldukları sözü -ki bu vahiy ve vahye uyan sözlerdir- başkalarına güzel bir şekilde ulaştırırlar.

 

9-İnsanlık üzerine şâhit olmaları

“... ki (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şâhitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şâhitlik yapsın..,.” (Bekara 2/143)

Yani, “Hz. Peygamber'in size örnek olması gibi sizin hayat tarzınızın da bütün insanlığa bir örnek olduğuna”.

Âyette geçen ‘şehîd’, tanık (şâhit) anlamına, ‘hayatını imanına şâhit kılan ve çağına şâhit olan’ anlamına geldiği gibi, ‘örnek, model’ anlamına da gelir. Ümmetin ‘şehîd’ oplması, insanlığın imanına şâhit olan ve insanlığı imanına şâhit kılan ana yürekli toplum olması demektir. İmam ümmetin manevi annesi, ümmet insanlığın manevi annesidir.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/54)

İslâm ümmeti her tarafı denk, mu’tedil, uyumlu, dengeli, ılımlı ve hayırlı bir ümmettir. Ki insanların üzerine sözlü ve fiilen şâhit, model ve örnek olsunlar. Şâhit, bir gerçeği ispat konusunda şâhitliğine, yani bilgisine ve görüşüne başvurulan, verilecek hükümde rolü olandır.  Şâhit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, âdil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı davranışları örnek alınan kimselere de ‘şâhit’ denilir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/432)

İslâm ümmeti (vasat ümmet) diğer insanlara karşı İslâmın hak yol, Muhammed’in (sav) hak elçi olduğuna, Kur’an son vahiy olduğuna şâhitlik ederler. Bunu imanlarıyla, ahlâklarıyla, dünya görüşleriyle, dengeli ve âdil olmalarıyla ortaya koyarlar.

 

10-Vahdet toplumu olmaları

İslâm Tevhid dini, ona inananlar ise vahdet toplumudur. Zira Kelime-i Tevhid iman edenlerin vahdetini (birliğini) gerekli kılar. Onlara “İslâm ümmeti, mü’min, muvahhid, şehit/şâhid, Allah’tan yana olan (hizbullah), hidâyete tabi olan, rabbaniyyûn” gibi isimler kazandırır. İman edenlerin toptan Allah’ın İpi’ne sarılmalarını, tefrikaya düşüp parça parça olmamalarını öngörür. (Âli İman 3/103)

Kur’an müslümanların tek ümmet, yani Kelime-i Tevhidle, bir anlamda Vahiyle aynı akideye/dine iman eden, bununla müslüman ismini alan (Âli İmran 3/102), aynı kıbleye dönen, diğer müslümanı kardeş ve veli (dost ve müttefik) bilen olduklarını; kendilerine gelen hakka sırt dönenler gibi tefrikaya düşmemeleri gerektiğini haber veriyor.

“(Ey iman edenler), gerçek şu ki, bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir: çünkü hepinizin Rabbi Benim; öyleyse (yalnızca) Bana kulluk edin.” (Enbiyâ 21/92)

“Muhakkak ki, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir; çünkü hepinizin Rabbi Benim; öyleyse Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun!

Ama (sizi izlediklerini söyleyen toplumlar) aralarındaki bu birliği bozup parça parça oldular; her hizip (ancak) kendi benimsediği (öğretinin dar ve katı kalıpları) içinde övünür oldular.” (Mu’minûn 23/52)

Tevhide iman etmiş mü’minler, farklı ırk, dil, ülke, coğrafya, siyasi yapılanmalara veya zamanlara mensup olsalar da Tevhid açısından hepsi aynı ümmetin fertleridir. Hepsi de Kelime-i Tevhid’in hedefleri etrafında vahdet (birlik) olmakla yükümlüdürler.

Kur’an’ın “hayırlı topluluk” diye vasıflandırdığı müslümanlar, bu ilâhi emri hakkıyla yerine getiren, vahdet ilkelerine bağlı, mü’minleri kardeş ve veli bilen, onlara ona göre davranan, müslümanlar arasında vahdet olsun; ama tefrika, yıkıcı ihtilaf ve düşmanlık olmasın diye çaba gösteren kimselerdir.

 

-Son söz yerine

Yukarıdaki âyetlerde “en hayırlı ümmet”in özellikleri sıralanıyor. Bu zımnen bütün müslümanlar böyle olsun demektir. Eğer mü’minler âyette belirtilen görevleri yerine getirmezlerse “en hayırlı ümmet” olma şerefini yitirirler. 

Üzülerek söyleyelim uzun zamandan beri dünya müslümanları imanlarının gereğini yerine getrirmedikleri için –genel olarak- insanlığa rehber olma liyâketini göstermemişler, insanlığa örnek olma şerefini ve izzetlerini kaybetmişlerdir. Bundan dolayı işgalcilerin, emperyalistlerin, sömürgecilerin fiilî, askerî, ekonomik, kültürel ve zihnî işgaline uğramışlardır.

Onların tekrar daha iyi olmaları, tekrar “en hayırlı ümmet” şerefini kazanmaları ise âyette ifade ve işaret edildiği gibi imanda, amelde, ahlâkta, ilim ve uygarlıkta görevlerini yapıp bunu hak etmelerine bağlıdır. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/484)

 

Hüseyin K. Ece

28.04.2016

Zaandam