Gelenek, örf ve ma'ruf açısından hadis, sünnet ve Peygamberin fiilleri  üzerine bir seminer.

Hüseyin K. Ece

10 Mayıs 2003 Cumartesi-19.00

Birlik Camii (yanı) Rotterdam

 

İKİNCİ OTURUM

        

1-Peygamberin görevi açısından hadis

İslâm’ın ikinci kaynağı Sünnet’dir. Tevhid inancının son tebliğcisi Hz. Muhammed (sav) kuşkusuz kendine gelen vahyi en iyi açıklayan insandır.

Son vahiy olan Kur’an, her şeyi detayı ile açıklamıyor; ana prensipleri ortaya koyuyor, uygulamayı ve açıklamayı elçiye bırakıyordu.

Bunun için Hz. Muhammed’in vahiy karşısında görevleri şunlardır:

a-Tebliğ: 

Vahyi kıraat ederek okuma onun ilk başta gelen görevi idi.

“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu doğru yola iletmez.” (5 Maide/67)

b-Beyan:

Tebliğ edilen mesajın niteliğini ve niceliğini değiştirmeksizin muhataba göre açıklamaktır. Tebliğ mesajı duyurmak/iletmak iken, beyan muhatabın anlayış seviyesini, özel şartlarını dikkate alarak her bir ayrıntıyı anlaşılmak üzere açıklamak, anlaşılır ve yaşanır hâle getirmektir.

“Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir topluluk için (o Kitab) yol gösterici ve rahmet olsun.” (16 Nahl/64)

“Sana zikri (Kur’an’ı) indirdik ki kendilerine ne indirildiğini insanlara açıklaysın; ta ki düşünüp öğüt alsınlar.” (16 Nahl/44)

c-Örneklik/uygulama:

Gerçek şu ki, Allah’ı ve ahiret gününü (korku ve ümitle bekleyen) ve O’nu her zaman anan kimseler için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.” (33 Ahzâb/21)

Tebliğ ettiğini önce kendisi yaşadı ve insanlara vahyin hedeflerini gösterdi. Vahyin canlı modeli oldu. 

Örneklikte iki unsur vardır:

Birincisi; örnek gösterilen şey örnek alacaklar tarafından üretilebilir bir şey olmalıdır. Üretilmeyen şeyin örnek alınmasını istemek güç yetiremeyecek bir şeyi teklif etmek olur. Meselâ Hz. Muhammed’in göz rengi, boyu, gücü kuvveti örnek gösterilmez.

İkincisi; örnek ile örnek alacaklar arasında yapısal farklılıkların olmaması gerekir. İnsan ancak insanı örnek alabilir. (Mustafa İslâmoğlu, Üç Muhammed, s: 130)

d-Kitab’ı ve hikmeti öğretmek:

“Allah, mü’minlere âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitap ve Hikmeti öğreten kendi aralarından bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar daha önceden apaçık sapıklıkta idiler.” (3 Âli İmran/164)

e-Ümmet üzerine şâhit olması:

Şâhid olmayı burada, söz ve fiil olarak tebliğ ettiği vahyi doğrulamak ve örnek manasında alıyoruz.

“Her ümmetten (inanç ve davranışlarının doğru olup olmadığına tanıklık edecek) bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (hâlleri) nice olur.” (4 Nisa/41. bir benzeri: 2 Bekara/143)

“Ey Peygamber! Biz seni şahid müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

Ve izniyle Allah’a davetçi ve aydınlatıcı bir lâmba olarak (gönderdik).” (33 Ahzâb/45. bir benzeri: 48 Feth/8)    

 

2-Sünnet ve hadis ne demektir?

Sünnet; takip edilen yol, âdet, gidiş, tabiat, kanun, yaratılış, huy, çığır, model, prensip, hüküm gibi anlamlara gelir.

