‘al-le-me’ fiili çerçevesinde bir tahlil

Kur’an’da ‘ilim’kavramı  türevleri ile 759 (yediyüzellidokuz) yerde geçmektedir. Bu da onun ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu kullanışların çoğu ‘ilâhî bilgi‘ ya da ‘vahy’e, bir kısmı ise insan bilgisine işaret ediyor.

   

Türkçe’de de sıklıkla kullanılan ilim; bilgi fenomenini en geniş şekilde ve bütün özellikleri ile ifade eden en önemli kavramdır . En geniş anlamıyla bilgi elde etmek imkanına sahip bir varlığın, Yaratıcı olsun, yaratılmış olsun, herhangi bir şey (mevcut veya ma’dum) hakkında malumât sahibi olmasıdır. İlim bilen obje varlık ile bilinen suje varlık arasında özel bir ilişkidir. Bu ilişkide aktif olan taraf daima bilen taraftır.[1]

 

-İlim ve türevleri

İlim kelimesinin aslı ‚a-li-me‘ fiilidir. Bu da sözlükte;  (bir şeyi) tanımak ve yakîn hasıl etmektir. İlim, bir şeyi tahkik ederek bilmedir. Bu da muayyen bir konu etrafında dönen düzenli bir ma‘rifettir. İlim bir başka açıdan; bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi’dir.

‘A-li-me‘ lafzı yakîn manasında kullanılırsa iki tümleçle geçişli olur. ‚A-ri-fe-tanıma‘ manasında kullanılırsa o zaman bir tümleçle geçişli olur.[2]

 

-I’lam;

‚A-li-me‘ fiilinin if’al kalıbı. Özellikle süratle haber verme yoluyla gerçekleşen bilgi verme, bildirmek demektir.[3] ‚a’lamu ve alleme‘ fiilleri birine bir şey bildirme, öğretme manasıyla temelde aynıdır. Fakat a’lemu; sür’atle haber verme yoluyla (gerçekleşen bilgi verme) anlamında kullanılır.  „E’lemtu keza-bir şeye şöyle iz, işaret koydum“ manasına da gelir.  Kur’an’da bu haliyle yer almadı.

 

-Alem (çoğulu a’lem);

Bir nesnenin bilinmesini sağlayan eser, iz, işaret. Mesela; „alemu’t-tarik“ , „alemu’l-ceyş“ gibi. Bundan dolayı dağa da alem adı verilir. Üst dudağa, elbisenin kenarındaki resim veya işarete, nişana ve sancağa/bayrağa da alem denilir. „Fülânun alemun-falanca kişi meşhurdur“ gibi kullanılışı da vardır.[4]

Hicaz’da Harem’in ve Arafat’ın sınırlarını belirleyen alemler vardır. Türkçe’de kubbe ve minare tepesine konan işarete de alem denir.

 

-Alâmet;

Bir hükmün varlığının işareti olan, ancak o hükmün ne varlığı ile ne de gerekli olması ile ilgisi bulunmayan şey manasında.[5] Ayrıma ve temyize yarayan işaret, belge demektir. Bir âyette geçiyor: „Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.

Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar.” (Nahl 16/16)

 

-Ma’lum (çoğulu ma’lumât);

Bilinen, belirlenmiş anlamında. Onüç âyette geçiyor. Mesela; „Biz, çünkü, hiçbir toplumu, (önceden) ilahî bir kelâmdan bütünüyle haberli kılmadan helâk etmedik.” (Hıcr 15/4) Helak edilen toplumların yaptıklarının karşılığı olarak yazılmış, tesbit edilmiş bir süresi vardır. O süre dolunca onlar cezalandırıldılar. Âyet lafzen; “o (toplum) bilinen bir kitaba (kitabun ma’lum’a) sahip olmadıkça” şeklinde. Yani sözkonusu toplum ilâhi kitap aracılığı ile haberdar kılındığı, hak ile batıl gösterildiği halde şiddetle karşı çıkmadıkları sürece helâk edilmez. (Bakınız: Şuarâ 26/208. En’am 6/131)[6]

İblis insanları saptırmak için Allah’tan izin istediği zaman; “Allah: Sen bilinen bir vakte (vakti ma’lum) kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, buyurdu.” (Hıcr 16/38)

Hz. Musa ile sihirbazların bir araya gelme vakti de aynı kelime ile anlatılıyor: „Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirlenen bir vaktinde bir araya getirildiler.” (Şuarâ 26/38) (Ma‘lumun yer aldığı diğer âyetler: Hıcr 15/ 21. Şuarâ 26/155. Saffât 37/41, 164. Sâd 38/81. Vâkıa 56/50. Meâric 70/24. Mürselât 74/22)

Malumât olarak iki âyette; „Hac, bilinen aylardadır…” (Bekara 2/197) Kurban bayramı da bilinen (ma’lumat) vakitte, yani hac zamanındadır. (Hac 22/28)

 

-Ma’lem (çoğulu; meâlim);

işaret, iz, eser, kendisiyle bilinen demektir.  „Fülanun ma’lemun lil-hayr-falanca kişi hayrın kendisiyle bilindiği kimsedir“, „meâlimu’t-tarik ved-din-yola veya dine ulaşmada gösterge olarak izler“ şeklinde söyleyişler vardır.[7]

 

-A’lam;

uzun dağ demektir. İki âyette geçiyor.. Denizde koca dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının) delillerindendir.” (Şûrâ 42/32. Bir benzeri: Rahman 55/24)[8]

 

-Âlem;

yaratılmışların tümü. Zira yaratılmışlar kim ve ne olursa olsun, kendilerini bildirecek, tanıcak alâmetlere, kendilerinin beliginleştirecek izlere sahiptirler. Âlem kavramı, duyu ya da akıl yoluyla kavranabilen veya mevcudiyeti düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık ve olayların tamamını ifade etmektedir. Âlem, “alâmet ve nişan koymak” mânasındaki alm veya “bilmek” anlamındaki ilm kökünden türetilmiş olup yaratıcısının varlığına alâmet teşkil eden, onun mevcudiyetinin bilinmesini sağlayan demektir.

Âlem kelimesini ‚ilm‘ kökünden türetenler, şuurlu bir varlığa delalet ettiği dolaysıyla insanla sınırlı sonucuna ulaşırken, onu ‚alamet‘ kökünden türetenler tüm ‚alem’i, yani yaratıkların tümünü kapsadığı sonucuna varmışlardır. [9]

İnsanlar, cinler ve melekler gibi akıl sahibi varlıkları ifade etmek için âlemûn-âlemîn, diğer varlıkları belirtmek için de avâlim şeklinde çoğulu kullanılır.[10]  Genel kullanımda âlem teriminin kapsamlı tarifi maddî veya mânevî olan varlıkların hepsini içine alır: Tabiat âlemi, ruh âlemi, akıl âlemi, melekler âlemi, edebiyat âlemi, İslâm âlemi gibi.

Bunun yanında gelmiş geçmiş bütün insan türü anlamında (Ankebût 29/10), ayrıca, “Size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın” (Bakara 2/47) âyetinde olduğu gibi “çağın insan toplulukları” mânasında da kullanılmıştır. Hz. Muhammed için kullanılan “âlemlere rahmet” (Enbiyâ 21/107) tabirindeki “âlemîn” kelimesiyle bütün yaratıkların kastedildiği konusunda genel bir görüş vardır.[11]

Âlem kelimesi Kur’an’da, gerek kâinatı gerekse özel olarak insanlar topluluğunu ifade etmek amacıyla ve hepsi de “âlemîn” şeklinde çoğul olmak üzere yetmişüç defa kullanılmıştır. Bunların kırk ikisinde “rabbü’l-âlemîn” terkibiyle zikredilerek Allah’ın canlı cansız bütün varlıkların ilâhı olduğu vurgulanmıştır. Âlemîn; Allah’ın yarattığı her şeydir. O Allah da bunların hepsinin  Rabbidir. Kimilerine göre bu kelime ile bir âlemi değil, farklı farklı âlemler kasdedilmektedir. Zira Yaratıcı bir ama yaratılanlar muhtelif.[12]  

Tefsirci Katade, âlem’i bütün yaratıklar diye tefsir ediyor. İbni Abbas „yalnızca idrak ve irade sahibi varlıklardır der ve ekler: „Nebi hayvanları ya da melekleri uyarmak için göndermedi“. Buna göre ‚âlemîn’den maksat ‚insan ve cin‘ gibi hitaba muhatap olan irade sahibi varlıklardır.[13]

 

-Âlemlerin Rabbine hamdolsun;

„el-hamdu lillahi Rabbil âlemîn“ Altı âyette geçiyor. (Bakınız:  Fatiha1/1. Saffat 37/182.  Zümer 39/75. Yûnus 10/9-10. Mü’min 40/65. En’am 6/45) Bütün övgüler, en mükemmel methiyeler, en muhteşem sıfatlar âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Allah’tan başka hiç bir kimse bu övgülere layık değildir.

Bu âyetlerdeki “‘âlemîn” terimi, hem maddî hem de manevî anlamdaki bütün varlık kategorilerini gösterir.

 

-Âlemlere rahmet;

“(Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107) Ya da “Ve (bunun içindir ki, ey Peygamber), Biz seni yalnızca, bütün âlemlere rahmetimiz(in bir işareti) olarak gönderdik.” Yani vahyin şifa eczahânesinden bütün insanlığa şifa ve rahmet olsun diye. Bu âyet İsrâ 17/82de Kur’an’ın şifa ve rahmet olduğu gerçeği ile birlikte düşünülmeli.

Allah (cc) bütün âlemlere, özellikle akıl sahibi varlıklara merhametinden dolayı Hz. Muhammed’i (sav) elçi olarak gönderdi. O öyle kapsamlı bir rahmettir ki bütün akıl sahiplerine iyilik ve kurtuluş yolunu göstermekte, gerek dünyada gerek âhirette mutluluk vesilelerini öğretmektedir.[14]

 

-İlim;

Kavram olarak ilim: İlim; bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması gibi farklı şekillerde tarif edilmiştir.[15]

İbni Faris diyor ki: „Ayn lam mim“ sahih bir asıldır. İlim, bir şeyi kendisinden olmayandan ayırdığımız belirti, iz, eser ve delildir. Bu sebeple bir şeyin alameti onun tanınmasını sağlayan (ma’rufe) şeydir. İlim cehaletin zıddıdır. Buna göre ilmim aslı temyiz, yani ayırt etmek, seçmek oluyor.[16]

Bu tarife göre ilim temyiz ve tercih, yani seçip ayırmaktır. İlim doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, ıslahı ifsattan, iyiyi kötüden, adaleti zulümden ayırmamıza yarayan zihin faaliyetidir.

Seyyid Ş. Cürcânî'ye göre ilim: “Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaattır.”[17] Buna göre ilim bir şeyi kendi mahiyeti üzere idrak etmektir. Tıpkı bütünün parçadan büyük olduğunu, niyetin ibadette şart olduğunu idrak etmek gibi. Bununla, idrak edilebilen şeyleri idrak etmek kasdedilir. Mesela Allah’ın zâtının veya sıfatlarının hakikatini idrak etmek insan kapasitesinin üstündedir.[18]

Bilenin bilgisi bilinenin hakikati ile örtüşmüyorsa, o ‘ilim’ olmaz. İhsâu’l-Ulum sahibi Tahânevî, bunun aksine “ilim mutlak idraktir” der. İster doğru istyer yanlış olsun, bildiklerimizn tamamı ilimdir ona göre.[19]

İlim, ihata etmek manasına da gelir. Ya da bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir. Bu da bir şeyi üzerinde bulunduğu hal ile tanımaktır.[20] 

“Bazılarına göre ilim; Aklın ve duyuların alanına giren her şeyin (mezkur) tam olarak tanınmasını sağlayan niteliktir.[21]

İlim, Kur’an’da Allah ve şuurlu varlıklar hakkında kullanılan müşterek bir kavramdır. Bu kelime bir taraftan insanların elde etme imkanına sahip olduğu beşeri marifeti anlatırken, diğer taraftan Allah’ın sahip olduğu kabul edilen mutlak bilgiyi ifade edecek şekilde geniş anlamda kullanılmıştır. Bundan dolayı tanımında bazı güçlükler söz konusu olmuştur.[22]

İslâmî bakış açısıyla ilim, insanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya Allah'ın (cc) vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakîni bilgidir.

