Tefrika hep gündemde oldu. Son yıllarda daha fazla gündemde. Bu hem siyasiler tarafından kullanılıyor, hem belli cemaat mensupları tarafından, hem de müslümanların geneli hakkında.

Kimileri yazılarıyla, kimileri konuşmalarıyla dinleyicilerini, okurlarını vahdete davet ediyorlar, tefrikadan sakındırıyorlar. Ancak işin garibi bu pek çokları vahdete çağırırken kendi cemaatlerini adres gösteriyorlar. Siyasiler de birlik beraberlik derken sistemin değerleri, gündemi ve idealleri etrafında birliği kasdediyorlar. Dindeki vahdet çağrısını da bu anlamda kullanıyorlar. Dini kurumlar ellerinde olduğu için birlik beraberlik temennileri kitlelere bir de dini boya ile ulaştırıyor.

Görünen o ki bir çok meselede olduğu gibi vahdet-birlik konusunu anlamada da bir söz birliği yok. Herkesin kendisine göre bir din algısı olduğu gibi, herkesin kendine göre bir vahdet algısı var. Kimileri tefrika deyince, kendilerinden ayrılanları, tefrikaya düşmeyelim derken, “bizden ayrılmayın”ı kasdederler.

Kur’an tefrikadan bahsediyor. Ancak ne siyasilerin anladığı manada, ne de cemaat/mezhep mensuplarının anladığı manada.  

 

- Sözlükte tefrika ve türevleri

‘Tefrika’, ‘fe-ra-ka’ fiilinden gelmektedir. Bu fiilin masdarı olan ‘fark’, ayrılmayı anlatan bir kelimedir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s:568)

‘Fark’, iki şey arasını ayırmak, farklı olmak, ayrılmak, yolun çatallaşması gibi anlamlara gelir. Türkçe’de de aynı manada kullanılıyor.

“Feraktu beyne’l-şey’eyn”; ister gözle iste basiretle idrak edilebilecek iki şeyin arasını ayırdım, farkettim demektir.

Kur’an’da fiil olarak kullanılıyor. Şu ayetlerde geçtiği  gibi. Hz. Musa (as) duasında şöyle diyor: “…Benimle şu zalim topluluk (kavim) arasını ayır (tefrik et).” (Mâide 5/25)

“Bir gece ki her hikmetli emir onda ayırt edilir.” (Duhan 44/4)

“O Kur’an ki onda hükümleri ayırdettik...” Ya da “onu kısım kısım, fırka fırka indirdik.”  (İsrâ 17/106)

“Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.” (Bakara 2/50)

Bir kişi ile toplumun arasının ayrılması, kişinin o toplumdan uzaklaşması manasında. (Harun:) Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı, yolma! Ben, senin: "İsrailoğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!" demenden korktum.” (Tâhâ 20/94)

Kalplerinde ‘tefrika’ (ayırıp-parçalama) zihniyeti olanlar, Allah ile Peygamberin arasını ayırmaya çalışırlar. ‘Bazısına inanırız bazısına inanmayız’ derler. Bir anlamda ya Peygamberin elçiliğini, ya da onun tebliğ ettiği Allah inancını kabul etmezler. (Nisâ 4/150)

Mü’minler bütün peygamberlere inanırlar, onları birbirinden üstün tutmazlar ve aralarını ayırmazlar. Çünkü hepsi de Allah (cc) tarafından görevlendirilmiş elçilerdir. (Bekara 2/136, 285. Âli İmran 3/84)

Kur’an, ‘fark’ masdarını ve bunun türevlerini çeşitli âyetlerde kullanmaktadır.

Aynı kökten gelen ‘fırk’, bölük, ayrışan taraf, kısım, ‘fırka’ ise, insanlardan ayrılan bir topluluk demektir. Kur’an’da bir âyette geçiyor: Bunun üzerine Musa'ya: Asan ile denize vur! diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı), her bölük (fırk) koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ 26/63) (İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, 11/169)

Bunun müennes hali ‘fırkatü’ bir âyette geçiyor: Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 9/122)

 İslâm tarihinde mezheplere de ‘fırka’ denilmiştir.

Aynı kökten gelen ‘ferîk’, diğerlerinden ayrılan topluluk, grup demektir. Kur’an’da 25 âyette geçmektedir. (Ferik olarak; Bekara 2/75,100, 101. Nûr 24/47, 48. Şûrâ 42/7 (iki defa). Âli İmran 3/23. Nisa 4/77. Tevbe 9/117. Nahl 16/54. Mü’minûn 23/109. Rûm 30/33. Ahzab 33/13. Ferikan olarak; Bekara 2/85, 87 (iki defa), 146, 188. Âli İmran 3/30. Ahzab 33/26. Enfal 8/5. Sebe’ 35/20. Ferikani (ikili) olarak: Neml 27/45), Ferikîne olarak; En’am 6/8. Hûd 11/24. Meryem 19/73)

Fırku sözlükte; bir şey ayrıldığı zaman onun parçasına denir (Bakınız: Şuarâ 26/63). Ancak ‘fırku, fırkatü, el-ferik’ üçü de benzer anlama delalet ederler. İbni Fâris der ki: Bunlar iki şeyin arasını açmak demektir. Fırk; bir kısım, bir grup koyun anlamına da gelir. (en-Naal, M. Fevzi, Mevsuatu’l-Elfâzı’l-Kur’aniyye, el-Yemâme Beyrut 1423-2003. s: 582-582

Bir başka açıdan ‘fırkatü’; insanlardan bir kısımdır ki bir görüşü veya mezhebi din edinirler.  Ya da birbirine katılarak bir iş üzerine bir araya gelen fertler topluluktur.  Bunun çoğulu furuk gelir.

Günümüzde ‘fırka’ askeri bir terim olarak bir vilâyetin askeri topluluğuna deniyor.

‘Ferik’; fırkadan daha büyük insan topluluğuna denir. Bunun ikilisi (tesniyesi) ‘ferkan’, çoğul ‘furkau gelir. Günümüzde bazı Arap ülkelerinde yüksek bir askeri rütbe hakkında kullanılıyor.  (en-Naal, M. Fevzi, Mevsuatu’l-Elfâzı’l-Kur’aniyye, s: 582-582)

Kur’an’da şöyle kullanılıyor:

“Andolsun ki İsrailoğullarının sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilahi hükümleri) getirdi ise bir kısmını (ferik) yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” (Mâide 5/70)

“Ehl-i kitaptan bir gurup (ferik), okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar. (Âli İmran 3/78)

 “Sonra zararı sizden kaldırdığı zaman, sizden bir ‘ferik’ (bir grup) (hemen) Rablerine şirk koşarlar.” (Nahl 16/35)

“…(O gün onların) bir ‘ferik’i (bir bölümü) cennette, bir ‘ferik’i’ (bir bölümü) ise çılgınca yanan ateşin içerisindedir.” (Şûrâ 42/7)

Aynı kökten gelen ‘firak’ ayrılma demektir. Bu hem beden olarak, hem de pozisyon olarak ayrılmayı ifade eder.

“(Musa’nın arkadaşı O’na) dedi ki: İşte bu benimle senin arandaki ‘firak’tır (ayrılmadır)...” (Kehf 18/78)

Ölümü yaklaşan kimse ölümün, artık kesin bir ayrılık (firak) olduğunu anlar. (Kıyâme 75/28)

Yine ‘fark’ kökünden gelen bir başka kelime de ‘furkan’dır. Hakk ile batılın arasını belirtmede tıpkı ‘fark’ kelimesi manasında kullanılır. Çok daha açıktır. Zira batıl ile hakkın ayrılmasına sebep olan olayları veya her ikisinin açıkça belli olduğu zamanları anlattığı gibi, her ikisini ayıran şeyler hakkında da kullanılır. Söz gelimi, Bedir savaşı ‘Furkan-hakk ile batılın ayrıldığı’ bir gündür. (Enfal 8/41)

Eğer mü’minler Allah’tan hakkıyla ittika ederlerse (sakınırlarsa), Allah (cc) onlara bir furkan verir. Bu furkan sayesinde hak ile batılın doğru ile yanlışın arasını ayırabilirler. (Enfal 8/29)

Hz. Musa’ya da Kitap’la beraber bir de ‘furkan’ verildi. (Bekara 2/53. Enbiyâ 21/48)

Allah’ın gönderdiği bütün kitaplar insanlar için, hak ile batılı ayıran, doğru ile yanlışı gösteren birer ‘furkan’ idiler. (Âli İmran 3/4) Kur’an-ı Kerim ise gönderilmiş olan en son ‘furkan’dır. Kur’an’ın yolu hidayet yoludur, O’nun içerisinde apaçık belgeler vardır ve O, hakk ile batılı, doğru ile yalanın, salih olan ile fasid (geçersiz) olanın, faydalı ile zararın arasını ayıran bir ‘furkan’dır. (Bekara 2/185)

“Kulu Hz. Muhammed’e ‘furkan’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’ın adı ve şanı ne yücedir.” (Furkan 25/1)

Kur’an’ın bir adı ‘Furkan’ olduğu gibi, 25. Surenin adı da Furkan’dır.