Istılah’ta, söz, fiil ve takrir olarak, Peygamber (sav)’e ait yaşayış  şeklidir. Bir anlamda Resûlüllah (sav)’ın takip ettiği yol ve hayatında prensip haline getirdiği fiil ve davranışlara verilen isim.

Sünnet, bid’at karşılığı kullanıldığı gibi, ahlâk manasında da kullanılmaktadır.

Sünneti şu şekilde de tarif etmek mümkün:

“Hükümlerinin aslı Kur’an’da olan İslâmı’ın temel ilkelerinin, şâhitlik keyfiyeti için Rasûlüllah’ın örnekliğine başvurmanın zorunlu olduğu, zamanı aşkın, ümmeti bağlayan model uygulamalardır.” (Fevzi Zülâloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, s: 248)

“Sünnet, Rasûlüllah’ın Kur’an’ı esas alarak hayatın her alanında inanç, ibadet, eğitim, hukuk, siyaset ve ekonomi gibi konuları kapsayacak şekilde ortaya koyduğu bir model, bir dünya görüşüdür.” (Beşir İslâmoğlu, Hadis Dersleri, s: 17)

Hadis; sözlükte  yeni ve haber vermek ve haber demektir.  

Istılahta, Peygamber (sav)’e ait olduğu kabul edilen haberlere hadis denilir.

Sünnet aynı zamanda –kelime anlamından hareketle- Peygamber’in Vahye uygun olarak âdet, prensip, ilke haline getirdiği uygulamalar, bir nevi onun geleneğidir. Ki bu gelenek dini açıdan iman edenleri, dini algılama, iman etme ve uygulama açısından ilgilendirir. (Hollandalılar Sünneti; “profeetse traditie-Peygamberin âdeti, geleneği” şeklinde tercüme ediyorlar.)

“Peygamberin geleneği  beni ilgilendirmez” demek iman edenlerin diyebileceği bir şey değildir. Zira Kur’an hem Peygamber’e itaat edilmesini, hem de dinî hayatın her safhasında örnek alınmasını emrediyor.    

 

3-Peygambere itaat

Vahyi insanlara tebliğ ve beyan etmekle görevli bir elçinin, vahiyle ilgili her sözü, her davranışı, her uygulaması önemli olmalıydı. O, kendisine vahyedilenleri ve doğru olan konuşuyordu. Hevâ ve hevesinden konuşması düşünülemezdi. (53 Necm/3-4) 

O’nun doğrudan başka hiç bir şey konuşmayacağı konusunda şöyle bir haber bulunmaktadır:

“Abdullah b. Amr diyor ki: Resûlüllah (sav)’tan duyduklarımı ezberlemek için yazsam mı ki diye düşündüm. Kureyş beni yazmaktan caydırdı ve ‘Resûlüllah (sav) kızgınlık ve sakinlik hallerinde konuşan bir insan iken, sen, O’ndan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın?’ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resûlüllah (sav)’a arzettim. Eliyle ağzına işaret ederek:

‘(İstediğini) yaz, canımı kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki, buradan hak’tan başka bir şey çıkmaz’  buyurdular.” (Sünen-i Ebi Davud, Beyrut, trh.İlim/3, Hadis no: 3646, 3/318.  Darimî, Sünen, Medine 1386-1966, Mukaddime/43, Hadis no: 490, 1/103. A. b. Hanbel, Müsned, 2/205, nak. Dr. N. Itr, Menhecü’n Nakdi, Dimeşk l312-1992, s: 40)

Vahiy, Hz. Muhammed’in İslâm’da bir model olduğunu, O’na itaat edilmesi, O’nun İslâm adına tebliğ ettiği her şeyin alınması gerektiğini, O’na karşı gelmenin Allah’a isyan anlamına geldiğini söylüyor:

“De ki: Ey Muhammed! Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz. Öyle yaparsanız Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar. Allah Ğafûrdur, Rahimdir. De ki, Allah’a ve Resûlüne itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, kuşkusuz Allah kafirleri sevmez." (3 Âli İmran/ 31-32. 132)    