Peygamber (sav) döneminde ilim kelimesinin sözlük anlamıyla bilgi manasında kullanıldığı gibi, vahyi ilgilendiren, ya da onun çevresindeki bütün bilgiler de içinde kullanılıyordu.

İslâm tarihinde ilimler tasnif oluncaya kadar hadis, siyer, tefsir, akaid veya fıkıh konularının hepsine ‘ilim’ denildiğini görmekteyiz. İlim elde etmek, ilim öğrenmek ve öğretmek, ilmi gizlememek, ilim için yolculuklara çıkmak, ilmi yazı ile kayıt altına almak, hayırlı ilim bırakmak gibi tabirler genel ifadeler olup; bilgiyi, bilmeyi ve özellikle İslâm hakkındaki bilgileri anlatıyorlardı.

İlim ile yakîn arasında da fark vardır. İlim, bir şeye aklın yatmasıdır. Yakîn ise bir şeye kalbin yatmasıdır. Yakînin ism-i faili olan mûkın, şüphenin yerini kesin kanaatin aldığı kimse için kullanılır. Zira îkan, şekkin tersidir. İlim ile şuur arasında da fark vardır. Şuur çok ince bir dikkat ile elde edilen, hassaslık katsayısı yüksek bilgi demektir. İki şey arasındaki ince farkı kavrayamanayan a şuursuz denir.[23]

 

-İlim vahy veya İslâmdır

Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur'an kavramıdır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Allah'ın, Peygamber’i ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde "ilim" diye bir kavram da olmazdı.  İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm veya vahiy olduğunu, Peygamberimiz'e "Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun." (Bakara 2/145) şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Çünkü Peygamberimiz'e gelen ilim İslâm'dı.  

-Kur’an’da ilim

‚Ilm‘ Kur’an’da en çok kullanılan kelimelerden biridir. Müştakları ile birlikte yaklaşık 850 yerde. Zû-vecih, yani çok anlamlı bir kelimedir.

Kur’an’da isim ve fiil olarak geçen ‘ilim‘ kelimesi kimi yerde ‘bilgi’, kimi yerde kavramsallaşmış ‘ilim’ olarak geçer. İnsana bakan yönüyle ilimden amaç, insanın kendisi, varlık ve hayatın anlamıyla ilgili doğru, güvenilir ve sahih perspektife sahip olmasını sağlamaktadır. [24]

Marifet, şuur, idrak, ihsas, akıl, va’l, der‘ gibi Arapça kelimeler ‚bilgiye dair kelimeler‘ grubuna girer. Fakat Kur’an’da yer alan bu kelimelerin, ilâhi bilgi için hiç kullanılmayıp beşeri bilgi için kullanılması manidârdır.[25]

Kur’an’ın ilim tarifini „Allah’ı vechile ancak alim olanlar haşyet duyarlar“ayetinden yola çıkarak „ilim, haşyettir“ diye yapmak mümkün. Haşyet sermâyasi bilgi olan korkudur. Onun içindir ki havf korkanın güçsüzlüğünden dolayı duyulan his, haşyet ise korkulanın azametinden dolayı duyulan histir. İnsan Allah’ın büyüklüğünü ve azametini bilirse, O’ndan haşyet duyar.[26] Bu da ilimden nasip almanın göstergesidir.

Mukatil b. Süleyman’a göre Kur’an, ilim/bilmek fiilini üç şekilde kullanıyor: Birincisi görmek anlamında. Muhammed 47/31. âyette olduğu gibi. Allah (cc) elbette daha önceden kimin ne yaptığını, ne yapacağını bilir. Ancak O, kimin kendi yolunda çaba göstereceğini görmek istiyor.  Bir başka âyette benzer ifadeleri bulmak mümkün. (Âli İmran 3/142) Burada ‘bilme-ilim’ görmek anlamında kullanılıyor.  

İkincisi; Yakınen bilmek anlamında. Buradaki vurgu Allah’ın mutlak ve her şeyi kuşatan ilminedir.  Nahl 16/23te ve Enbiyâ 21/110da geçtiği gibi.

Üçüncüsü; ilmin Allah’tan olduğu şeklinde. Hûd 11/14da yer aldığı gibi. Burada ‘Allah’ın ilmiyle‘, Allah’ın izniyle demektir. (Bu da ister hakikatin bilgisi, isterse insan çabasının ürünü olan bilginin, Allah’ın iznine bağlı oluşuna bir vurgudur.)[27] Bu vurgu bir başka âyette şöyle yapılıyor: Allah, elçileri toplayacağı gün; „Size ne cevap verildi“ der. Bizim bilgimiz yok (lâ ılme lenâ) derler…“ (Mâide 5/109)   

İbnü’l-Cevzî Kur’an’da yer alan ilmin “bilmek, anlamak, ayırt etmek, görmek, akıl, izin, kitap, Kur’an, rasûl, üstün yetenek ve isabetsiz bilgi” mânalarına geldiğini kaydeder.[28]

Bunlarla birlikte Kur’an ‚ilim‘ kelimesini bir kaç anlamda kullanıyor:

-Sezgi anlamında;

İbrahim (as) babasına “…Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O halde bana uy da, seni doğru bir yola eriştireyim” demişti. (Meryem 19/43)

Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleyman’a henüz peygamber olmdan önce verilen bilgi de, Hz. İbrahim’e verilen ilmin benzeri; zihinsel sezgi, kuvvetli bir basiret veya kavrama ve sağlam hüküm verme yeteneğidir. (Neml 27/15. Enbiyâ 21/79)

-Aklî bilgi anlamında;

İnsanların gök cisimlerinin hareketlerine bakarak takvim ve hesap bilgisine ulaşmaları bu

tür bir bilgidir.  (İsrâ 17/12) Hz. İbrahim’in yıldızlara, Ay’a ve Güneş’e bakarak Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşması da buna benzer. (En’am 6/76-79)

-Kesin delil anlamında;

Kur’an hz. Muhammed’e hitaben; “Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki…“ diyor. (Âli İmran 3/61)

Buradaki ilim; Hz. İsa hakkında Tevhid inancının kabul etmeyeceği inanca

sahip olanlara karşı kullanılan ikna edici, kesin, apaçık ve dosdoğru isbat/ delildir. Şüphesiz ki bu ilmin, yani bu beyyinâtın (apaçık delillerin)  kaynağı vahiydir. (Yûnus 10/93

-Önceki kitaplar anlamında;

“Dahası onlara (tevdi edilen) görevden dolayı açık işaretler vermiştik. Ne ki onlar durdular durdular da, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler…“ (Câsiye 45/17)

İsrailoğullarına verilen ilim şüphesiz ki Hz. Musa’ya indirilen vahiy, bir başka deyişle Tevrat idi. Onlar Tevrat’a rağmen tefrikaya düştüler, aralarında anlaşmazlık çıktı. (Şûrâ 42/14)  Kurtubî’ye göre Şûra 14. âyetteki ‘ilim’den maksat Muhammed’dir. İsrailoğulları bir peygamberin geleceğini temenni ediyorlardı. Onun özelliklerini biliyorlardı. (Bekara 2/89) Hatta kendilerine kitap verilenler onu öz oğulları gibi tanıyorlardı. (Bekara 2/149) Ne zaman ki ona peygamberlik verildi, yüz çevirdiler ve inkâr ettiler.[29]  

Bu âyetlerde geçen ‘ilim‘; vahiy veya hakikatin bilgisi diye de anlaşılabilir.

-Kitap anlamında (Kur’an’ın bir adı olarak el-İlm);

Allah’ın (cc) sözü olan Kur’an’ı da ‘ilim’ diye adlandırılmıştır. İlim sıfatı bir çok âyette

masdar şekliyle Allaha izafe edilmiştir. Bu bağlamda Kur’an kendisinin Allah’ın ilmiyle indirildiğini açıklıyor. “Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de kafidir.” (Nisâ 4/166. Bir benzeri: Hûd 11/14)

Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’dan başka bir şey değildir. Allah (cc) ona hiç kimsenin  bilmediği özel bir ilim indirdi.[30] Bir çok müfessire göre Hz. Muhammed’e verilen ’ilim’ Kur’an’dır. (Bakınız: Bekara 2/120, 145. Ra’d 13/37)

Kur’an’ın bizzat Kur’an’da geçen pek çok adı vardır. M. Çelik bunlardan seksenyedi tanesini sayıyor ve hepsini açıklıyor. Kur’an’ın bu  isimlerinden biri de el-İlm’dir.[31] Kur’an Allah’tan gelen bir ilim olduğu gibi, içinde ilme dayalı açıklamalar bulunan bir kitaptır.  (A’raf 7/52)

-Doğru bilgi anlamında;

“Ne ki yine de insanlar içerisinden herhangi bir (doğru) bilgiye, yol gösterici bir kılavuza ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışan kimseler çıkabilmektedir.“ (Hac 22/8. Ayrıca bakınız: En’am 6/100. Nûr 24/15. Hac 22/3, 71.  Lukman 31/20. Mâide 5/109)

Bazıları bilgisizlik yüzünden çocuklarını öldürürler, Allah’ın helâl kıldığı rızıkları haram ederler. (En’am 6/140) Bunların elinde kesin bilgi olsa, ya da kendilerine ilâhî kaynaktan indirilen hükümlere göre hareket etseler, beyinsizce ve zalimce çocuklarını öldürürüler miydi? Allah’tan gelen sağlam bilgiye itibar etmeyenler insanları saptırmak için boş, temelsiz, oyalayıcı sözleri kullanırlar. (Lukman 31/6)

-Hakikat tasavvuru anlamında;

“Lût’a da sağlam bir muhakeme ve seçip ayırma yeteneği kazandıran bir bilgi tasavvuru bahşettik ve onu çirkin eylemleriyle tanınan şehirden kurtardıuk…” (Enbiyâ 21/74) Hükm, tüm altarnatifleri içlerindeki en doğru şıkka indirme işlemi demektir. Aynı kökten gelen hikmet, işte bu işlemi mümkün kılan yetenektir. İlim, hüküm ve hikmeti birbirine bağlayan bağ “seçip ayırma (temyiz)” yeteneğidir.

-Allah’ın ilmi anlamında;

Yukarıda geçtiği gibi Kur’an’daki ‘ilim’ kelimesi ya doğrudan Allah’ın bilgisine, ya

da Allah’ın insana ihsan ettiği hakikate dayalı bilgiye vurgu yapmaktadır.

Meleklerin; ”… Senin bize bildirdiğinden başkasını bilmeyiz, Sensin her şeyi bilen… ” (Bekara 2/31)  itirafı aslında insana bilginin kaynağını işaret eden bir ihtardır.

Kur’an ilmin Allah’a (cc) olduğunu çeşitli şekillerde haber veriyor.