Aynı kökten gelen ‘faruk’ da benzer anlamdadır ve hakkla batılın, doğru ile yanlışın arasını ayırabilen, ikisinin arasındaki farkı görüp hakkı tercih  eden demektir.   

Yine aynı kökten gelen ‘müteferrik’ iki âyette çeşitli, ayrı ayrı, farklı farklı anlamında geçiyor. “Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?” (Yûsuf 12/39)

“Sonra şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah'tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar.” (Yûsuf 12/67)

 

- Kur'an'da tefrika

‘Tefrika’ Kur’ân türevleriyle birlikte 77 âyette geçmektedir.

Tefrika, tef’ıl kalıbından ‘fer-ra-ka’ fiilinin masdarıdır.

Fer-ra-ke geçişli (müteaddi) bir fiil olarak yapmayı, üzerinde etkili olmayı ifade eder.

‘Fe-ra-ka’ ayrılma, parçalanma ise, ‘fer-ra-ka’ ayırmak, parçalamak, farklı farklı yapmak, bölmek, bölüm bölüm haline getirmek demektir.

‘Fer-ra-ka’- tefrik yapma fiili Kur’an’da on âyette hem olumlu hem de olumsuz manasıyla kullanılıyor.

Hz. Harun’un mazeretini anlatılırken. “(Harun:) Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı, yolma! Ben, senin: "İsrailoğullarının arasına ayrılık (ferrakte) düşürdün; sözümü tutmadın!" demenden korktum.”  (Tâhâ 20/94)

İman edenler peygamber arasında bir ayrım yapmazlar. Hepsine Kur’an’ın gösterdiği gibi iman ederler.

 “De ki: Biz, Allah a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz (lâ nuferriku). Biz ancak O'na teslim oluruz.” (Âli İmran 3/84)

"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbata indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin (lâ nuferriku) inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin.” (Bekara 2/136)

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız (lâ nuferriku). İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.” (Bekara 2/285)

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip (yuferrikû) "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu;

İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.  (Nisâ 4/150-151)

“Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (lem yuferrikû) (gelince) işte Allah onlara bir gün mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ 4/152)

Bir âyette karı kocanın arasını açma anlamında geçiyor.

“...Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak (yüferrikûne) şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler...” (Bekara 2/102)

Aşağıdaki ayetlerde ise ‘ferraka’ fiilinin özellikle kendilerine gönderilen dini parçalayıp, grup grup, kısım kısm olan insanların yanlışlarını, dinde ayrılığa düşmelerini anlatıyor.  Bu da tümüyle olumsuz bir ayrılık, zararlı bir bölme ve parçalama, yapanları sapıklığa sürükleyen bir gruplaşmayı anlatmaktadır.

Dinlerini parça parça edip (ferrakû) guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am 6/159)

Allah (cc) iman edenleri, dinleri parçalayıp fırka fırka olanlar gibi olmamamları konusunda uyarıyor.

“Dinlerini parçalayan (ferrakû) ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm 30/32)

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âli İmran 3/105)

Türkçede de kullandığımız ‘tefrik etme’, ayırmayı, ayırıp çoğaltmayı, parça parça etmeyi anlatır. Bizim de üzerinde durduğumuz madde budur. ‘Tefrika’ bu masdarın ismidir ve aynı şeyi ifade eder.

Görüldüğü gibi tefrika veya tefrik bu âyetlerde olumsuz mana taşımaktadır ve eşyayı birbirinden ayırmak, insanlar arasına düşmanlık sokmak, parçalara, bölüklere ayırmak, parçalamak, demektir. Bunun yanında fırkalara, partilere, gruplara, parçalara ayrılmayı ve böylece ayrılmaması gereken bir bütünü parçalamayı ifade eder.

  Böyle bir anlayışa, davranışa, teşenbbüse veya faaliyete Tevhid dini olan İslâmın izin vermeyeceği açıktır.

‘Tefrika’ isim olarak sadece bir âyette ‘tefrikan’ şeklinde geliyor:

Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Tevbe 9/107)

Tefrika altı âyette tefe’ul kalıbında ‘te-fer-ra-ka’ (masdarı tefarruk) şeklinde yer alıyor.

‘Te-fer-ra-ka’ tefrikaya yakın manası olsa da daha çok dağılıp yayılmayı, ayrılmayı ifade eder. Bütünden çıkıp bir çok yollara ayrılmak. Yani o farklı yollara sapanların her biri bir görüşün peşine gider, bir görüşe meyleder veya  sünneti terkeder. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/169)

‘Te-fer-ra-ka’ (masdarı teferruk) fiili Kur’an’da olumlu manada ve birbirinden ayrılıp fırka fırka, grup grup  olmayı anlatmak üzere olumsuz anlamda kullanılıyor.

Mesela eşlerin boşanmaları, birbirlerinden ayrılmaları bu fiille anlatılıyor.

“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa (yeteferrakâ) Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah'ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.”  (Nisâ 4/130)

Bir kıyamet sahnesi anlatılırken;

“Kıyamet kopacağı gün, işte o gün (müminlerle inkarcılar) birbirlerinden ayrılacaklardır (yeteferrakûn).” (Rûm 30/14)

Eğer insanlar Allah’ın gönderdiği Vahyi bırakır başka dinlere uyarlarsa bu tavır onları doğru yoldan ayırır.

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır (teferraka). İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am 6/153)

Kendilerine ilim geldikten sonra dinde ayrılığa, analşmazlığa düşenlerin durumunu Kur’an bir de bu fiille anlatıyor.

“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler (yeteferrakûne). Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlarda onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.” (Şûrâ 42/14)

“Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil (Peygamber) kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler (teferraka).

Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” (Beyyine 98/4)

Kur’an, mü’minleri kendilerine din geldikten sonra, önceki ümmetlerin yaptıkları yapmamaları, din tefrikaya düşmemeleri konusunda uyarıyor. Burada da ‘teferraka fiilinin kullanıldığını görüyoruz.

Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin (lâ teferrakû)" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şûrâ 42/13)

Bu tefrikanın olmaması için iman edenleri toptan Allah’ın ipine sarılmaları, dağılıp parçalanmamalrı gerekir.

Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın (lâ teferrakû). Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âli İmran 3/103)

 

Teferruk ile aynı kökten gelen ‘iftirak’ da benzer manadadır. Tefrruk daha çok bedensel ayrılmalar hakkında, iftirai ise sözde farklılaşmayı anlatır. Mesela denir ki “iki kelâmın veya iki kişinin arasını ayırdım”. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/168)

 

-Tefrikanın boyutları

     Kur’an, geçmiş ümmetlerin dinde ayrılığa düştüklerini, dinlerini parçalayıp çok farklı gruplara ayrıldıklarını söyledikten sonra iman edenleri uyarıyorsa ortada ciddi bir problem var demektir. Bu uyarı gelecekte de müslümanlar arasında bu sorunun yaşanacağını gösteriyor.

“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’…(dedi)…” (Şûra 42/13)

Ancak bazı kimseler bunun tam tersini yaptılar.

“Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” (Câsiye 45/17) 

Esasen insanlar Tevhid dinine inanan bir ümmet idiler. Ancak zamanın akışı içerisinde Tevhid dinini bozdular, parçaladılar, yani dinde ayrılığa düştüler, kendi uydurdukları dinlerin peşine gittiler.

 “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa (ihtilafa) düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa (ihtilafa) düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bekara 2/213)

Özellikle Kitap ehli kendilerine ilim geldikten sonra nefsânî arzularına uyarak hak yoldan saptılar. Dini işlerine geldgiği gibi anladılar. Din konusunda ki ihtilaflar giderek tefrikaya, mezhepleşmeye, fırka fırka olmaya dönüştü.

“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lakin Allah dilediğini yapar.” (Bekara 2/253)

Kitap ehli kendilerine ‘ilim’ yani hakikatin bilgisi gelmesine rağmen aralarındaki kıskançlık sebebiyle o konuda ihtilaf ettiler.