“Ey iman edenler, Allah’a itaat ediniz. Resûlüne ve kendi aranızdan seçilmiş sizden olan idarecilere de itaat ediniz. Eğer siz Allah’a ve Ahiret Gününe inanıyorsanız, bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüzde onu Allah’a ve Resûlüne müracaat ederek çözünüz. Bu türlü (hareket) daha hayırlı ve izah bakmından daha güzeldir.” (4 Nisa/59. 65. 24 Nûr/63. 59 Haşr/7.         7 A’raf/158)

Şu hadislerde de aynı durumu görmekteyiz:

Yine Ebu Davud Mikdam b. Ma’dikerb (r.a.)’den şöyle bir rivâyet naklediyor:

Rasûlüllah (sav)  şöyle buyurdu: “Dikkat edin, bana Kitap (Kur’an) ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın, koltuğuna yaslanarak size: ‘Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır. (Başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)’ demesi yakındır. Dikkat edin, Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davud, Sünne/ Hadis no:4604, 4/200. İbni Mace, yersiz, trh. Mukaddime/2, Hadis no: 12, 1/6. Hakim, Tirmizî, A.b.Hanbel, nak. Hucciyyetüs Sünne, İst 1996 s: 89,119. Kütüb-ü Sitte, ter. İ. Canan, Ank. 1988, 2/333)

Müslim Kitabında Cabir (r.a.)’den şöyle rivâyet ediyor:

“Resûlüllah (sav) konuştuğu zaman -sanki akşama veya sabaha düşmanın geleceğini ihtar eden bir kumandan gibi- gözleri kızarır, sesi yükselir, kızgınlığı artardı. Bir keresinde şehâdet parmağını uzatarak şöyle dedi: ‘Kıyametle aramda şu iki parmak arasındaki kadar mesafe kaldığı bir zamanda gönderildim.

Kuşkusuz sözlerin en hayırlısı Allah (cc)’ın Kitabı, yolların en hayırlısı da Muhammed (sav)’in yoludur. İşlerin en kötüsü de dinde yapılan dayanaksız bid’atlerdir. Dine yapılan her (ilave) yenilik bid’attır ve her bid’at da sapıklıktır.” (Müslim, Sahih, Beyrut,trh. Cumua/13, Hadis no: 867, 2/592) (ayrıca bak: Ebu Davud, Sünne/ Hadis no: 4607, 4/200.  Tirmizî, 2678. Nak. K. Sitte, 2/330)

Kur’an’ın ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Peygamber’in (sav) getirdiği, emredip yasakladığı her şey Kur’an’ın hükümlerini tamamlamaktadır.  Sünnet,  Kur’an’ın açıklaması ve uygulamasıdır. Sünnet, Kur’an’da hükmü bulunmayan meselelerin çözümünde kaynaktır, ondaki kapalı âyetleri açandır, onun en geniş ve en sağlam tefsiridir.

Vedâ Hutbesinde geçen şu ifade bunu göstermesi bakımından önemlidir:

“Size sıkıca sarıldığınız takdirde sapıtmayacağınıız iki şey brakıyorum: Allah‘ın Kitabı Kur’an ve benim Sünnetim.”  (Muvatta, Kader/3, nak. Hadis İlimleri ve Istılahları, S. Salih. Ter. Y. Kandemir, Ank. 1973, s: 256, K. Sitte, 2/328.  Tirmizî’nin rivâyetinde, Peygamber (sav)’in ümmetine Kur’an’ı ve Ehl-i Beytini bıraktığı haber veriliyor. Tirmizî, Menakib/77)

Peygamber’e itaat Kur’an’ın emridir ama hangi davranışları, hangi sözleri, hangi uygulamaları bağlayıcıdır?

Bunu tesbit etmek, dinî geleneğin hangisinin bağlayıcı olduğunu da bize açıklayacaktır.