İnsana öğrenme yeteneklerini, araçlarını, imkanlarını, bilgi edinme ve bunu

kullanma iznini veren Allah’tır. Allah’ın En Güzel İsimleri’nin pek çoğunun insan ve mahlukât üzerinde tecellileri, etkileri ve sonuçları vardır.  el-Alîm ve el-Âlim isminin insan üzerindeki sonucu; insanın ilim öğrenmesi ve bunu hem çoğaltması, hem de kullanmasıdır.

Buradan hareketle ‘ilim’ aslında “Allah’ın bildiği ve insana öğrettiğidir” denilebilir.

-Vahy/hidâyet/hakikat bilgisi anlamında;

İlim her şey şeyden önce Allah’a ait olan bilgidir ve insanlara vasıtalı veya

vasıtasız bildirdiği gerçeklerdir.  Buna; vahiy, hakikatin bilgisi,  hak (gerçeğin bizzat kendisi),  hidâyet, ilm-i ledünnî (Allah’ın ihsan ettiği bilgi) denilebilir.

“… Sana ilim geldikten sonra eğer onların keyiflerine uysaydın, bu durumda sen kesinlikle kendine zulmedenlerden olurdun.“ (Bekara 2/145. Ayırca bak. Âli İmran 3/19. 17 İsra/107)

…De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.(Bekara 2/120. Bir benzeri: Bekara 2/145) Bazılarına göre burada geçen ‘ilim’den maksat delillleri sağlam bilinen din’dir, yani İslâmdır.[32] 

Hakikati anlamakta ve ona teslim olmakta ayakta direyenler Hakikatin bilgisi Yüce Yaratıcı’dan geldiği halde çekişmeye, şüphe etmeye, yan çizmeye devam ederler. (Âli İmran 3/61)  Kur’an, bu gerçeğin son şâhidi ve  asıl kaynağıdır.

Kur’an kendisini hem ‚ilim‘ olarak, hem de aşkın hakikatin kaynağı olarak nitelendiriyor. Bu açılardan Kur’an’da ‘ilm’e yapılan vurgu hem ilmin kaynağına işaret etmek, hem de Kur’an’ın bizzat şüphe götürmez bir gerçek olduğunu duyurmaktır.

Nisâ 162’de ‘ilim’ ‘vahyin bilgisi’ anlamında kullanılmıştır: “Ancak onlardan “ilim”de (vahyin bilgisinde) derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar…”

 

-Hakikatin bilgisi ya da insana gelen ilim

İlim Allah’a nisbetle mutlak gerçeğin ta kendisidir. İnsana nisbetle de Allah’ın

büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini ortaya koyan mucizevi bir faaliyettir. 

Her şeyi Bilen, el-Alîm ve el-Âlim olan Allah (cc) insanlara bu isminin tecellisi olarak bilmek, anlamak, bildiğini söze, fikre, eyleme dökmek, bilgiyi çoğaltmak ve kullanmak, bilgiyi saklamak ve aktarmak gibi yetenekler vermiştir. 

İnsanın kendini ve kendisine bahşedilen hayatı, nimetleri ve denemeleri anlaması için, ona vahiy yoluyla hakikatin bilgisi gönderildi. Ancak onlar aşırılıkları sebebiyle kendilerine gelen ‚ilme‘ tabi olmak yerine tefrikaya düştüler. (Âli İmran 3/19) Aynı hatayı İsrailoğulları da yaptı. (Yûnus 10/93)

İsrâiloğulları’nın dinleri konusunda ayrılığa düşmelerini eleştiren ifadelerin ardından hz. Peygamber’e şöyle emrediliyor: “ Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık; sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma” (Câsiye 45/18)

Şu âyette bu hataya pek çoklarının düştüğü bir daha vurgulanıyor: “Onlar kendilerine ilim (hakikatin bilgisi) geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler...” (Şûrâ 42/14. Bir benzeri:  Câsiye 45/16-17) 

İnsanlara hakikatin bilgisinin gönderildiği bir de beyyinât‘ kavramı ile de ifade ediliyor: “... Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi... Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller (beyyinât) geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa (ihtilafa) düştüler...” (Bekara 2/213) Özellikle Kitap ehli kendilerine ilim geldikten sonra nefsânî arzularına uyarak hak yoldan saptılar. Dini işlerine geldiği gibi anladılar. Din konusunda ki ihtilaflar giderek tefrikaya, mezhepleşmeye, fırka fırka olmaya dönüştü. (Bekara 2/253. Beyyine 98/4)

Kur’an’ın indiriliş amacı işte öncekilerin ihtilaf ettikleri, farklı anlayışları sebebiyle tefrikaya düşüp parçalandıkları hususlarda hak bilgi verme, insanları doğru yola davet etmektir. (Nahl 16/64) Kur’an’a inandığını söyleyenler öncekilerin  hatasını tekrar etmemeliler. Kitaba uyma ve onun anlama konusunda onların tavrını takınmamalılar. (Âli İmran 3/105)

Kendilerine hakikatin bilgisi (vahiy) gelmesine rağmen dinde tefrikaya düşenlerin hatası o kadar büyüktü ki Kur’an vurgulu bir şekilde “sakın ha onlar gibi olmayın” diyor. (Zuhruf 43/65. Mâide 5/48)

 

-Allah’ın bir sıfatı olarak İlim

‚İlim’ Allah’ın zâtına nisbet edilen sübûtî sıfatlar içinde yer alır ve bunların en kapsamlısını oluşturur.  İlâhî bir sıfat olarak “Allah’ın gerek duyular âlemine gerekse duyu ötesine ait bütün nesne ve olayları bilmesi” diye tanımlanabilir.  

Allah (cc) her şeyi ilmiyle yaratır. O yarattığı şeyin de âlimidir. Onun ilmi bilgisizlikten sonra kazanılmış bir ilim değildir. İlim O’nun zâtıyla muttasıftır. Bir kimseden cehlin nefyi onun hakkında övücü bir sıfat olmaz. Allah (cc) nebileri, melekleri ve mü’minleri ilim ile methediyor. Cehâleti nefyederek değil. Zira kim ilmi sabit ederse, cehli nefytmiş olur. Ancak kim cehli cehli nefyetse ilmi sabitleştirmiş olmaz.[33] 

Kur’an’da Allah’ın en yetkin şekliyle bilen bir varlık olduğu alîm, habîr, şehîd, hâfız, muhsî, vâsi‘ gibi isimlerle ifade edilmiştir.  Bu kavramlar çerçevesinde ilim “zaman ve mekân sınırı olmaksızın küçük büyük, gizli âşikâr her şeyi ve her hadiseyi müşahede etmişçesine hakkıyla bilmek” mânasına gelir.

İlginçtir, ilim Kur’ân’da yaklaşık üçyüzseksen âyette isim, çeşitli fiil kalıpları ve sıfat (âlim, alîm, allâm, a‘lem) olarak Allah’a nisbet edilmektedir.  

İlim hadislerde de Allah’a nisbet edilmiş, ilâhî ilmin hem duyu hem duyular ötesi âlemi kapsadığı belirtilmiş ve mugayyebâtın sadece O’nun tarafından bilindiği ifade edilmiştir (Buhârî, İstiska/29. Müslim, İman/5)

İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan şeyleri (Hucurât 49/18), karalarda ve denizlerde olup bitenleri (En'âm 6/59), yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni (Hadîd 57/4), gökte ve yerde bulunan her bir sözü (Enbiyâ 21/4) bilen Allah, bulunduğumuz her durumu, her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka Şâhid olarak bilir. Yerde ve gökte hiçbir zerre O'ndan gizli kalamaz. (Yûnus 10/61)

"Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, sînelerin özünü bilir. Hiç, yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." (Mülk 67/13-14)

Marifet, şuur, fıtnast, idrak, ihsas, akl, va’y, der‘ gibi bilmeyi ifade ederler. Ama Kur’an bunlardan sadece ilim Allaha nisbetle kullanılır, diğerleri mahlukat için.

Allah'ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır. Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir.[34]

Allah (cc) kendisini âlim ve alîm diye nitelendirmektedir. Bunların masdarı olan ‚ilim‘ de O’nun zatında var olduğu kasdedilmiş olur.[35]

Kur’an, Allah’ın bilgisinin her şeyi kuşattığını söylüyor.(Âli İmran 3/4) Melekler için, onların ancak Allah’ın kendilerine bildirdiği kadar bilebileceklerini (Bekara 2/32) ifade ettiği halde, insanlar için sınırlama sadece ilâhi bilgiyi ihata etme konusunda konulmuştur. (Bekara 2/155)[36]

Esmâu’l-Hüsnâ hadisinde yer almamakla birlikte Kur’an’da Allah’a nisbet edilen, ilm kökünden türemiş üç sıfat daha vardır: âlim, a‘lem, allâm.

 

-A’lem;

İlim‘den ism-i tafdil (çokluk) kalıbı olup, „daha iyi, en iyi, pek iyi bilen“ demektir. Kur’an’da kırkdokuz âyette geçiyor. Hepsinde de Allah’a nisbet ediliyor. Ancak Kur’an’da hiç bir yerde eliflâm ile gelmemiştir. Hemen her yerde ilgili bir tümleci vardır. Yine hiç bir yerde „Allahu’l-a’lem-mutlak olarak pek iyi Bilen Allah’tır“ şeklinde de yer almamıştır.[37]

 

-Allâm;

Âlim‘in tekerrür ve mübalağa bildiren fa’al şeklidir. Bir kimsenin bilgisinin çokluğunu ifade eden bir övgü kalıbıdır. Cidden çok bilen demektir. Gizli denilen hiç bir şey Kendisine gizli kalmayan“, „olmuşu ve olacağı Bilen, gökte ve yerde Kendisine hiç bir şey gizli kalmayan“ tarzında tanımlanmıştır.

‚Allâm‘ vasfı, Kur’an’da dört âyette ve ğayba tamlama olarak gelmiştir. Biri Fâtır 34/48de, diğerleri Tevbe 9/78. Mâide 5/109, 116. Ayetlerde. Bu dört âyetten ikisinde Allah (cc) kendisinin bu özelliğe sahip olduğunu haber vermekte, birinde melekler, birinde de bir  peygamber (hz. İsa) O’nu böyle nitelendirmektedir.[38]

Hadiste istihâre duasına ‚Allâm‘ geçmektedir: ‘‘…fe inneke takdiru velâ ekdiru ve ta'lemu vela â'lemu ve ente allâmu'l-ğuyûb…- …Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah’ım…” [39] 

‚Allâm' dört yerde ‚allâmu’l-ğuyub-ğaybları çok çok bilen“ şeklinde Allah’a nisbetle geçiyor.  (Mâide 5/109, 116. Tevbe 9/78. Sebe‘ 34/48)

-Alîm;

Her şeyi bilen, çok bilen demektir. Allah’ın Güzel İsimlerinden (Esmâu’l-Hüsnâ’dan) biridir. Âlim, mübâlâğalı ism-i faildir (özne isimdir). Âlim ile alîm arasında fark var. Alîm, bilen öznenin zatını bilgisi ile övmek, alîm ise bilen öznenin sıfatını beyan etmektir. Birine alîm dediğiniz zaman, onun âlim olduğunu da söylemiş olursunuz. Zira alîm ismi âlim isminin manasını da kapsar.[40]

Alîm, Allah’ın ilmini, ilminin sonszuluğunu, her şeyi mutlak anlamda bildiğini özel olarak ifade eden bir İsimdir. el-Alîm olan Allah (cc) olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri Bilen, kendisine kâinatta hiç bir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük büyük, zahir-batın her şeyi kuşatan şeklinde tarif ediliyor. [41]

el-Alîm ismi Kur’an’da yüzaltmışiki defa gelmiş, yüzelliüç yerde Allah’ı nitelemek üzere gelmiştir. Allah hakkında kullanılırken bazen tümleç alarak, bazen de tek başına ve mutalaka Allah hakkında geçer.  el-Alîm vasfı elli kadar yerde de tek başına gelmiştir.[42]

Alîm, insanların bilemediği ve idrak edemediği gizlilikleri, yerde ve göklerde olanları bilendir. O (cc) asla unutmaz ve yanılmaz. Türü ne olursa olsun O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Allah’ın ilmi, bütün âlemleri, varlıkların zâtlarını, sıfatlarını, fiillerini ve bütün işlerini kuşatır. O şimdiye kadar olanları da, şimdi olanları da, bundan sonra olacakları da bilir. İnsanları yarattıktan sonra nasıl yaşadıklarını da, âhirette ne olacağını da Bilendir. O insanlar hakkında neyin hayır, neyin şey olduğunu da bilir.