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa (ihtilafa) düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”  (Âl-i İmrân 3/19)

Yani, bütün bu topluluklar, ilk başta Tevhid akidesini kabul etmişler ve kişinin kendini Allah’a teslim etmesini (orijinal manasıyla İslâm’ı) sahih dinin özü olarak görmüşlerdi. Onların ondan sonraki ihtilafları, mezhep/fırka saplantısının ve birbirlerini dışlamanın sonucudur. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/92)

 

 

 

Ancak onların dinlerinin parçalayıp grup grup olmalarının bir anlamı ve faydası yoktur. İstedikleri kadar, dinlerinin (görüşlerinin) hak, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia etsinler. Onların hakkına Allah (cc) hüküm verecektir.  

 “Dinlerini parça parça edip (ferrakû) guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am 6/159)

İnsanların hatasına bakın ki, kendilerine gelen hakikatin bilgisini, yani Allah’ın dinini işlerine geldiği anlıyorlar, bir anlamda kendi kafa yapılarına uyacak şekşilde yorumluyorlar, kendileri dine uyacaklarına, dini kendi pozisyonlarına uyduruyorlar; bundan dolayı da fgrurp grup oluyorlar. Sonra da her bir grup elindeki din ile, ulaştığı dini yorum ile övünüp durmaktadır.

“Dinlerini parçalayan (ferrakû) ve bölük bölük (şiyean) olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm 30/32)

Halbuki Kur’an insanları hz. Peygamber’in şahsında ‘fıtrat’a çağırıyor. (Diğer peygamberlerin de ayrı çağrıyı yaptığını düşünebiliriz. Zira bütün peygamberler ümmetlerini İslâma davet ettiler. İslâm da fıtrat dinidir.)

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerinde yaratmıştır. Allah’ın yaratışı  için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

“Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın.

(O müşrikler ki) kendi dinlerini parçaladılar ve kendileri de grup grup (bölük bölük) oldular; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinmektedir (en doğru yolda olduğunu sanmaktadır).” (Rûm 30/30-32)

İnsanlar yüzlerini fıtrat dinine çevirmekten sorumlu iken bazıları  bunu bozmakta, tefrika çıkarmakta, farklı fırkalara ayrılmakta ve sonra yine tefrika olmakta, yeni gruplaşmalar meydana gelmekte, alt tabakalarda bu parçalanma devam edip gitmekte.

İşin ilginç yanı, Tevhid dininden uzağa düşen ve farklı din gruplarına ayrılan bu kimseler kendilerinin doğru yolda olduğunu hayal ederek sevinç duymasıdır.

Esasen dinde tefrika çıkarmanın, dini parçalamanın sebebi insandaki ‘bağy-azma’ duygusudur. Doymayan bir nefsin sahibi azgın kimseler, başkalarının haklarına tecavüz ederler ve kendi görüşlerini din haline getirmeye çalışırlar. Böyleleri elbette Hak dine kulak vermezler.    

Tefrikanın şirk’e yol açtığı açıktır. Çünkü ‘fıtrat’ dinini bozmanın sonucu birden fazla ilâha kulluk yapmaktır. Şirk düşüncesine sahip olanlar, Tevhid dininin bütünlüğüne zarar verirler, onu kendi kafa yapılarına uydururlar, sonra da her uydurdukları şeye din diye uyarlar.

‘Tefrika’ yani dini bozma, onda ayrılığa düşme, fırka fırka olup dağılma hastalığı yalnızca müşriklere ve kitap ehline ait bir yanlış değildir. Aynı hataya müslümanların da düşmesi mümkündür. Eğer onlar da Din’i dimdik ayakta tutmazlarsa; Din’i, Allah’ın gönderdiği ve Peygamberin öğrettiği gibi yaşamazlarsa, hatta Din’i kendi akıl ve pozisyonlarına uydurmaya kalkarlarsa aynı sonuç meydana gelir.

Sözlükte ayırma, ayırt etme, parçalama; dağılma, parçalanmışlık anlamlarındaki tefrika terim olarak hem İslam öncesi, hem de İslamın ilk döenmlerinden sonra belirli bir dinî, fikrî veya siyasî birliğe sahip insan topluluklarının bölünüp parçalanmasını, fırkalara ayrılmasını ifade etmektedir. (Başoğlu, T. TDV İslam Ansiklopedisi, 40/280)   

“Nasslarda, yani İslâmın temel kaynaklarında dinin aslî yapısını ve ümmetin bütünlüğünü bozacak her türlü parçalanma yasaklanmakla birlikte en tehlikeli olanı, geçmiş ümmetlerde görüldüğü gibi fikrî ve siyasî bölünmelerin dinde kalıcı fırkalaşmalara, bunun da dinî metinlerin ve hükümlerin tahrifine yol açmasıdır. Dinde tefrika ve ihtilâfın sebebi, vahiyle gelen bilgilere muhalefet edip nefsânî arzulara uyma ve taşkınlık yapma (bağy) şeklinde ifade edilir.” (Bakınız: Bekara 2/90, 213. Âl-i İmrân 3/19. Şûrâ 42/14). (Başoğlu, T. TDV İslam Ansiklopedisi, 40/280) 

                                                                                                                                                                                                                                                                                           

-Tefrika, ihtilaf ve niza

Kur’an müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkları, farklı tutumları, çekişmeleri ‘ihtilaf ve niza’ kelimelieri ile de anlatıyor.

Tefrika, “görüş ayrılığına düşme” anlamına gelen ihtilâfla yakından ilişkilidir. İhtilâf bazı durumlarda tefrika ile eş anlamlı olmakla birlikte fikir ayrılıklarını da belirtir.  

İhtilaf kelimesinin aslı ‘ha-le-fe’ fiilidir. Arkadan gelmek, halef olmak, sonradan gelmek demektir. Half; ön tarafın zıddı, arka, arka taraf manasına gelir.  (Bekara 2/255. Ra’d 13/11. Yûnus 10/92) Bu da öne geçmenin, zaman ve mekan açısından önde olmanın tersidir. Arkadan gelmeyi ifade eder.  Nitekim bir öncekini yerine geçen anlamındaki ‘halife’ aynı kökten gelir. (Fâtır 39. En’am 6/165. Sad 26. Bekara 2/29. Yûnus 10/73)

Aynı kökten gelen hılaf; bir şeyin zıddı, muhtelif ise bir şeyin farklı, ayrı oluşu demektir. Ancak her muhtelif birbirine zıd demek değildir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 222-223)

Mesela şu âyette bir şeyin çeşitliliği anlatılıyor: “Yeryüzünde sizin için rengarenk (muhtelif) yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.” (Nahl 16/13. Ayrıca bakınız: Fâtır 35/27, 28)

‘Muhtelif’ şu âyette ise olumsuz anlamda geçiyor: “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye (muhtelif olmaya) devam edecekler.” (Hûd 11/118)

Bu âyette ise muhtelifin hem bir haber verme, hem de Son Saatten şüphe edenlerin çelişkisini anlatmak üzere kullanıldığını görüyoruz.   “Birbirlerine neyi soruyorlar? O büyük haberden mi? Ki onlar onda ayrılığa düşmektedirler (muhtelif oluyorlar).”  (Nebe’ 78/1-2) 

Muhtelif’in bir kaç âyette olumlu manada ve daha çok aynı cinsin çeşitliliğini anlatmak üzere kullanıldığını görüyoruz:

“Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez (muhtelif) biçimde zeytin ve narları yaratan O'dur. Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekat ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (En’am 6/141)

“Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli (muhtelif) bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl 16/69)

“Görmedin mi? Allah gökten bir su indirdi, onu yerdeki kaynaklara yerleştirdi, sonra onunla türlü türlü renklerde (muhtelif) ekinler yetiştiriyor. Sonra onlar kurur da sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da onu kuru bir kırıntı yapar. Şüphesiz bunlarda akıl sahipleri için bir öğüt vardır.” (Zümer 39/21)

Bu fiilin ‘faalae’ kalıbı olan ‘hâlefe’, muhalefet etmek, karşı gelmek manasındadır. Kur’an’da bir kaç âyette muhalefet manasında kullanılıyor.

“(Ey müminler!) Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar (muhalif olanlar), başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nûr 24/63)

“Dedi ki: Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak (muhalefet etmek) istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim.” (Hûd 11/88)

‘Ha-le-fe’nin infial kalbından gelen ‘ihtilaf’;  Bir tarafın kendi durumda veya yaptığı işlerde diğerinden farklı bir yol tutması demektir. İnsanlar arasındaki sözlü ihtilaf bazen çekişmeya ve münakaşaya dönüştüğünden dolayı aynı kökten gelen hılaf veya ihtilaf kelimesi, çekişmek, mücadele etmek, tartışmak, münakaşa etmek manalarında kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 222-223)

Kur’an bunu  fiil halinde otuzüç âyette, bunun masdarı olan ihtilafı ise; yedi âyette kullanıyor.

Bunların çoğunda ihtilaf olumsuz anlamıyla, hakka karşı muhalefet etmek, hak davetçilere muhalif olmak manasında. Şöyleki:

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa (ihtilafa) düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa (ihtilafa) düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bekara 2/213)

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa (ihtilafa) düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”  (Âl-i İmrân 3/19)

“(İsa şunu da söyledi:) Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur.

Sonra guruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler (ihtilaf ettiler). Büyük güne şahit olunduğu zamanda vay o kafirlerin haline!” (Meryem 19/36-37)

 “İsa, açık delillerle geldiği zaman demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.

Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline.” (Zuhruf 43/65)

“İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa (ihtilafa) düştüler. Eğer (azabın ertelenmesi ile ilgili) Rabbinden bir söz (ezeli bir takdir) geçmemiş olsaydı, ayrılığa (ihtilafa) düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (Derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).” (Yûnus 10/19)

“Andolsun biz İsrailoğullarını güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa (ihtilafa) düşmediler. Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir.” (Yûnus 10/93)

“Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın. Allah, bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır. (Nahl 16/90)

“Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!

O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa (ihtilafa) düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” (Bekara 2/175-176) Allah’ın kitabının hılafına bir şey öne sürdüler.,

“Ayrılığa (ihtilafa) düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönelirim. (Şûrâ 42/10)

“Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa (ihtilafa) düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Ali İmran 3/55 ve dieğerleri)

Şu âyette ‘ihtilaf’; muhtelif olmak, farklılık, çeşitli manasında olumlu olarak kullanılıyor:

“O'nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik (ihtilaflı) olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.”  (Rûm 30/22)

Bu âyetlerde ‘ihtilaf’, birbiri ardınca gelme manasındadır.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde (ihtilaf etmesinde), insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.“ (Bekara 2/164)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Ali İmran 3/190)

“Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır!” (Yûnus 10/6)

“Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız!” (Mü’minun 23/80)     

“Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgarları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.” (Casiye 45/5)

Görüldüğü gibi bu âyetlerde ihtilaf kelimesinin bildiğimiz olumsuz muhalefet etmekle ilgisi yoktur. Gece ile gündüzün peşpeşe gelmesini anlatmaktadır. Ki kök anlamıyla bağlantılıdır.

‘İhtilaf’ bir âyette çelişki, tutarsızlık, bir tarafı diğerine muhalif olan manasında kullanılıyor:

“Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık (ihtilaf) bulurlardı.” (Nisa 4/82)

‘İhtilâf’ bir konuda farklı görüş ileri sürmektir; yahut bir konuda birbirinden farklı birkaç görüş ve hükmün bulunması hâlidir.  Bir başka deyişle ‘ihtilaf, ayrılık, uymayış, uymama, anlaşmazlıklar, ayrılıklar demektir.

Terim olarak, herhangi bir konunun varlığı kabul edildikten sonra, muhteva ve mahiyeti üze­rinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmaktır. Bu fıtri olan bir ihtilaf çeşididir ki, İslâm toplumunu parçalayıcı bir nitelik kazanma­dığı sürece, hiçbir sakıncası yoktur. Asıl tehlike tefrika manasına gelen dinde ihtilaf çıkarmaktır.

 

Bu hâl caiz olan bir konuda meydana gelmiş ise ve farklı görüş sahipleri, ümmetin birliğini bozacak şekilde taassuba düşmemiş bulunurlarsa yalnızca ihtilâftan bahsedilir, fakat tefrikadan bahsedilemez, yani bu görüş ve fikir ayrılığına tefrika denemez.

“Aslında düşüncenin hareketliliği demek olak olan ihtilaf insan için kaçınılmazdır ve doğruya isabet edebildiği, yaklaştığı ölçüde makbul ve muteberdir. Bundan dolayı tevhid dini olduğu halde İslâmda niçin bu kadar fırkalaşmalar olmuş, neden mezhepler oluşmuştur. Sorusuna ya da da itirazına mahal yoktur. Unutmamak gerekir ki İslâm kültürünün hareketlilik, canlılık ve zenginlik kazanması da bu ihtilaflar yoluyla olmuştur. Tekrar edelim ki ihtilafı reddetmek insan fıtratını kabul etmeme ve düşünceyi donuklaştırmak demektir. Şüphesiz bu, ihtilafı teşvik etmek değil, aksine bir hakikati ifade etmektir. Ancak unutulmamalıdır ki ihtilafın olduğu yerde doğru da yanlış da olacaktır. Mühim olan, işte bu doğruyu arama ve bulma çabasında olmaktır. Kanaatimizce Peygamber (sav) ümmetin iftirakıyla ilgili hadislerinde, ifade etmeye çalıştığımız bu hakikati ifade buyurarak, kurtuluşta olmakla sembolleştirdiği, hakikati, doğruyu bulma noktasında ümmetini dikkatli olmaya teşvik etmiş ve uyarmıştır.”  (Özler, Mevlüt, İslam Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 59-60)

İhtilafın böyle masum bir tarafı elbette var. Ancak Kur’an, insanlar arasında olabilecek görüş ayrılıklarını, herkesin kendi kapasitesine göre diğerinden farklı bir görüşü beyan etmesini  değil, kendilerine hak belli olduktan, ya da ‘ilim’ geçtikten sonra ona muhalefet olsun diye ihtilaf edenleri kınıyor. Bu konuda ayrılığa düşenleri, Hak dine muhalefet etmek pahasına, onu kendine göre çok farklı düşünenleri, dinde parçalanmaya yol açan vahyin özüne aykırı görüşlere saplananları kınıyor. Zaten Kur’an dinde tefrika, dini parçalamak dediği şey de bu olsa gerek.

İslamda görüş ayrılığı, yani ihtilaf Kitâb ve Sünnet'in açıkça hükmünü ortaya koyduğu, ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir sâhada veya konuda ortaya çıkarsa, yahut ictihada açık sâhada ortaya çıktığı hâlde farklı görüşlere meşrûiyet tanımayan bir taassuba düşülmüş olursa dînin caiz görmediği tefrika meydana gelmiş olur.

İnsanlar arasında fikri ihtilaf bazı sınırlar içinde doğal karşılanırsa da sosyal ayrılıklar toplumsal hayatın yapısını sarsacağı, Müslüman topluluğu parçalara ayırıp onların şevket ve kudretini zaafa uğratacağı için haramdır. (Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmi-Giriş, İstanbul: Damla Yayınevi, 1981, s. 100)

Bu sebeple Allah Teâla: "Siz kendilerine apa­çık âyetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın" (3/105) buyurarak, hakkında kesin delil bulunan konuların mevcudiyeti konusunda dinde ihtilaf edilemeyeceği belirtilmiştir.

Nizâ; ‘mufâale’ kalıbından ‘nâzea’; karşılıklı çekmek, çekişmek, hasımlık yapmak, mücadele etmek, tartışmak, bir anlamda anlaşmaya düşmek demektir ve tümüyle olumsuzdur. (el-Isfehânî, R. el-Mufredât, s: 743)

“Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vadini yerine getirmiştir. Nihayet, öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamberin verdiği) emir konusunda tartışmaya kalkıştınız (tenaza’tüm-niza ettiniz) ve âsi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, Âhireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlup etmekten) alıkoydu. Ve andolsun sizi bağışladı. Zaten Allah, müminlere karşı çok lütufkardır.” (Âl-i İmrân 3/152)

“Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin (la tenâzeû-nizâlaşmayın) ; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)

Böyle bir çekişmeyi, nizaya düşmeyi önlemenin yolunu Kur’an işaret ediyor:

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz (nizâ ederseniz) Allah'a ve Âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa 4/59)

 

  • Tefrika ve ihtilaflar karşısında

Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevasına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar.

Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Yukarıda geçtiği gibi müşriklerin ve Kitap ehlinin yaptığı yanlışlık da buydu.

Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır, Hz. Muhammed (sav) de bize tebliğ etmiştir, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Alimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları,  yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmeli. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir.