Allah’ın ilmi bilgisizlik sonra kazanılan bir ilim değildir. O‘na unutkanlık nisbet edilemez, zamanla ve mekanla kayıtlı değildir. O’nun ilmi parçaları kuşattığı gibi, bütünü de kuşatır. Oluştaki düzen, pürüzsüzlük ve yerleştirme düzeni onun ilmininin kapsamı ve hikmeti konusunda yeterli delildir.[43]  

el-Âlim, her şeyi, her durumda, gerek zamansız ve mekansız gerekse her zaman ve mekanda, eşsiz ve benzersiz biçimde bilen demektir. Bu bilme bilinenin var olup olmamasıyla, alet ve edevatla, imkan ve yetenekle sınırlı değildir.

İlâhi bilginin zatiyeti, mahiyeti ve keyfiyeti bizce meçhuldür. Allah’ın bilmesi insan tarafından kavranamaz. İnsanın bilmesine benzemez. Allah’ın bilgisi mutlak ve sınırsız bir bilgidir.[44]

Yaratıklar, O’nun müsaade ettiği kadar bilgiye sahip olabilirler. Ötesini bilemezler. İnsanların bilgisi tam ve mutlak değildir; istikbâli bilmekte tamamen acz içerisindedirler. 

İnanan kimsenin Allah'ın Âlîm olduğunu bilmesi gereğince amel etmesi içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Allah değil yaptıklarımızı, içimizden geçirdiklerimizi dahi bilmektedir. "Bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. (O halde) Ondan sakının." (Bekara, 2/235)[45] 

-Âlim;

Bilen, bilgin, bilici, ilim ve idrak sahibi kimse demektir.

Âlim, ‚ilim‘ kökünden ism-i fâildir (özne isimdir). Âlim Kur’an’da onüç ayette yer alıyor. Ancak ilginçtir, hepsi Allah hakkında gelmesine rağmen hiç biri tek başına değil. Hepsinde de isim tamlaması olarak kayıtlı bir tarzda Allah’ı nitelendiriyor.[46]

Âlim, Allah’ın bir vasfı olarak ifade edildiğinde kendisine hiç bir şeyin gizli kalmadığı varlık anlamını taşır.

On ayette „Âlimu‘l-ğaybi ve’ş-şehâdeh-şehadet ve ğayb’ı (görüneni ve görünmeyeni) Bilen“ şeklinde. (En’am 6/73. Tevbe, 9/94, 105. Ra’d 13/9. Mü’minûn 23/92. Secde 32/6. Zümer 39/46. Haşr 59/22. Cumua 62/8. Teğâbun 64/18) İki âyette „âlimu’l-ğayb-ğaybı (görünmeyeni) bilen“ olarak. (Sebe‘ 34/3. Cinn 72/26) Bir âyette de „Allah göklerin ve yerin ğayblarının âlimidir“ tarzında geçiyor. (Fatır 35/38) Allah’ın Âlim olduğunu anlatan âyetler hem Mekkî hem de Medenî sûrelerde yer almaktadır.

Bu terkip, şu şekillerde tefsir edilmiştir: „gizliyi de aşikârı da Bilen“, „yok olanı ve var olanı Bilen“, „dünya ve âhireti bilen“, „mahluklardan gizli ve açık olan her şeyi Bilen“. Bu sıfat „Sonra gayb ve şehâdeti Bilene döndüreleceksiniz“ ibaresi ile geldiği her yerde, tamlama olmaksızın özel isim durumundadır. (Bakınız: Saf 62/8. Tevbe 9/94, 105) Demek ki Âlim sıfatı hemen her yerde gaybe tamlama olarak gelmiştir.[47]

„… gaybleri hakkıyla bilen ancak sensin, Sen“ (Mâide 109) burada Allah’a hiç bir şeyin gizli kalmayacağına işaret edilmektedir.  

 

-Âlimîn;

İlim kökünden gelen el-Âlim ismi, „alîm ve âlimîn“ şeklinde çoğul olarak, ilim sahibin yüceliğini veya yapılan işin mükemmelliğini belirtmek üzere bu şekilde gelmiştir. Allah, kendisinin Bilen (âlim) olduğunu haber veriyor.[48]

Âlim’in bir çoğulu olan âlimûn-âlimîn beş âyette yer almaktadır. Bunlardan ikisi Allah’ın bilgisini, “Andolsun, daha önce de İbrahim’e doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğini verdik. Biz zaten onu biliyorduk (âlimun).(Enbiyâ 21/51. Ayrıca bakınız: Enbiyâ 21/81)

üçü insanlara ait bilgiyi söz konusu ediyor: “İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler (âlimîn) düşünüp anlayabilir.”(Ankebût 29/43. Ayrıca bakınız: Rûm 30/22)

Hz. Yusuf zamanında kralın gördüğü rüyayaı tabir edemeyenler  “…Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden (âlimîn) değiliz”dediler. (Yûsuf 12/44)

Alim’in diğer çoğulu ‚ulemâ‘ ise iki âyette geçiyor.

“İsrailoğulları arasındaki (birçok) bilginin (ulema’nın) bu (gerçeği) bilmeleri onlar için yeterli bir belirti sayılmaz mı?” (Şuarâ 26/197) Zımnen, sonuçta Müslüman olmaları gerekmez miydi denilmek isteniyor. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/758)

“…Kulları içinden ancak âlimler (ulema) Allah'tan (gereğince)haşyet (heyecan/korku) duyarlar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.” (Fâtır 35/28)

Yani, manevî bilgiye sahip âlimler. Bu bilgi, gözlemlenebilen fenomenin gerçekliğin tümünü kapsamadığı, çünkü bu fenomenin varlığının yanısıra, “yaratılmış varlıkların idrakleri dışındaki bir alan”ın da mevcut olduğu anlayışından doğar.[49] 

Âyetteki haşyet; büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korkudur. Zarar görmekten değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişedir. Ulema, yani ilim sahipleri, bir şeyi derinlemesine idrak edip anlayan, bir konuda kesin bilgiye ulaşan, bir şeyin hakikatine nüfuz edebilen kimselerdir. Onlar Allah’a saygıyı öncelerler ve mesleklerini icra ettikleri için değil, Allah’ın delilleri olan kâinat âyetlerinden ibret alıp sonuç çıkararak değer kazanırlar. Bu bakımdan Allah’a saygıda mesafe alamayanların âlim diye nitelendirilmesi mümkün değildir.[50]

 

-el-Alîm isminin tecellisine mazhar olanlar: Âlimler

Âlim sıfat insanlar hakkında da kullanılabilir. Bu sıfat Allah’ın el-Alîm isminin kullar

üzerindeki tecellisidir desek yanlış olmaz. Bilindiği gibi Esmâu’l-Hüsnâ’nın pek çoğunun insan ve yaratıklar üzerinde tecellileri, etkileri ve yansımaları vardır. Allah’ın İlim sıfatının, el-Alîm isminin insanlara yansıması da onların bilgi sahibi olmaları, bilgiyi üretebilmeleri, bilgiyi hayatları için kulalnmaları, bir kısmının bilgin olabilmeleridir.

Günümüze Türkçe’de kullanılan âlim-bilgin kavramı ile Kur’an’ın âlim dedikleri arasında elbette fark vardır. Önce Kur’an’ın âlim dediklerinin özelliklerine bakalım, sonra da İslâm kültüründe âlim gerçeğine işaret edelim.

Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir.

İlim, Allah’dan olduğuna göre, İslam’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır.  Burada ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani Allah’tan gelen hakikatleri kabullenmeyen insana, profesör bile olsa din dilinde câhil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de  câhiliyye denir.[51]

“İlim” kavramının Kur’ani anlamından saptırılarak salt bilgi veya bilim, “Âlim” kavramının da salt bilen, bilgin, ya da entelektüel olarak kavramsallaşması sonradandır ve bu yanlış bir kavramsallaştırmadır.

Kur’an’ın; âlim olarak bahsettiği kimseler, bugünkü çağın anlamlandırdığı şekliyle pozitif bilimleri bilen, felsefeyi bilen vs. olmayıp vahyin bilgisiyle kuşanmış ve bu ilmi hayat rehberi yapan kimselerdir.

Kur’an’a göre ilim, çok söz/rivâyet ve kuru malumat ya da ezber edilen şey değil, haşyet sahibi olmaya vesile olan, faydalı olan ve kendisiyle amel edilendir. İlim, eşyanın illet, hikmet ve gayesini kavramaktır.

Âlim de sadece helâli ve haramı bilen değil, helâle ve harama riayet edendir.  

Âlim olmak ve entelektüel olmak arasındaki farka dair şunlar da söylenebilir: Âlim Kur’an’ın kullandığı bir kavram olup Allah’ın vahyini bilen ve ona uygun yaşayan, sorunların çözümünü vahye uygun şekilde yapan ve hayatını Allah için adayan kimsedir.

Kur’an’a göre ilim; Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği, içinde asla şüphe ve zan bulunmayan kesin bilgiye denir. Bu bilgiye sahip olana da “âlim” denilir. Yani Kur’an’ın ‘ilim’den kastettiği vahiy/vahyin bilgisi, ‘ilim sahipleri’nden kastettiği ise vahyin bilgisine sahip olanlardır. (Bakınız: Zuhruf 46/61. Bekara 2/120)

Kur’an’da “… Her bilenin üstünde bir bilen vardır…“buyuruluyor. (Yûsuf 12/76) Bu

âyette geçen „zî ılmin alîm“ ifadesiyle  1-Birinin ilim açısından başkasından üstün oluşuna işaret edilmiş olabilir. 2-Burada özel olarak ilmin mübalağa kalıbında kullanılmış olabilir. Bu durumda birisi her ne kadar, kendi üstündeki kimseye göre âlim olmasa da ilkine göre âlim olduğuna dikkat çekilmiş olabilir. 3-Alîm kelimesiyle; Allah’ın kasdedilmiş olması da mümkündür.[52] Sonuçta bu ve benzeri âyetler, ilmin hepsinin ve nihâi hükmün Allah’a ait olduğunu haber veriyorlar.

Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır.  

İki âyette ilimde derinleşenlerden (râsihûne fi’l-ılm) bahsediliyor. (Âli İmran 3/7. Nisâ

4/162)  İlimde derinleşenler aslında yakînleri sabit olanlar ve basiret sahibi kimselerdir.[53] İlimde derinleşenler; hem sınırlarını ve acziyetlerini bilirler, hem de bilgiyi amacı doğrultulsunda kullanmayı becerirler. Onlar derin anlayış sahibidirler. Kendilerine bahşedilen kavrama yeteneğini, dünya hayatı denemesini kazanmak üzere harcarlar.