Bir gruba, bir mezhepe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini batıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır.

Mezhebli olmak ihtiyaç, mezhebçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir grupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir gruba mensup olmak iyi, ama grupçu olmak yanlıştır.  

Müslümanlar arasındaki ‘vahdet’in en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.

Tevhid Dinine sımsıkı sarılmak insanları tefrika illetinden kurtarır. Yoksa ‘bağy’ edenlerin peşine gidilirse, onların düzenlerine uyulursa vahdet’in (birliğin) olması mümkün değildir.

Ama ne yazık ki Kur’an’ın bütün bu uyarılarına, Peygamberimizin bütün tenbihlerine rağmen Muhammed ümmeti ilk müslümanlardan itibaren fırkalaşmaya, mezhepleşmeye, grup grup (hizip hizip) olmaya başladı. Ama ne yazık ki bütün bunlar tarih içerisinde masum ihtilaf boyutundan çıkıp tefrika, dinde bölünme noktasına ulaştı. Bu tefrika tarih boyunca devam etti ve bugün de devam ediyor.

Kur’an Peygamber’in şahşında çarpıcı bir gerçeği haber veriyor:

Dinlerini parça parça edip (ferrakû) guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am 6/159)

Dini parçalayıp grup grup olanlar öylesine bir hata yaparlar ki, artık o konuda son söz Allah’a kalmıştır. Bu ciddi hatanın karşılığını ancak o verir: Ancak bu geçmiş ümmetlerle sınırlı bir şey değil demek ki.

Bu atıf öncelikle başlangıçta kabul ettikleri dinden ve o dindeki değerler sisteminde uzaklaşıp farklı yollara sapmış Kitap ehline yöneliktir. (Bakınız: Âli İmran 3/105) Ancak bu ayet “Bu dosdoğru Bana yönelen yoldur. Öyleyse onu izleyin ve diğer yollara gitmeyin kiz sizi O’nun yolundan saptırmasınlar” (Âli İmran 3/153) ayeti ile mantıki bir ilişki içindedir. Başka bir deyişle bu âyet, insanların yalnız kendilerininin Kur’an öğretisinin ‘tek gerçek temsilcileri’ şeklindeki temelsiz iddialarından doğan bütün gruplaşmalarını kınanmasını ifade eder.” (Esed, M. Kur’an Mesajı; 1/265)

Kur’an kendilerine peygamberlik ve ilim verilenlerin hatalarına şöyle işaret ediyor:

 “Andolsun ki biz, İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık.

Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa (ihtilafa)  düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” (Câsiye 45/16-17)

İsrâiloğulları’nın dinleri konusunda ayrılığa düşmelerini eleştiren ifadelerin ardından hz. Peygamber’e şöyle emrediliyor:

Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık; sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma” (Câsiye 45/18)

Bir topluma Vahiy gelmeden önce din konusundaki ihtilaf yalnız haksız isteklere, hak tecavüzlerine değil, hakkın ne olduğu konusundaki cahilliğe dayanıyordu. Peygamber ve vahiy geldikten sonra dindeki ihtilaf/tefrika artık bilgisizlikten değil, nefsani arzulara, heva ve hevese uymaktan, dini işlerine geldiği gibi anlamaktan kaynaklanıyordu. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/696)

Buna göre dinde tefrikaya düşmemek için Allah tarafından hz. Muhammed’e ve onun ümmetine gönderilen din ve şeriat yoluna uymak, hevalarını din edinenlerin peşine takılmamak gerekir.

Kur’an, kendilerine kitap verilenler ile müşriklerin dinlerini nasıl parçaladıklarını, din konusunda nasıl fırkalara (gruplara-hiziplere) ayrıldıklarını anlatarak müslümanları aynı hataya düşmeme konusunda uyarıyor. Şüphesiz ki dinde tefrika (fırka fırka olma) hem dini yanlış anlayıp sapmaya, hem müslüman toplulukların zayıflamasına, hem de aralarında lüzumsuz mücadelelerin başlamasına sebep olur.

“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (Mâide 5/48)

Allah (cc) iman edenlere çok açık ifadelerle dini ayakta tutmalarını, yani ona sımsıkı sarılmalarını, onun bütün prensipleri ile hayat haline getirmelerini, onun hükümlerini ve ölçülewrini hayatın bütün alanlarında uygulamalarını emrediyor:

“O: ‘Din’i dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa (tefrikaya) düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için bir şeriat kıldı…” (Şûra 42/13)

Ey İslam ümmeti siz din konusunda hata yapana eski ümmetler gibi olmayın:

“Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm 30/32)

Onlar dinlerini parçaladılar, yani fırka fırka, grup grup, mezhep mezhep oldular. İşin garibi içine düştükleri hatayı farketmeyi bıtrakın, her grup kendi anladığı övünüp durdu. Biz daha doğruruz, biz hak yoldayız, en iyi biziz, dini biz temsil ediyoruz diye. Ayet zımnen onların bu övünmelerinin hiç bir işe yaramadığını haber vewriyor. Zira dinlerini kendilerine uyduranların hak yolda olduklarına dair ellerinde hiç bir belge bulumnmamaktadır.

Kur’an İslam ümmetini uyarmaya devam ediyor:

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âli İmran 3/105)

Kendilerine hakikatin bilgisi (vahiy) gelmesine rağmen dinde tefrikaya düşenlerin hatası o kadar büyüktü ki Kur’an vurgulu bir şekilde “sakın ha onlar gibi olmayın” diyor.

Ancak bu uyarılara rağmen müslümanların kitap ehlini bazı konularda izleyeceklerini, yani onların düşütüğü hatalara düşeceklerini haber veriyor:

Ebu Saîd el-Hudrî’nin rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz.”  Sorduk: Ya Rasûlellah! (Bunlar) yahûdiler ve hıristiyanlar mı olacak? Şöyle buyurdu:  “Ya başka kimler olacaktı?” (Buhârî, Enbiyâ/50 no: 3457, I’tisam/14 no: 7320. Müslim, İlim/6 no: 6781. İbni Mace, Fiten/17 no: 3994. Ahmeb b. Hanbel 2/325, 327)

Dinde tefrika olmamasının yolunu  Kur’an şöyle gösteriyor:

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin...” (Âl-i İmrân 3/103)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasulüne döndürün. Şayet Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız…” (Nisâ 4/59)

Allah (cc) kendi yolunu insanlara bildirdikten sonra “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır (teferraka). İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am 6/153) buyuruluyor.

Tefrikanın karşıtı vahdet/cemâattir. Vahdet, hak din, hudûdullah, Allah’ın hükmü, şeriat gibi kelimelerle ifade edilen dinin esasalrına, bir anlamda Allah’ın ipine sarılmakla, dini Kur’an’ın ve hz. Peygambewrin öğrettiği anlayıp yaşamakla, müslümanların dinde kardeş olduğunu, İslam ümmetinin bir ümmet olduğunu bilmekle sağlanır.

“Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.” (Enbiyâ 21/92;)

Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının" (denildi).” (Mü’minûn 23/52)

Kur’an müminlerin kardeş olduğu söyledikten sonra (Hucurât 49/10) tevhid inancı ve din ilkeleri hususunda ayrılığa düşülmemesini, vahdetin ve aralarındaki barışın korunması istiyor  ve şu uyarıyı yapıyor.

Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (el-Enfâl 8/46).

Kur’an’ın indiriliş amacı işte öncekilerin ihtilaf ettikleri, farklı anlayışları sebebiyle tefrikaya düşüp parçalandıkları hususlarda hak bilgi verme, insanları doğru yola davet etmektir.

“Biz bu Kitab'ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.”  (Nahl 16/64)

Bu Kitaba inandığını söyleyen kimseler de tıpkı önceki kitaplara muhatap olanlar gibi yapmamalılar. Onların hatasını tekrar etmemeliler. Kitaba uyma ve onun anlama konusunda onların tavrını takınmamalılar.

Yoksa onlar gibi tefrikaya düşerler, parça parşa (hizip hizip) olurlar. Birbirlerine düşerler. Hem kuvvetleri gider, hem düşmanları karşısında rezil olurlar, hem de hakta olduklarını zannederek gerçekte haktan saparlar.

Tekrar hatırlamak gerekir ki söz konusu sakınca farklı görüşte olmak değil, farklı görüşleri, mezhepleri, tarişkat veya cemaatleri din haline getirip onların peşine gitmektir.

 

  • Açık belegelere rağmen tefrikaya düşenler gibi olmayın

Kur’an, müslümanları bazı kişiler ve toplumlar gibi olmaktan sakındırıyor. “Sakın ha bu adamlar gibi olmayın” diyor. (Ali İmran 3/105) 

Kendilerine apak açık isbatlar geldiği halde tefrikaya ve ihtilafa düşenler gibi olmak...

Kimdir bunlar? Apaçık delillerden maksat nedir?

Hangi konularda birleşmeleri gerekirken ayrılığa düştüler?

Buradaki ihtilaf nasıl bir ihtilaftır?

Tefrikaya düşmek ne demektir?

Bir çok tefsirciye göre kendilerine açık ve sağlam belgeler geldikten sonra din konusunda yine de tefrikaya düşenler yahudiler ve hırıstiyanlardır.  (Zamahşerî, Keşşaf 1391. Kurtubî, Tefsir,  s:714)

Aslında kötü olan farklı fikirde olmak, görüş farklılıkları değil, bu görüş farklılığının inanç birliğini bozması, farklı düşünenlerin kendi anlayışlarını din haline getirmesidir.

Âyette yasaklanan bu olsa gerektir. Yoksa insanların hepsinin aynı akıl kapasitesinde, aynı anlayışta olduğu beklenmemelidir.

“Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağmen insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuşlar ve kendilerine tevdi edilen emaneti koruyamamışlar. İçine düştükleri ayrılık, toplumun bölünmesine ve parçalanmasına sebep olmuştur. Bu yüzden Allah müslümanları uyarmakta, geçmiş milletlerin düştüğü hataya düşmemelerini emretmektedir.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1/481)

Burada, Peygamberlerin getirdiği apaçık delillere ve hidayet'e kavuşan, fakat daha sonra hidayet'in ana prensiplerinden ayrılıp, çok küçük ve önemsiz meselelere dayanarak kendilerini farklı farklı gruplara ayıran, anlamsız ve faydasız tartışmalarla uğraşan topluluklardan bahsediliyor.  (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, Çev. 1/285) 

Kendilerine apaçık, ikna edici ve inandırıcı sapasağlam deliller, ilâhi belgeler geldiği halde, Allah’ tarafından görevlendirilmiş elçiler gerçeği bütüm çıplaklığı ile anlattıkları halde, kendi hevalarına uyup sapıtanların bir mazereti olamaz. Böyleleri ilâhî Hakikat’ten uzaklaşıp kendi görüşlerini neredeyse din haline getirdikleri için, aralarında fikir ayrılığı olmuş, ihtilafa düşmüşlerdir. Herkes kendi fikrini ve aklını beğendiği için tarih boyunca ortaya pek çok inançlar, mezhepler, tapınma şekilleri, kutsallar, tanrılar ve benzeri şeyler çıkmıştır.

Halbuki insanları yaratan Allah (cc) onlara şunu haber verdi:

“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı...” (Şura, 42/13)

Dini ayakta tutmak ‘ekımu’d-dîn’ şeklinde geçiyor. Bir şeyi ikame etmek, onu ayağa kaldırmak, doğrultmak demektir.  Buradan hareketle dinin ikame edilmesi, dini fiilen yerine getirmek ve yaymak demektir.  Kur'an, "Namazı ikame edin" diye buyuruyor. Doğal olarak bundan, sadece namaza çağrıda bulunmak ve tebliğ etmek anlamı çıkmaz.  

Bu bağlamda peygamberlere, dini ikame edin emrinin verilmesi "Hak dini hak kabul ettikten sonra daha da ileri giderek, dinin tam anlamıyla uygulanmasını ve her işin dine göre düzenlenmesini sağlayın" demektir. (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, Çev. 5/222) 

Çünkü Allah’ın insandan istediği de zaten budur.

“Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak ve muvahhidler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur.” (Beyyine 98/5) 
         Bu Hak Din’i doğru anlayıp yaşamak dururken; onu kendi hevâlarına göre anlayanlar, ya da anladıklarını din haline getirip mutlaklaştıranlar, tabi oldukları mazhebi, tarikatı, cemaati, fırkayı, partiyi din gibi algılayanlar, farklı yoruma müsait konulardaki öteki yorumları din dışı sayıp sapık ilan edenler; adları sünnî (ehl-i sünnet) de olsa, şiî (ehl-i şia) de olsa, kendilerine ehl-i bid’at veya ehl-i kıble de denilse dinde fırkalaşıyorlar, yani tefrikaya sebep oluyorlar demektir. Bu fanatiklerin yapması gereken şey, fırka/hizip/mezhep taassubunu bırakıp Allah’ın İpi’ne sarılmaktır.

 

-Fırka nedir?

Fırka sözlükte bir grup insan (İbni Manzur, Lisânul’Arap, 10/300), diğer insanlardan ayrı bağımsız bir cemaat (İsfehânî, el-Müfredat, s: 377) demektir.

‘Fırka’ kelimesi ve türevleri hadislerde de dinde ve sosyal plânda bölünmeyi, parçalanmayı kötülemek üzere kullanılmıştır.

Fırka kelimesi (çoğulu fırak) sözlükte “ayırmak, bölmek; açıklayıp hükme bağlamak” mânalarına gelen fark kökünden isim olup insanlar arasından ayrılmış belli bir grup ve topluluğu ifade eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli anlamlarda yer alan “fark” kökenli kelimeler içinde “gruplara ve parçalara ayırmak, bölmek” anlamındaki tefrik ve “ayrılmak, bölünmek” anlamındaki teferruk kavramları genellikle dinde ve sosyal hayattaki bölünmeyi ifade etmekte ve bunun çok zararlı olduğunu belirtmektedir.

Yine Kur’an’da “grup ve topluluk” mânasına gelen ferik de yirmi dokuz yerde geçer ve genellikle tasvip edilmeyen bölünmelere işaret eder. Fırka ise sadece bir âyette (et-Tevbe 9/122) yer alır ve müslüman toplumlarda köylü-şehirli, sivil-asker gibi tabii olarak oluşan kesimleri ifade eder (Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi,  13/35)

‘Fırka’ terim olarak, İslâm fikir tarihinde kendilerine has siyasî düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan gruplar için “siyasî akım” (bir nevi parti) ve “itikadî mezhep” anlamında kullanılmıştır. (Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi,  13/35)
Fırka kavramı Kelam ve mezhepler tarihi ilminde daha çok itikadi mezhepler için nkullanılan bir terimdir. Bu manada fırka; müstakil bir mezhebin bağlılarına da verilen bir isimdir. (Şehristânî ag.e. 1/15. Nak. 73 Fırka kavramı s: 55)

Yani ‘fırka’ kavramı bu anlamda mezheb yerine kullanılan bir terimdir. ‘Fırka’nın çoğulu ‘firak’tır.

Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Türkçe’de fırka, parti anlamında kullanılmaktaydı.

İslâm tarihinde amelde, itikat ve siyaset sahasında ortaya çıkmış düşünce okullarına, gruplara genelde mezheb adı verilmektedir. Kelâm ve mezhepler tarihinde ise ‘mezheb’ kavramı daha çok itikat konusunda ortaya çıkmış topluluklar için kullanılır.

İslâmdaki itikadî mezhebler konusunda yazılmış eserlerde de ‘fırka’ bu manada kullanılmıştır. Bu sahada yazılmış kitaplardan birinin adı ‘el-Fark Beyne’l-Firak-Fırkalar Arasındaki Farklar’ şeklindedir. (Abdulkahir el-Bağdadî’ye (öl. 429/1037) ait bu eser Türkçeye tercüme edilmiştir. (İst. 1979)

İslam tarihinde ameli yani fıkhi konularda ortaya çıkmış mezheplere  ‘fırka’, ‘fırka’nın bir benzeri olan ‘nıhle (çoğulu nihal)- görüş, inanış tarzı’, makale (çoğulu makâlât)-fikir, inanış’ denmemiştir. Bu gibi isimler itikadî ve siyasî akımlar hakkında kullanılmıştır. Bu konuda yazılmıi bazı kitapların ismi el-Milel ve’n-Nihal’dir. (Milel, milletin çoğulu ki hak yolda olanları, nihal nıhle’nin çoğulu, yanlış yolda olanları anlatır.)

Amelî konularda ortaya çıkan mezhepler birer fıkıh ekolüdür ve İslâmî hükümleri yorumlama, anlama ve İslâm hukukunun tesbiti çalışmasıdır. Kendilerine mezheb nisbet edilen hiç bir müctehid alim ‘ben mezheb kuruyorum’ diye ortaya çıkmamıştır. Onların ictihadları ve fetvaları sonradan toplanmış, uygulanmış, benimsenmiş ve bu görüşler onlara nisbet edilmiştir. Böylece Hanefî, Malikî gibi amelî veya fıkhî mezhepler ortaya çıkmıştır.