İlimde derinleşmiş olanlar, daha doğrusu bilgiyi ve bilginin amacını kavrama yeteneğine sahip olanlar gerçeği farkederler. (Nisâ 4/162) Böyleleri vahiyle gelen ilmi yakîn bir iman ile kabul ederler. Bu Kur’an’ı dinlemeye kapı açar. Kur’an’ı dinlemek de onu anlamanın en ön şartıdır. Onlar Kur’an’ı kendi yapısı, bütünlüğü ve örgüsü içinde anlamaya çalışırlar.

Takva bilinçlilik halidir. Ama o bilince ulaşmak için ‘ser-mâye/ana-maya’, yani ‘yakıt’ gerektir. İşte ilim insanını o bilince ulaştıran ‘ser-mâye’ yani yakıttır. Bu yüzden bilgi olmadan bilince ulaşılamaz. Bir medeniyeti, o medeniyetin kurucu aklı üretir. Medeniyetleri birbirinden ayıran şey, kurucu aklın bilgiyi nasıl tanımladığıdır.[54] 

Allah’ın varlıktaki âyetlerini görenler, inceleyenler, araştıranlar Kur’an’ı da daha bir dikkatli okurlar. Zira kâinat da, insan da birer kitap, her bir varlık bir kelime gibidir. Her varlık ilahi kelimelerin evrendeki cisimleşmiş halidir. Kur’an’daki her bir vahiy ifadesi nasıl ilahî ise, varlıktaki her bir zerre de ilâhidir. O halde kâinatı, ondaki âyetleri ve insanı hakkıyla, Allah’ın adıyla okumak, Kur’an’ı anlamayı kolaylaştıracaktır.

Âyetler üzerinde düşünmek, insanı bir yerlere kadar götürebilir. Ancak Kur’an’ı daha geniş ve daha tutarlı anlayabilmek için ilim sahibi olmak, ilimden nasip almak, altyapıyı kurmak gerekir. Bunun da yakîn bir iman ile teslimiyet olduğu açıktır. Gerçek bilgi (ilim) hayatın illet, amaç ve hikmetini gösterir. Buna da insan ancak vahyin kılavuzluğu ile ulaşabilir.

“Bilgini en üstünü En Üstün Olana dair bilgidir. Allah’ın bilgisi bu sınıfa girer. Allah’a dair en emin bilgi Allah’ın âyetlerdir. Bu âyetlerin yazılı olanına „kitap âyetleri“, kevnî olanına „kâinat âyetleri“, ictimai olanına „hadisât âyetleri“, beşeri olanına da „insan âyetleri“ adını verebiliriz.

Bu âyetleri Allah’a referansla okuyan herkes ‚âlim‘ sıfatını hak eder. Onun uğraş alanı ister tefsir ister tarih olsun, ister fizik ister kimya olsun, ister jeoloji, ister astronomi olsun, ister biyoloji, ister tıp olsun farketmez. Bu âyetleri Allah’a referansla okumak, Kur’an’da ilk inen „oku! Yaratan Rabbin adına“ âyetindeki emri yerine getirmektir.

Varlığı olayları ve insanı Yaratan Rabbin adına okumanın formülünü el-Alîm olan Allah vahiyle birlikte bildirmiştir. Son vahiy olan Kur’an, insana sadece yaratılanı değil Yaradanı okumanın formüllerini de vermiştir. Bu nedenle Kur’an âlimi şöyle tarif ediyor: „“Allah’tan kulları içinde layıkıyla yalnızca âlimler haşyet duyar“ (Fâtır 35/28)

Âlim, Allah’ın her şeyi bildiğini bilen ve bu bilgiyi hiç aklından çıkarmayandır. Âlim, el-Alîm olan Allah karşısında bilmediğini bilendir. Zira insan sınırlı bir varlık olduğu için bilgisi de sınırlıdır. Allah bazı şeylerin bilgisini insana hiç vermemiş, bazılarının bilgisini ise sınırlı olarak vermiştir.  

Kur’an ilme teşvik ederken “takva bilinci” ile teori-pratik uygunluğuna dikkat çeker.

Davranışa yansımayan imanın, ahlâki gelişim sağlamayan bilginin önemi yoktur. Kur’an’a göre doğru bilgiyi elde etme, onu kabul etme önemli olduğu gibi, bu ilimle Din’in salih amel dediği eylemleri yapmak da önemlidir. Bilgi değerdir, ama aynı zamanda sorumluluktur. İlim değerlidir, ama pratik hayata aktarılmayan ilim bir işe yaramaz. Nitekim kendilerine Tevrat, bir anlamda hakikatin bilgisi geldiği halde onunla amel etmeyenleri Kur’an “sırtında kitap taşıyan merkeplere” benzetmektdir. (Cumua 62/5)

Öyle anlaşılıyor ki Kur’an akleden kalpte damıtılıp, ahlâka dönüşmeyen bilgiye ‚ilim‘, sahibine de ‚âlim‘ demiyor. Her şeyin bir ruhu vardır. Aklın ruhu ilim, ilmin ruhu haşyettir. Sahabe içerisinde gerçek alim olan İbn Abbas; „İlim çok hadis rivâyet etmek değil, çok haşyet sahibi olmaktır“ derken Kur’an’ın tarıfıne atıf yapıyordıu. Hz. Ali insanları ikiye ayırıyordu: Dini rivâyet edenler ve dine riayet edenler.

Kur’an ilim konusunda haşyeti esas almakla, ahlâki davranışı sadece ilmin sonucu olarak sunmadı. Aynı zamanda ahlâkı ilmin sebebi olarak da takdim etmiş oldu. Peygamber (sav) şöyle dua ederdi:

“Ey Allah’ım! Haşyet duymayan (ürpermeyen) kalpten, faydası olmayan ilimden… sana sığınırım”[55]

 “Allah’ım! Bana öğrettiğin ilimden beni faydalandır. Faydalanacağım şeyleri bana öğret. İlmimi artır. Bulunduğum her hal için Allah’a hamd olsun…”[56]

Bu dualar ahlâktan ilme varmanın ifadesidir. Bilgi ahlâkını bilgiden önce almak, olma durumunu bilme durumuna öncelemektir. Bu ise bilen özne ile bilinen özne arasında diyaloğ kurmayı gerektirir. Bilgiden ahlâka varmak, bilen öznenin bilineni nesneleştirme ve tanımlaması ile sonuçlanır. Tanımlamak tanımanın önündeki en büyük engeldir. Tanımak hayret ve keşif, tanımlamak tahakküm ve istibdattır.[57] 

Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletlidir. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, “ilim; satırlardaki   değil,  sadırlardaki  (göğüslerdeki)dir”   denilir. 

Allah’ın ilmi herşeyi kuşatmış ve insan Allah’ın sınırsız ilmi içerisinde kendisine verilene tabi olmak zorundadır. Fakat bu konuda kul kendi tercihini yapmakta hürdür. Eğer ki kul ilme teslim olmayı seçerse kurtuluşa erer yok eğer ilme teslim olmazsa o zaman da azapla cezalandırılır. Çünkü ilme teslim olmamak zalim olmaktır. (Bekara 2/145)

Kişi hakikatin ilmene teslim olmuşsa âlim olur, teslim olmaz sırt çevirirse zalim olur.[58]

„Âlimler ümmetin beynidir. Bedenin birliği beyinde başlar. Eğer sinir sistemi işlevini yapamıyorsa, beden felç demektir. Ümmetin içine düştüğü manevi ve sosyal felçten kurtulması beyni mesabesindeki âlimlerin rollerini hakkıyla oynamasına bağlıdır.

Cahillerin ittifakından âlimlerin ihtilafı yeğdir. Fakat bir şartla: Âlimler, Kur’an’ın tarif ettiği gibi ‚haşyet‘ sahibi olacaklar. Değilse alim değil, ‚akademisyen, araştırmacı, bilgin, aydın, münevver, zıyalı, entelijansiya, müsakkaf, bâhis‘ v.s. olurlar. Bunların hiç biri alimin yerini tutmaz. 

Kim ne derse desin, bu ümmetin kurtuluş önderleri, nihai tahlilde alimler arasından çıkacaktır. Bu İslâmın tabiatı gereğidir. Âlimi âlim yapan üçayaktan birincisi haşyetini artıran ilme, ikincisi ilmiyle uyumlu amele, üçüncüsü ise kendisini rehber konumuna oturtan şakirtlere, izleyicilere sahip olmasıdır. İşte bu özelliklere sahip ‚bilgin‘ âlim mertebesine yükselir ve peygamberlerin varisi olur.“[59] 

İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvasız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurdu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar." (Fâtır 35/28) Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki “kitap yüzlü merkepler”dir.[60] 

Bilgiyi ahlâka, ahlâkı Allah’a arzetmek müslümanların görevidir. Müslümanlar tevhid ve adalete dayalı bir bilgi sistemini vahiyden yola çıkarak yeniden üretmekle sorumludurlar.

Cahil dindarlık taassup ve dalâlet üretir. Cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. Bilgiyi dindarlığın ve dinin temeline bu dinin sahibiolan Allah yerleştirmiştir. O halde konuyu özetlemek yerinde olacaktır: Hakikatte ilim dindir, din ilimdir.“[61]

-Kendilerine ilim verilenler

Kur’an’da sekiz âyette kendilerine ilim verilenlerden bahsediliyor. Kendilerine ilim

verilenler, bilgi ve bilginin amacını kavrama yeteneğine sahip olanlar, peygamberler, âlimler ve insanları Allah yoluna davet edenler olabilir. (Nahl 16/27) Onlar, Allah’ın indirdiği her şeyin hak olduğuna, insanı doğru yola da ancak O’nun indirdiği hükümlerin ulaştırabileceğini bilirler. (Sebe’ 34/6)

Kendilerine ilim verilenler; doğru bilgiden nasibi olanlardır. Ki onlar bu bilgi sayesinde hem doğru yolu bulurlar, hem de Allah’a hakkıyla boyun eğerler.  (İsrâ 17/107) İbni Kesir’e göre bu âyetteki ‘ilim verilenler’ ehl-i kitaptan sâlih kimselerdir. Ki onlar Allah’tan gelen kitab’a sımsıkı sarıldılar, onu değiştirmediler ve tahrif etmediler.[62]

İlimden nasibi olanlar bilir ki iman edip sâlih amel işleyenlere Allah’ın takdir ettiği karşılık daha hayırlıdır. (Kasas 28/80) Kurtubî’ye göre buradaki ilim sahiplerinden kasıt  İsrailoğullarının âlimleridir.[63]

Bir âyette Hz. Süleyman’ın kendisine ve babasına ilim verildiği söyleniyor. (Neml 27/42)

Bu ifade bir âyette ‘ulu‘l-ilm/bilgi’ sahipleri kalıbıyla geliyor. (Âli İmran 3/18) İlim sahipleri de elbette ulemâ’dır. Ki onlar Allah’tan hakkıyla çekinen kimselerdir. (Fatır 35/28)

 “Kâfir olanlar; “Sen Rasûl olarak gönderilmiş bir kimse değilsin” derler. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” (Ra’d 13/43)

Yanında Kitab’ın bilgisi olan’dan maksat, ilâhî kitapların bilgisine sahip olan herkestir. Onlar son vahy’in önceki peygamberlere gelen ile aynı olduğuna şahitlik ederler. 

Bir âyette de ‘kendilerine kitap’tan bir pay verilenler’den bahsediliyor.

Hz. Peygamber (sav) Medine döneminde bazen yahudilere ait Beytu’l-Midras denilen yere gider ve onları İslâma davet ederdi. Ya da onların İslâmla ilgili sorularına cevap verirdi. Bir seferinde orada bulunan bazı yahudi ileri gelenleri ona hangi din’den olduğunu sordular. O da: “İbrahim dini ve milleti üzereyim” deyince onlar, Hz. İbrahim’i yahudi olduğunu ileri sürdüler. Hz. Peygamber ; “Madem öyle gelin Tevrat’ı aramızda hakem kılalım” dedi ve onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[64]

Kendilerine kitaptan (vahiyden) bir pay verilenlerden bazıları aralarında hüküm verirken Allah'ın kelâmına başvurmaları yolunda çağrı yapıldığı zaman inatla yüz çevirirler. (Ali İmran 3/23)

Casiye 17. âyette de işaret edildiği gibi, böyleleri, kendilerine ilim geldikten birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler, bile bile hakkı karşı direndiler, kendi yalanlarına aldandılar ve sonuçta da kötü akibeti hak ettiler.

İlim sahipleri yahut kendilerine ilim verilenler ilâhî bilgiye muhatap olan ve bu bilginin doğruluğuna inananlardır.[65] Buna göre onlar, insan ürünü olan bilgi merkezlerinde okumasalar, diplomaları olmasa bile; İlâhî davete kulak verip iman ederler. Allah’tan gelen hitabın mahiyetini idrak edip teslim olurlar. Akıllarını ve bakış açılarını vahiyle inşa ederler, hayatlarıyla ilgili her ölçüyü ondan alırlar.

Allah (cc) el-Âlimdir. Yaratıklar ise âlem’dir. Âlem aynı zamanda âlametler toplamıdır. İlim işte âlemetler toplamı olan âlemi bilmeyi konu yapar. Bu âlemi ve âlemle ilgili gerçek bilgileri ve bunların hikmetini bilenlere, anlayanlara da âlim denir.

 

-Alleme fiili

Alleme ‚a-li-me‘ fiilinin tef’il kalıbıdır. Bunun masdarı (Türkçede’de kullanılan) ta’limdir. Bu da sözlükte öğretmek, bildirmek, bilgilendirmek, belletmek demektir. 

Burada bu fiilin Kur’an’da Allah’a nisbetle kullanılmasını söz konusu edececeğiz.

Ta’lim kelimesi; özellikle „öğrenenin nefsinde, aklında bir iz oluşuncaya kadar tekrarlama ve (bunu ya da bilgi vermeyi) artırma yoluyla gerçekleşen bilgilendirmek anlamındadır. Kimilerine göre de ta’lim „anlamları tasavvur etmek için nefsin/aklın ilgisini uyandırmak demektir.[66] Ya da „anlamın tasavvuru için benliği tahrik etmek“tir. Bu da tasavvurun inşasıdır. Zira tasavvurunuzu kim inşa etmişse ‚Rabbiniz‘ odur.[67]

 

-Allah’a nisbetle alleme;

„Âdem’e isimlerin tümünü öğretti…“ (Bekara 2/31) Allah’ın Âdem’e isimleri öğretmesi, kendisi sayesinde konuşacağı ve eşyanın isimnlerini vaz edeceği bir kuvvet vermesidir.  Bu (öğretme) Allah’ın onun kalbine ilka veya ilham etmesi yoluyla olur ki bu hayvanlardan her birine, yerine getireceği  (özel) bir fiili ve çıkaracağı (özel) sesi öğretmesine benzer.

-Alîm olan Allah’ın öğretmesi;

Ta‘limul-esmâ; Kur’an’da kullanılan bu tabir Alîm olan Allah’ın insanlığın atası Âdem’e isimleri öğretmesini ifade eder. Allah’ın insana öğretmesi, Allah’ın isimlerinin bir tecellisisidr. Tıpkı insana bilme yeteneğini ve aklı bahşettiği gibi, insana bilginin ilk sermayesini de Allah vermiştir. Vahiyden başka hiçbir kaynaktan alamayacağımız ilk insanla ilgili çok özel bilgiyi veren pasaj şöyle:

„Allah Adem’e bütün isimleri (esma’yı) öğretti (alleme). Sonra onları meleklere arzedip: Eğer sözünüzde sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin“ ( Bekara 2/) Melekler; „Bizim Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz olamaz, yalnızca sensin Alîm, Sensin Hakim“ dediler.“ (Bekara 2/31-32)

İsimlerden murad, dil değil; eşyanın duyguları, ilmî biçimleridir;. Bu, ilimden çok, zihin olması gerekir. Kesin olan şudur ki, Hz. Âdem'e lisan ve beyan öğretilmiştir. Allah'ın Âdemoğluna  ilim ve kelâm sıfatlarını ikram etmiş olması, kelâm ve dil meselesinin hilâfet işinde önemli bir yerinin bulunduğunu gösterir.

Hz. Âdem'e isimlerin öğretilmesi; onun yeryüzünü hayatıyla ilgili olsa gerek. Yer için halife olarak yaratılan insan, bu görevini sürdürebilmek için isimlere, sembollere, bunların arkasındaki anlamlara, bilmeye, anlamaya, anladığını ifade etmeye, kelimelere ve sözlere muhtaçtı. Onun dünyadaki işini kolaylaştıracak, hayatının devamını sağlayacak 'isimlerin' ona öğretilmesinden daha doğal ne olabilirdi? Bu olay beşer cinsinin  neden üstün olduğunu gösteren bir başka delildir. Kendisine isimler öğretilen insan, çeşitli dugularıyla, derin vicdanıyla evreni hizmetinde kullanabilecek alabilecek bir kabiliyette olduğu gösterilmiştir.

Yeryüzünde halifelik görevini teslim alan insana sunulan sırlardan bir bölümdür bu. Nesnelere isim verme yoluyla onları sembolize etme gücünün sırrı...Çünkü isimler, nesneleri dillerde ve kafalarda sembolleştiriyor, simgesel hale getiriyor, tanıtıyor. Eşyanın isimlerini bilme, ya da nesnelere isim verme, beşer için bir güç ve kolaylıktır. Eğer Allah (cc) inanlara eşyanın isimlerini sembolize etme yeteneği  vermemiş olsaydı, yeryüzündeki hayat gelişmezdi.

Allah (cc) Âdem'e isimleri öğreterek, hem halife yaratmanın sırrını onlara bildirdi, hem Âdem'in üstünlük sebebini açıkladı, hem de ona isimleri  öğretmedeki gücünü göstermek istedi. Bu aynı zamanda insanlara bir hatırlatmadır: Bu nimet ve fazilet Âdem'in kişiliğinde onun zürriyetine de verilmiştir. “Allah'ın bundaki gücünü ve size yapılan iyiliğin kıymetini bilin” demektir.

Kavramlar ve sözcükler insanın eşyayı algılamasını sağlayan araçlardır. Âdemoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi onlara isim vermesine dayanır. Hz. Âdem'e isimlerin öğretilmesi, aynı zamanda zürriyetine de isimlerle ilgili bilginin öğretilmesi anlamına gelir. Bu 'isimleri' ister hakikatlerin ve bilimlerin sembolleri sayalım, ister başka bir şey sayalım, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Burada bilgi ve bilinç söz konusu edilmektedir.

İnsanın üstünlüğü de galiba bu 'bilgi'ye sahibi olmasından geliyor.

Âdem'e öğretilen esma; eşyanın isimleri, yani eşyaya ad koyma, soyut kavramları idrak etme, onları sembollerle ifade etme, bilgiyi ve marifeti, ya da eşyayı isimlerle sembolize etme, beyan gücü ve bilgi sahibi olma olabilir.[68]

Burada öğretme (alleme) işi Allah’a hasrediliyor..

Ta‘lim bir süreç içerisinde aşama aşama öğrenmeyi ifade eder. Âyetlerden anlaşılan şudur: Bilmek, içkin değil, aşkın bir eylemdir. Bilgiye Allah müdahildir. Bilgi hırıstiyan ilahiyatının iddia ettiği gibi Tanrının insana yasakladığı memnu‘ ağaç değildir. Aksine bilgi, Allah’ın insana ihsanıdır. Bu sayede insan meleklerden üstün kılınmıştır. İnsanın şerefi Allah’ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır. Bu âyetler insan bilgisini ‚alınmış‘ veya insan tarafından ‚var edilmiş‘ değil, Allah tarafından verilmiş olduğuna işaret eder. Alınan her bilgi sonradandır, geçicidir, emanettir, Bu yüzden insan bilgiye, „benim değil mi, istediğimi yaparım“ diyebileceği bir mülkiyet değil, hesabı verilecek bir emanet olarak bakmalıdır.[69] 

"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmediğiniz halde çıkarmış, size kulak, göz ve kalb vermiştir." (Nahl 16/78)

Bu âyet, bize insan bilgisinin sonradan kazanıldığını,  kulak, göz ve kalbin/aklın da ilim elde etme vasıtaları olduğunu anlatmaktadır. Bu organların hayatî işlevleri ve bu görevleri yerine getirirken sorumlulukları vardır: "Bilmediğin şeyin  ardına  düşme;  doğrusu  kulak,  göz  ve kalb, bunların  hepsi  o  şeyden sorumlu  olur." (İsrâ 17/36)

Duyu organlarımız bizim için bir imtihan sebebidir. Onlar, görevlerini ne kadar verimli yaparlar, bize gerçek duyumlar sağlayabilirlerse imtihanı kazanmamız o kadar kolaylaşır. Onları kullanamadığımız veya yanlış kullandığımız ya da yanlış yolda kullandığımız takdirde sınavı kaybederiz.

"Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." (İnsan 76/2-3)

O (cc) şöyle buyuruyor: „… ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik…“ (Kehf 65)

 „Musa ona; Sana öğretilendilenden bana da bir bilgi öğretmen için sana tabi olabilir miyim dedi.“ (Kehf 18/66) Yüce Allah burada, beşerin  Allah kendilerine bildirmediği sürece münker: çirkin olarak gördiği, kendilerine kapalı, gizli olan bir ilmi, bilgiyi kasdettiği söylenmiştir.  Bunun delili de hz. Musa’nın onu izlerken, sebebini öğreninceye kadar gördüğü şeyleri münker bulmasıdır.[70] 

Alleme beş âyette Allah’a nisbetle geliyor.  “Oku! en büyük kerem sahibidir. O, kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/3-5)

“Kalem”, burada yazma sanatının veya, daha spesifik olarak, yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olarak kullanılmıştır.[71]  Ya da öğrenme araçlarını sembolize  eder. Kalem aynı zamanda yazıyı da temsil eder. Yazı ise bilgiyi kayda alıp, bu kayda kalemi, kağıdı, eli, zamanı, mekanı, okuyacak her insanı şahit tutmaktır.

O (cc) hem fıtratına bilgiyi nakşetti, hem vahiy (zikra) ile nakşedileni hatırlattı, hem de bu yolla bilmediklerini öğretti.[72]  Kalemin insanlık tarihindeki önemini ve işlevini anlatmaya gerek yok. İnsana kalemi, bir anlamda bilgi kayıt altına almayı, bilgiyi kayıtla çoğaltmayı ve taşımayı keşfettiren, onu kullanma bilgisini öğreten Allah’tır. 

Allah (cc) bir başka ayette Kaleme yemin ediyor:

“Nûn... Kalem’e ve (onun) yazdıklarına yemin olsun (ya da şahit olsun).”  (Kalem, 68/1) Bu kalem bildiğimiz yazı yazan kalem mi, yoksa başka bir şey mi?