Amelî mezhepler ve onların görüşlerini din sayılmadığı ve ‘benim mezhebim hak seninki batıl’ denilmediği sürece, onlara bid’at denemeyeceği gibi, bir ihtiyaca cevap veriyorlar da denilebilir. Bu bakımdan amelî sahada bir mezhebe uymak hem caizdir hem de ihtiyaçtır. Ama mezhebçi olmak tefrikaya yol açar.

 

  • İslâm tarihinde 73 fırka gerçeği

Bu niteleme bir kaç hadiste geçmektedir.

“Yahudiler yetmişbir veya yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Hırıstiyanlar da yetmişbir veya yetmişiki fırkaya/gruba ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” (Ebu Dâvud, Sünnet/1 no: 4596)

Allah Rasûlü(sav): "İsrailoğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ay­rıldı; ümmetim de onlardan bir fazlasıyla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında diğerleri cehenneme gidecektir. Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir? O, benim ve ashabımın üzerinde bu­lunduğu fırkadır" buyurdu. (Tirmizî, İman/18. İbn Mâce, Fiten/17 no: 3993)

 “Şüphesiz İsrailoğulları yetmişbir fırkaya bölündüler. Bunların yetmiş fırkası helâk oldu, birisi kurtuldu. Muhakkak benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmişbiri helâk olacak birisi de kurtulacak. Dediler ki, ‘Ey Allah’in Rasulü! Bu kurtulacak olan fırka hangisidir?’ Rasulüllah (sav) buyurdu ki: ‘Cemaattir, cemaattir’” (A. b. Hanbel, 3/145. nak. İ. Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 26)

Bazı rivâyetler de fırka sayısı farklılık göstermektedir. Bazılarında hiristiyanların adı geçmemekte, bazılarında ise islâm ümmetinin yetmişiki veya yetmişüç fırkaya ayrılacakları söyleniyor.  Bazı rivâyetlerde kurtulacak fırkanın Peygamberin ve sahabelerinin bulundukları yol üzerinde olanlar denilerek, adeta yukarıda geçen hadisteki ‘cemaat’ kelimesi açıklanıyor. (Ebu Dâvud, Sünnet/1 no: 4597.  İbni Mâce, Fiten/17 no: 3991, 3992, 3994, 3995.  Darimí,  Siyer/75 no: 2521. Tirmizí, İman/18 no: 2640. A. b. Hanbel, 3/120. nak. İ. Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 22-27, Tabaraní ve Hakim’den, nak. H. İbadetler Ans. 1/170, 171)

Peygamber (sav) bir çok hadisinde hem namaz için, hem de İslama mensup olmak manasında cemaat olmayı tavsiye ediyor:

“Cemaatten ayrılmayın, ayrılıktan sakının. Şüphesiz şeytan tek başına kalanlarla birliktedir, iki kişiden ise uzaktır. Kim cennetin ortasını isterse cemaate yapışsın” (Tirmizî, Fiten/7. Nesâî, Tahrîmü’d-dem/6)

Cemaatten ayrılmayın, zira sürüden ayrılanı kurt kapar” (Ebû Dâvûd, Salât/46)  

“Bir karış da olsa cemaatten ayrılan kişi İslâm bağını boynundan çözmüş olur” (Tirmizî, Edeb/78)

Allah ümmetimi sapıklık üzerinde birleştirmez; Allah’ın eli cemaatle birliktedir; kim cemaatten ayrılırsa cehenneme ayrılmış olur” (Tirmizî, Fiten/7)

“Cemaatte rahmet, tefrikada azap vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 4/375)

Sahabe şöyle anlatıyor: "Rasûlüllah(s.)'ın yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve dedi ki: “Bu, Allah'ın yoludur”. Sonra şu ayeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolundur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır.” (En’am 6/153) (İbni Mâce, Mukaddime/1)

Hadislerde müslümanların kardeşliği de vurgulanıyor:

Birbirinizi kıskanmayın, alışverişte birbirinizi aldatmayın, birbirinize düşmanlık beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmayın; ey Allah’ın kulları kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez” (Müslim, Birr/32)

Müminler bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlıdır” (Müslim, Birr/65)

Müslümanlar birbirini sevmede ve korumada bir vücudun organları gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsızlanırsa diğerleri de bu yüzden ateşlenir, uykusuz kalır” (Buhârî, Edeb/27. Müslim, Birr/66)

Bir kaç kanaldan gelen hadislerdeki rakamlar veya fırkalara ayrılacak kesimler bazısından yer alıp bazısında yer almasa bile, rivâyetlerdeki ortak nokta şudur: İslâm ümmeti de tıpkı önceden gelen kitap ehli gibi çeşitli gruplara  ayrılacak, aralarında ciddi bölünmeler olacak.  

Hadislerde geçen rakamlar gerçek sayılar olmayıp kinayeli (dolaylı) anlatımdır. Nitekim Kur’an, "ağaçlar kalem olsa, mevcut denizlerin yanında yedi deniz daha gelse; yine de Allah’ın kelimelerinin yazılamayacağını (Lukman 31/27), Allah yolunda mallarını harcayanların durumunun yedi başakta yüz tane bitiren tohuma benzediğini" söylemektedir. (Bekara 2/261)

“Ümmetim, yetmiş küsur fırkaya ayrılacak. Bir fırka dışında hepsi cennete girecektir. Ashab: -Kim bu fırka diye sordular. Peygamber (sav) –Bunlar zındıklardır, kadercilerdir.” (Bu lafızla bu hadisin aslı yoktur. Hatib, Tarihu Bağdad 13/307. Suyutî, Leâli 1248. Sehâvî, Mekâsıd s: 158. İbnu’d-Deyba, Temyiz s: 68. İbnu Arrak, Tenzih 1/310. Aliyyu’l-Kâri, Kübrâ s: 173. Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 1/369. Hul, Esne’l-Metalib s: 115) 

Aclûnî Keşfu’l-Hafa’da (1/369) bu hadis hakkında şöyle demiştir: “Leâli müellifi bunun aslı yoktur demiştir. Yani bu lafızla yoktur anlamındadır. Zira hadis bu lafız dışında makbul vecihlerle rivâyet edilmiştir. Bunlardan biri “ümmetim 73 fırkaya bölünecektir” konusundaki hadistir. Bunu Tirmizî rivayet etmiş ve hasen sahihtir demiş. Bu hadisi Ebu Dâvud, Hakim, İbni Hıbban ve Beyhakî de rivâyet etmiştir ve sahih olarak kabul etmişlerdir. Bir başka hadis ise İbni Mâce’nin Ebu Hurayra’dan rivâyetidir. (çev.)  (Aliyyu’l-Kâri, el-Masnu’ fi Ma’rifeti’l-Hadisi’l-Mevdu’ M. Matbuâtu’l-İslâmiyye, Halep 1414-1994, s: 80.  Türkçe tercümede (İstanbul 2006) s: 111).

Bazı mezhep tarihçileri İslâm tarihinde ortaya çıkmış ve bid’atçi diye nitelenen fırkaları ve kollarını sayarak yetmişüç rakamını doldurmaya çalışmışlardır. Halbuki buradaki rakam gerçek rakam olmadığı gibi, İslâm tarihinde ortaya çıkmış fırkaların ve onların kollarının sayısı o kadar çok ki, bu rakamı fazlasıyla aşarlar. Kaldı ki fırka fırka olmak hastalığı tarihte olmuş bitmiş ve bir daha olmayacak şey değil ki. Müslümanlar, Kur’an’a, Peygamberin ve O’nun temiz sahabelerinin yoluna uymadıkları, kendi akıllarına göre bir din uydurdukları, çeşitli gayri müslim unsurları örnek alıp onları taklid ettikleri sürece fırkalaşma olacak, dinde bölünmeler durmayacaktır.

 

-Kurtulan fırka (fırka-i nâciye):

‘Fırka-i nâciye’, kurtulan fırka, umduğuna kavuşan, Cehennem azabından uzaklaşan grup demektir.

Kavram olarak, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini kabul ederek, Peygamberimizin ve sahabelerinin yolunu izleyen kimseler hakkında kullanılmıştır.

‘Fırka-i nâciye’, kurtulan fırka, umduğuna kavuşan, Cehennem azabından uzaklaşan grup demektir. Kavram olarak, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini kabul ederek, Peygamberimizin ve sahabelerinin yolunu izleyen kimseler hakkında kullanılmıştır.