”Kalem söz ile yazı arasındaki elçidir. Tıpkı hatip ile muhatap arasında hitabı taşıyan elçi/peygamber gibi, kalem de kelâmın elçisidir. İlk inen âyetlerde olduğu gibi burada da Hz. Peygamber’in dikkati ‘kaleme ve yazıya’ çekilmektedir. Belirlik takısıyla gelen kalem ‘vahyi yazan kalem’, yazdıkları ise ‘vahy’dir.”[73] Kalem madem ki elçidir; öyleyse kendisi sorumlu değil, onu görevlendiren/kullanan sorumludur. Elçiler, değerlerini kendilerine görev verenlerin değerinden alırlar.

 “Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahman 55/1-4)

Beyân terimi “bir şeyin zihinsel olarak açıklanma ve tanımlanma araçları”nı gösterir. Bu hem düşünme hem de konuşma için geçerlidir. Beyan bir şeyi veya bir düşünceyi anlaşılır kılma ve başka şeylerden veya düşüncelerden kavramsal olarak farklı kılma melekesi ile bu vukufiyeti konuşma ya da yazma dilinde ifade etme gücünü kapsar. Bu nedenle bu ayeti yukarıdaki bağlamda, insanın sahip kılındığı “bütün isimlerin bilgisi”ni (yani kavramsal düşünme yetisini) çağrıştıran “açık ve anlaşılır/berrak şekilde düşünme ve konuşma” olarak anlamak mümkün.[74] 

“Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” (Bekara 2/31)

Dilbilimcilere göre isim terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsîl eden ayırd edici ifadeler. Felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder. Buradan hareketle, “tüm isimlerin bilgisi”nin, bu anlam örgüsü içinde, mantıkî tanımlama ve dolayısıyla kavramsal düşünme melekesine delalet ettiği sonucuna varabiliriz. Burada “Âdem” ile bütün bir insan soyunun kasdedilmiş olabilir.[75]

Kur’an meleklerin insana secdesinin sebebini ‚ta’limu’l-esma‘ olarak gösterir. Ta’limu’l-esma, Ademe’e nisbet edilen isimlerin öğretilmesidir. Yani insanı meleklerden üstün kılan şey, insanın bilgi üretme kabiliyetidir. Meleklerin aynı diyaloğ içinde „Bizim Senin bize verdiğinden başkaca bir ilmimiz yoktur“ demeleri, bilgiyi insanoğlu gibi üretemedikleri anlamına geliyordu. İnsan Allah’tan bilgini sermayesini aldı ve aldığı bu sermayeyi kulanarak bilgiyi üretti. Adem’e nisbet edilen isimlerin öğretilmesini eşyaya isim koyma yeteneği olarak tefsir etmek bu yüzden isabetlidir.[76]

Melekler bilgi Allah’a hasrederek “Senin bize öğrettiklerinden (allemte-nâ) başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur” diyerek acziyetlerini ortaya koydular. (Bekara 2/32)

Allah (cc) Kıyamet günü hz. İsa’ya ve annesine verdiği nimetleri hatırlattıktan sonra ona, “sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim (allemtu-ke)” diyecek. (Mâide 5/110) Buna benzer bir şahitliği bir melek hz. Meryem’e karşı yaptı: “Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek  (yuallimu-hu).” (Âli İmran 4/48)

Bir âyette Allah (cc) hz. Yusuf’u seçeceğini ve ona rüyaların tabirini öğreteceğini gelecek zaman kalıbıyla (yuallimuke) söylüyor. (Yûsuf 12/6)

Hz. Yûsuf da dua ederken bunu şükran ifadesi olarak itiraf ediyor. “Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi)  verdin ve bana (rüyada görülen)  olayların yorumunu da öğrettin (allemte-nî)”. (Yûsuf 12/101)

Hz. Yusuf zindan arkadaşlarına; “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce, onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir (alleme-nî)” demişti.  (Yûsuf 12/37)

Allah (cc) hz. Muhammed’e hitaben; onu saptırmaya yeltenenlere karşılık “Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretti (alleme-ke)” buyurdu. (Nisâ 4/113)

Allah (cc) hz. Yusuf’un Mısır’da tutsak oluşunun gerekçesini açıklarken şöyle buyuruyor: “…İşte böylece biz Yûsuf’u o yere (Mısır’a) yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğretelim (li-nuallimu-hu) diye böyle yaptık…” (Yûsuf 12/21)

Hz. Ya’kub’un bilgisi de Allah’ın ona öğrettiğinden (allem-nâhu) başkası değildir. (Yûsuf 12/68)

Allah (cc) Hz. Musa’nın ilginç yol arkadaşına ilmi kendisinin öğrettiğini haber veriyor. (Kehf 18/65) hz. Musa yol arkadaşına: “Sana öğretilenden (ullim-te), bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen (tuallime-ni) için sana tâbi olayım mı? dedi.” (Kehf 18/66) Burada da öğretme işi Allah’a nisbet ediliyor.

Allah (cc) hz. Dâvûd’a da zırh yapma sanatını ve ayrıca dilediğini öğrettiğini bildiriyor. (Enbiyâ 21/80. Bekara 2/251) Bu dört âyette de ‘allemnâ’ kalıbı kullanıldı.

Borçlanma (tedâyün) âyetinde “Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın…” söyleniyor. (Bekara 2/282) Burada yazmanın Allah’a nisbet edilmesi dikkat çekicidir. Bu hem yazı yazma kabiliyetini, hem de yazı malzemesini kullanma yeteneğni Allah’ın yarattığına işarettir. Bu yazma işinin de Allah’ın öğrettiği kurallar çerçevesinde olması gerektiği açıktır.

Bu âyetin sonun “zaten size öğreten de Allah’tır” deniyor. (Bekara 2/282) Böylece öğretme işi tümüyle Allah’a nisbet ediliyor.

Allah (cc) Hz. Musa’ya indirdiği nûr ve hidâyetle hem o günün İsrailoğullarına hem de onların atalarına bilmediklerini öğretmişti (ullim-tum). (En’am 6/91) Bu aynı zamanda ilâhi kitapları sadece bir kağıt parçası görenlere ciddi bir tenkit ve uyarıdır.

Hz. Süleyman kendilerine kuş dili öğretildiğini (ullim-nâ) söylerken şüphesiz öğretmenin öznesi olarak Allah’ı kasdediyordu.  (Neml 27/16)

Kur’an’ın şiir olduğunu iddia edenlere karşılık Allah (cc) “Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik (ma allem-nâ)” buyuruyor. (Yâsîn 36/69)

Bir âyette “Allah’ı O’nun öğrettiği (alleme-kum) gibi zikredin” buyuruluyor. (Bekara 2/239)

Bütün bu örneklerde öğretmenin öznesi Allah (cc) olduğu görülüyor. Allah’ın öğretmesi şüphesiz ki bir öğretmenin öğrencisine, bir annenin çocuğuna, harf harf, hece hece, işaretle, malzemeler ile, dille, yazıyla ve benzeri araçlarla öğretmesi gibi değildir. Unutmamak gerekir ki ‘ilmim’ kaynağı Allah olduğu gibi, bilmeyi, öğrenme ve ifade etmekle ilgili bütün yetenekleri, yazı ile ilgili bütün teknikleri geliştiren aklı, zihni ve fikri insana veren O’dur. Yine Kur’an’ın hak/hakikat dediği ilâhi bilgileri de insana elçileri ve kitapları aracılığı ile ulaştıran/öğreten de O’dur.

Buradan şu da anlaşılmamalı: Madem ki her şeyi Allah öğretiyor, o halde herkesin bilgisi önceden (kaderde) belirlenmiş olup sabittir. Şüphesiz gerçek böyle değildir. Allah’ın öğretmesi yukarıda geçtiği gibi, Âdemin şahsında insana öğretilen esma, bilgiye ilişkin kabiliyetler, irade, niyet, yazı malzemeleri ve bilgi kaynaklarının insanın emrine verilmesi gerçeğidir. Kısaca Allah dilemeseydi insan da olmazdı, bilgi fenomeni de. İnsan her açıdan olduğu gibi bilgi açısından da Yüce Yaratıcıya bağımlıdır.

Bilgi edinmek de tıpkı kişinin iradesi ile hayrı ve şerri, iyiyi ve kötüyü seçmesi gibidir. İsteyen aklını, kabiliyetlerini ve bilgi araçlarını kullanarak ilminin artırır. Ya da bilgiyi hayırlı işlerde kullanır.

 

-Vahiy meleğinde nisbetle alleme;

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “(Kur’an’ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti…” (Necm 53/5-6) 

 

-Peygamberlere nisbetle alleme;

Hz. İbrahim ve hz. İsmail şöyle dua etmişlerdi: “Rabbimiz! İçlerinden onlara (soyumuza) bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin (yuallimu-hum) ve onları her kötülükten arındırsın (tezkiye etsin)…”  (Bekara 2/129)

Allah (cc) mü’minlere hitaben; “Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten (yuallimu-kum) bir peygamber gönderdik”  buyuruyor. (Bekara 2/151)

Allah (cc) ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitabı ve hikmeti öğreten (yuallimu-hum) bir peygamber gönderendir…” (Cumua 62/2)

Böyle bir elçi göndermek Allah’ın kullarına ihsanıdır: “Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten (yuallimu-hum) bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Ali İmran 3/164)

Demek ki  peygamberlerin bir görevi de ümmetlerine onların bilmediklerini, Allah’ın kendilerine öğrettiğini öğretmektir.

 

-İnsana nisbetle alleme;

“Doğrusu Biz onların; “Ona bu (vahyi) öğreten bir beşerden başkası değil” dediklerini çok iyi biliyoruz…” (Nahl 16/103)

Vahyin kaynağından ve onu Peygambere getiren meleğin varlığından şüphe içinde olanlar böyle iddia ediyorlardı. İnkârcılardan bir kısmı onu kendisi uydurduğu iftirasını atarken, Kur’an vahyinin ihtişamını farkedan bazıları ise “Kur’an’ı Muhammed’e birileri öğretiyor” diye daha tutarsız bir iddiada bulunuyorlardı. Ne ki, Kur’an vahyinin kadim düşmanı Mekke müşrikleri ve onların düşmanca söylemini tekrarlamaktan başka bir şey yapmayan Kur’an’ın modern düşmanlarının, kitap ehli bir köleden Kur’an gibi tüm zamanlar ve mekanlara meydan okuyan ilâhi hitabı hz. Peygamber’e öğretecek bir “süper (öğret)men” çıkarmaya çalışmaları, kara mizah olmaktan öte ilmi hiç bir değer taşımamaktadır.[77]

Hz. Musa kendisine ilim verilen yolcu arkadaşına şöyle demişti: “Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?” (Kehf 18/66)

Av hayvanlarının terbiye edilmesinde ‘öğretme işi’ (tuallimûne-hunne) insana nisbet ediliyor. Ancak müslüman bunu da Allah’ın kendisine öğrettiği (allem-tum) ile ancak yapabilir. (Mâide 5/4)

Sihirbazları müsabaka yenilip müslüman olunca Firavun köpürdü ve onlara çıkıştı: “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Mûsâ’ya) inandınız ha! Öyle anlaşılyor ki size sihiri öğreten (alleme-kum) baş ustanız bu olmalı…”  (Tâhâ 20/71. Bir benzeri: Şuarâ 26/49)

Rabbanîler, yani rabbin terbiyesine tam manasıyla teslim olanlar başkalarına “bize kulluk edin” demezler. Bilakis onlar insanlara “ilahi kelamı derinlemesine öğrenip onu başkalarına da öğreten (tuallimûne) Rabbaniler olun” derler.  (Âli İmran 3/79)

“(Ey Muhammed!) De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurât 49/16)

“Zımnen, Kitab’a değil de, kitabına uydurmayı mı düşünüyorsunuz? Bu âyet iki manaya da gelir: 1-Allah sizi hangi inanç sisteminin mutlu edeceğini bilir, 2-Allah sizin keyfinize göre uydurup da adını ‘din’ koyduğunuz şeylerin gerçeğini bilir.[78] Âyet her ne kadar Peygamberin çağdaşlarına hitap etse de hükmü; inandıklarını iddia adip, dinlerini kendilerine uyduran, kendi zanlarının ‘din’ olduğunu zanneden her devrin insanını kapsar.