Çeşitli sebeplerden dolayı tıpkı öncekiler gibi bir çok gruplara ayrılacak olan İslam ümmetinden acaba kurtulacak grup (fırka-i nâciye) hangisidir?

Hadislerin böyle gelmesi bir uyarıdır ve ümmet; "siz böyle yapmayın" manasında bir ihtardır.

İslâm tarihinde ortaya çıkmış hiç bir fırka kendisinin yanlış, batıl ve bid’atçi olduğunu söylememiş; aksine hemen hepsi de asıl doğru yolda olanların, yani fırka-i naciye’nin kendileri olduğunu iddia etmiştir. Kur’an bu iddia sahiplerine şöyle cevap veriyor:

“(Onlar ki) Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olanlardır; her iki grup kendi elindekiyle övünüp- sevinç duymaktadır.” (Rûm 30/32)

Bir kimsenin veya bir grubun kendi kendine övünmesinin bir anlamı yoktur. Kim kendisi için kurtuluş bileti kesebilir ki? Kim anladığı, kanaat ettiği, ortaya koyduğu şeylerin doğru olduğunu garanti verebilir ki?

Yapılan amellerin Allah’ın rızasına tam uygun olduğunu ve kabul edildiğini kim ileri sürebilir? Kimin bu gibi konularda elinde senet vardır?

Allah’ın insanlar için seçip gönderdiği Din ortadadır. Onu anlamanın, onu yaşamanın yolu ve şekli Hz. Muhammed’in Sünnetinde mevcuttur. İnsana düşen elinden geldiği kadar kulluk görevini samimiyetle yapması ve Allah’tan ümit kesmemesidir.

Peygambere samimiyetle tabi olan sahabeler ve onları izleyen İslâm bilginleri İslâmın anlaşılması için çalıştılar, çaba gösterdiler. Onlardan iyi niyetli olanların farklı görüşleri, farklı ictihatları dinde ayrılık değil, dinde kolaylıktır. Dinde ayrılık olan şey özellikle İslâm’ı kendi zamanına, kendi anlayışına, kendi siyasi ortamına uydurma çabalarıdır. Öyleki ortaya çıkan böyle bir din anlayışı, Kuran aykırı, Sünnette yeri olmayan, sahabe görse ‘bu nedir’ diyecek kadar farklıdır. Böyle bir din anlayışı; İslâmın dünya, hayat ve Ahiret görüşünden çok ayrı, sahabelerin Peygamberden öğrendikleri dinden çok uzak ise; bu dinde fırkalaşmadır.

Buna göre, İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşü ona uygun hale getirmeye çalışanlar fırka-i naciyedir.

İslâmın bir kısmını alıp bir kısmını terkedenler, onu kendi pozisyonuna uyduranlar, ya da kendi konumunu desteklemek için ondan yararlananlar, onu bir kavmin, bir bölgenin ya da geçmiş zamanların hayat düzeni sananlar, onu bir ilâhí hayat proğramı değil de bir ahlâk ve kültür sayanlar, ona inandığını iddia ettikleri halde, hayata yön veren bütün hükümleri başka kaynaktan alanlar; kurtulmuş fırkadan olamazlar.

İslâma inanmanın, yani müslüman olmanın, müslüman sayılmanın bir mantığı, bir şekli, şartları vardır.  Kim ona inanırsa müslüman olur. Müslüman olan kimse de o dinin bütün ilkelerini benimser, yasaklarına uymaya, emirlerini yerine getirmeye çalışır. İslâma teslim olmanın anlamı budur. (Nisâ 4/65. Haşr 59/7. Âli İmran 3/31)

İslâma, Allah’ın istediği ve Peygamberin gösterdiği gibi teslim olup, onu hayatlarına uyguluyanlar, adları ne olursa olsun; onlar, fırka-i naciyedendir.

Hadiste, ‘fırka-i nâciye’nin cemaat olduğu söyleniyor. Bilindiği gibi cemaat; toplanan, aynı ideal ve inanç etrafında bir araya gelen şuurlu topluluktur.

Cemaat bir anlamda ne yaptığını, niçin bir araya geldiğini bilen, önünde kendileri tarafından seçilmiş imamları (önderleri) bulunan ümmet topluluğudur. Kur’an ve Sünnet’in çizdiği çizgide birlik oluşturan müslümanlar bu anlamda cemaattırlar. Bu cemaat hem Kur’an ehlidir, hem Sünnet ehlidir. Çünkü onlar Kur’an’a ve Sünnet’e uyan mü’minlerdir.

Müslümanların ırkı, bölgesi, mezhebi, meşrebi, tarikatı, partisi, içinde yaşadığı sosyal düzen veya siyasí sistem ne olursa olsun; eğer Kur’an ve Sünnet’in idealleri ve hedefleri doğrultusunda fikir birliği, heyecan ve hedef birliği yapıyorsalar, onlar cemaat olmuşlardır ve fırka-i nâciye’den olmaya adaydırlar.

Ayrı ülkelerde yaşamak, ayrı siyasí fikirlere sahip olmak, amelde farklı mezheblere uymak, farklı gruplarla çalışmak, bazı faaliyetleri ve hizmetleri  yapmak üzere gruplar/cemaatler oluşturmak, hatta prensipleri İslâma aykırı olmayan partilerle çalışmak mümkündür ve bazen de ihtiyaçtır.

Ama bütün bunlar İslamın prensiplerinin önüne geçerse, içinde bulunulan yapı İslâmın kendisi zannedilirse, bu tehlikelidir.

İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin tebliğ ettiği ve yaşadığı, sahabelerin ve doğru yolda olan selefin (sahabeyi izleyen ilk nesillerin) uyguladığı gibi anlayıp-yaşayanlar, İslâma samimiyetle bağlananlar, ihlasla amel işleyenler, İslâmı kendine değil de fikrini, davranışlarını, ahlâkını, sistemini, düzenini, dünya görüşünü, hükümlerini İslâm’a uygun hale getirmeye çalışanlar fırka-i naciyedir. İslâmın bir kısmını alıp bir kısmını terkedenler, onu kendi pozisyonuna uyduranlar, ya da kendi konumunu desteklemek için ondan yararlananlar, onu bir kavmin, bir bölgenin ya da geçmiş zamanların hayat düzeni sananlar, onu bir ilâhî hayat proğramı değil de bir ahlâk ve kültür sayanlar, ona inandığını iddia ettiği halde, hayata yön veren bütün hükümleri başka kaynaktan alanlar; kurtulmuş fırka, kurtulmuş kimse olamazlar.

İslâma inanmanın, yani müslüman olmanın, müslüman sayılmanın bir mantığı, bir şekli, şartları vardır. İslâm, bir ırkın veya bir bölgenin geleneği, adeti değildir. O Allah’ın dinidir. Kim ona inanırsa müslüman olur. Müslüman olan kimse de o dinin bütün ilkelerini benimser, yasaklarına uymaya, emirlerini yerine getirmeye çalışır. Hayatının her anında, her işinde, kendisiyle ve toplumla ilgili her meselede onun görüşüne baş vurur. Bütün bir hayatını İslâma teslim eder. İşte, İslâma teslim olmanın anlamı budur. (Nisa 4/65. Haşr 59/7. Âli İmran 3/31)

İslâma, Allah’ın istediği ve Peygamberin gösterdiği gibi teslim olup, onu hayatlarına uygulayanlar, adları ne olursa olsun; onlar, fırka-i nâciyedir.

‘Fırka-i nâciye’ bir grubun/cemaatin isminden çok bir tavrın, bir anlayışın takipçilerinin ortak adıdı.

İslâmı Allah’ı razı edecek şekilde yaşayan herkes, umulur ki fırka-i nâciyedendir.

Buna göre, İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de akidesini, fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşünü, değer yargılarını ona uygun hale getirmeye çalışanlar adları ne olursa olsun fırka-i nâciyedir.

Sonuç olarak; hiç biri grup, fırka, cemaat veya mezhep mensubu kendilerini kurtulmuş saymamalı. Zira ‘fırka-i nâciye’ tarihte ve günümüzde bir grubun/cemaatin ismi olmaktan; çok bir tavrın, bir anlayışın, sahih bir zihniyetin takipçilerinin, muvahhid müslümanların ortak adıdır.

 

  • Sonuç

"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,

 Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez." (M. A. Ersoy)

 

Hüseyin K. Ece

20.02.2016

Zaandam-Hollanda