 

-Tealleme fiili;

Bu ‘tefeaale’ kalıbındandır ve öğrenme anlamındadır. ‚Tealleme‘; anlamları tasavvurda nefsin, aklın ilgisinin uyandırılmış olması demektir. Tekrarlama olduğunda ise bazen ı’lem (bildirme) manasında kullanılır. (Hucurât 49/16)[79]

Bir âyette iki meleğin (Harut ve Marut’un) insanlara “sakın küfre sapmayın” demedikçe kimseye bir şey öğretmiyorlardı (ma yuallimâni)” deniliyor. Ancak onların bulunduğu yerdeki düzenbazlar (şeytanlar) onlardan fitne çıkaracak şeyler öğreniyorlardı (yeteallemûne) (Bekara 2/102)

 

-Muallim;

Öğreten, bildiren. Türkçe’de öğretmen manasında kullanılıyor.

Kur’an’da ilm kökünden türetilmiş olan ta‘lîm fiili Allah’a nisbet edilmekle birlikte “yâ muallim” tarzında bir hitabın Allah için kullanılamayacağı konusunda ittifak vardır.[80]

Zira muallim, öğrettiği ilmi ta’lim ile öğrenene denir. Allah öğrettiği ilmi ta’lim ile öğrenmez ki ‚muallim‘ olsun. Peygamberler muallimdir. Zira öğrettikleri ilmi melek aracılığı ile Allah’tan ta’lim ederek öğrenmişlerdir. Kur’an’da yer almadı.

Allah için ‚ârif‘ ismi de kullanılmaz. Zira ârif, marifete ermeden önce cahildir. Cehaletin ardından edinilen ma‘rifetin sahibine ârif denilir. Ma‘rife t ile ilim arasındaki fark da böyledir. Ma‘rifet bir şeyi diğerinden ayıran özü tanımaktır. İlim ise özü bilmeye hasredilmez. Yani ma‘rifet ilimdir, fakat her ilim ma‘rifet değildir.[81] 

Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “...Allah ben muallim (öğretmen) olarak gönderdi.”[82]

 

-Muallem;

Öğretilen, ta’lime tabi tutulan. Bir âyette geçiyor.

„Nerede onlarda öğüt almak?! Oysa kendilerine (gerçeği) açıklayan bir peygamber gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve “Bu bir öğretilmiş, bu bir deli!” dediler.“ (Duhân 44/14) Ya da „o başkalarınca doldurulmuş delinin teki“. „Başkalarını“ ima, iftiradaki tutarsızlığı örtme telaşının bir ürünü.“[83]

Mekkeli müşrükler uzun müddet Peygamberin davetinden yüz çevirdiler. Ona ‚muallem  (öğretilmiş), mecnun (deli), şair dediler. Sekif kabilesinden arap olmayan bir köle ona öğretiyor dediler. Artık bu karakterde olan kimseler gafletten uyanmazlar, olaylardan ibret almazlar, ahidlerin (verdikleri sözde) durmazlar.[84]

Müşriklerin bu tutarsız iddiaları bir başka âyette şöyle ifade ediliyor: „Hiç kuşkusuz onların, “Ona (bütün) bunları mutlaka bir insan öğretiyor!” dediklerini pekâlâ biliyoruz. Oysa, onların karalamak amacıyla îma ettikleri kimsenin dili bütünüyle yabancı bir dil olduğu halde, bu mesaj (hem kendisi) açık olan, (hem de gerçeğin özünü) apaçık gösteren Arapça bir söylemdir.” (Nahl 16/103)

Kur’an’ın vahiy yoluyla hz. Muhammed’e indiğini kabul etmeyenler bu ifadeyle, onun, vahiy aldığı yolundaki beyanının yalan olduğunu söylemek istiyorlar. Müşriklerden bazıları Kur’an’a Muhammed’in kendi “uydurmaları” gözüyle bakarken, bazıları da bunların ona bir yabancı tarafından öğretildiğini düşünüyorlardı. Bunun kimliği hakkında ileri sürülen tahminler spekülatif olup tarihsel değer taşımamaktadır. Müşriklerin bu kuruntularıyla, Kur’an’ın onun tarafından yazıldığını söylemeyi bile iltifat sayıp, onun kaynağını yabancı bir öğretmene, Arap olmayan efsanevî bir kişiliğe izafe ettiler.[85]

“Üstelik, inkâr edenler: “Bu onun uydurduğu bir yalandan başkası değildir. Üstelik bu konuda başka bir topluluk da ona yardım etmiştir” dediler. İşte ileri sürdükleri bu iddiayla, hem haksızlık etmiş, hem de gerçeği çarpıtmış oldular. (Furkan 25/4)

Mekkeli müşrikler Kur’an’ın hükümlerini kendi düzenleri açısından zararlı gördükleri için, onun etkisini çeşitli yollarla önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Peygamberin bu Kur’an’ı birilerinden aldığı, ya da birilerinin yardımıyla kendisinin icat ettiği iddiasıydı. Ancak Kur’an gibi beşer üstü bir kitabın rastgele ve meçhul kişilerden alındığı iddiası sapmalıktan başka bir şey değildir.[86]

Hüseyin K. Ece

12.07.2016

Zaandam-Hollanda

 

Bilge Adamlar Dergisi

42. Sayı Yaz 2016

 

[1] Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yay. İstanbul 1997, s: 85

[2] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513. İlmin ve türevlerinin anlamları için bakınız: İbn Fâris, A. Mekâyisu’l-Lüğah, s: 596. el-Cevherî, İ. B. H. es-Sıhah, 5/356-357. İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/263-265. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, S: 513-515

[3] el-Isfehânî, R. El-Müfredât, s: 513

[4] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[5] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264

[6] Esed, M. Kur’an Mesajı, İşaret Yay. İstanbul 1996, 2/515

[7] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264

[8] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264

[9] İslâmoğlu,M.  Hayat Kitabı Kur’an, 1/637

[10] el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 513. İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/265

[11] Bolay, S. H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/358

[12] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/265

[13] İslâmoğlu, M. Âyetlerin Işığında, Denge Yay. İstanbul 2004, s: 65. Hayat Kitabı Kur’an, 1/637

[14] Yıldırım, S. Kur’an Meali, Enbiyâ 107 Açıklayıcı not

[15] Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/109

[16] İbn Fâris, A. Mekâyisu’l-Lüğah, s: 596. İbni Manzur, M. B. M. Lisânu’l-Arab, 10/263

[17]Cürcânî, et-Ta'rifât, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1421-2000, s: 157

[18] el-Useymin, M. B. S. Şerhu’l-Usûl min Ilmi’l-Usûl, Dâru’l-Ğaddi’l-Cedîd, Kahira 1428-2006, s: 55

[19] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[20] el-Isfehani, R. el-Müfredat, s: 513. en-Neal, M. Fevzi. Mevsûatu’l-Elfâz’l-Kur’aniyye, el-Yemâme Dimeşk 1423-2003, s: 537-538

[21] Topaloğlu, B.-Çelebi, İ. Kelâm Terimleri Sözlüğü, İSAM Yay. İstanbul 2010, s: 149

[22] Keskin, H. İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, s: 20

[23] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[24] A. Bulaç, Bilgi Neyi Bilmektir, Bakış Yay. İstanbul 2003, s: 61

[25] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 149

[26] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[27] Mukâtil b. S., el-Vücûh ve’n-Nezâir, s: 112

[28] Nüzhetü’l-Uyun, s: 451-453den nakleden Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi,  22/108

[29] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2736

[30] Zamahşerî, el-Keşşaf, 1/579

[31] Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 114

[32] Zamahşerî, el-Keşşaf, 1/182. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 1/75. el-Cezeri, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, 1/71

[33] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/263. el-Hanefi, İbn ebi’l-Izz, Şerhu’l-Akidetü’t-Tahâviyye, el-Mektebetü’l-İslâmiyye Beyrut 1408-1988, s: 141

[34] Taftazânî, Şerhü'l-Akaid, s: 22-23

[35] es-Sâbûnî, N. Mâtûridiyye Akâidi, Diyânet İş. Baş. Yay. Ankara 1998, s: 75

[36] Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, s: 87

[37] Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyet, s: 148

[38] Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyet, s: 149

[39] Buhârî, Teheccüd/25 no. 1162, Deavat/48 no: 6382, Tevhid/10 no: 7390. Tirmizî, Vitr/18 no: 480. İbn Mâce, İkâme/188 no 1383

[40] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/766

[41] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 145

[42] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 147-148

[43] el-Besyûnî, H. A. el-Esmâu’l-Hüsnâ (ter.) Karınca Yay. İstanbul 2004, s: 143. Sabık, S. el-Akâidu’l-İslâmiyye, Dâru’l-Feth, Kahira 1420-2000, s: 60

[44] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/766

[45] Şimşek, M. S. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, İlim mad.

[46] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 148

[47] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 149

[48] Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyet, s: 149. Bilgiz, M. Kur’an’da Bilgi Kavramı, s: 188

[49] Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/890

[50] Heyet, Kur’an Yolu, 4/415

[51] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/43

[52] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 514

[53] Zamahşerî, el-Keşşâf, 1/577

[54] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[55] Tirmizî, Daavât/68 no: 3482. Müslim, Zikir 18/73 no: 6906. Ebû Davud, Vitr/32 no: 1548. Nesâî, İstâze/13 no: 5460, 65 no: 5540. İbni Mâce, Mukaddime/23 no: 250, Dua/2 no: 3838

[56] İbni Mace, Dua/2 no: 3833, Mukaddime/23 no: 252. Tirmizî, Daavât/128 no: 3599)

[57] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 84

[58] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/48

[59] İslâmoğlu, M. Kalemler Öğreten Adına, Düşün Yay. İstanbul 2007, s: 118

[60] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/48

[61] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 87-88

[62] İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/105

[63] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2374

[64] İbni Hişam, Siyer, 2/514. Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 54

[65] Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/110

[66] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[67] İslâmoğlu, M.  Hayat Kitabı Kur’an, 2/1068

[68] Ece, H. K. Hz. Âdem, Denge Yay. İstanbul 1998, s: 146-153

[69] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/790-791

[70] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[71] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1287

[72] İslâmoğlu, M.  Hayat Kitabı Kur’an, 2/1279

[73] İslâmoğlu, M.  Hayat Kitabı Kur’an, 2/1156

[74] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1095

[75] Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/11

[76] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 85

[77] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/520-521

[78] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1031

[79] el-Isfehânî, el-Müfredât, s: 514

[80] Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/461, 22/109

[81] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 81

[82] İbn-i Mâce, Mukaddime/17 no: 229

[83] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/984

[84] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 7/72

[85] Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/552

[86] Heyet, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2004, 4/128