 

4-Peygamberin fiilleri

-Peygamberin risâletiyle ilgili fiilleri

Hz. Muhammed’in kendisine verilen elçilik görevi ile ilgili bütün fiilleri bütün zaman ve mekanlarda pazarlık yapmaya meydan vermeyecek şekilde bütün ümmet için bağlayıcıdır. Bu çerçevede şekillenen an’aneye gelenek demek mümkün olmadığı gibi, tarihsel demek de mümkün değildir.

Peygamberin fiillerini şu şekilde gruplandırmak mümkün:

a1-İtaat edilmesi farz/vacip olan fiilleri:

Temel ilkeleri Kur’an’la desteklenen, Peygamberimizin ibadet şekilleri bütün müslümanlar için fariza hükmündedir. Mesela, hacdaki uygulamaları, ezanın şekli ve sözleri, beş vakit namazın rek’atları, şekli, cuma namazının kılınışı gibi. Bunlar bir anlamda Rabbanî onaydan geçmiştir.

b1-İtaat edilmesi tavsiye edilen fiilleri:

Peygamber ilâhî emirleri eksiksiz yerine getirmiştir. İlâve olarak kendisine farz, ümmete nafile derecesindeki ibadetleri de hayatı boyunca devam etmiştir. Onun daima yaptığı bu ibadetler ümmet için farziyet ifade etmezler.

-Beşeriyetle ilgili fiilleri

Kur’an onun beşer yönüne vurgu yapıyor. “Rasûller onlara dediler ki: ‘Evet biz de senin gibi insanlardan başka bir şey değiliz.’ Fakat Allah dilediğine lutfeder.” (İbrahim 14/11)

O aşkın bir varlık değildir. Öyle olsaydı örnek alınmması mümkün olmazdı.

b1-İnsanlık örfü gereği işlediği fiiller:

b2-Arap örfü gereği işlediği fiiller:

-Kendisine mahsus fiiller

Sözü ile kalbi arasındaki uyum hiç bir sahısta olmamıştır. Fiilîî boyutta ise özel bir denetime ve korumaya tabiç tutulduğu için sünnet çağları aşan bir evrenselliğe bürünmüştür.  12yi bulan evlilikleri gibi.

 

5-Kur’an Sünnet ilişkisi

Kur’an ve Hz. Muhammed’in sünneti etle tırnak gibidir. Kur’an’dan sünnet bağı koparıldığı zaman her ikisini de anlamak mümkün olmadığı gibi, ortada vahye dayalı din olayı kalmaz. Herkes kendine göre bir Kur’an yorumu yapar, Kur’an ahkâmı altüst olur.

Yukarıda Rasûl’ün görevleri sıralanmıştı. Buna göre O, insanüstü olmadığı gibi bir postacı da değildir. Son Rasûl, örnek alınması ve din konusunda uygulamalarına ve sözlerine itaat edilmesi geren bir elçidir.

Kur’an’ın, mübîn, mufassal, müfesser olması hikmettir. Yoksa onun her şeyi açıktır, bir açıklayıcıya ihtiyacı yoktur anlamında değildir. Kaldı kı Kur’an, konuları mücmel olarak ortaya koyar, onun beyan edilmesi ve tatbiki elçiye aittir. Sünnet olmadan Kur’an muhtasar/mücmel, somut değil soyuttur. Kur’an’la insan hayatında gerçekleştirilmek istenen hedefler sünnetin bütünlüğünde bulunur.

Kur’an ve sünnet ilişkisini şöyle formüle edebiliriz:

-Kur’an ilke, Sünnet onun ‘sahih davranış modelleri’dir:

Sünnet, vahyin şahitliğinin nasıl yapılacağının somut örneğidir. Nitekim Rasûlüllah’ın hayatı ve onun öğrencileri sahabe bu şahitliğin yaşanmış modelleridir.

Kur’an’da somut davranış modelleri yoktur, çünkü o kavildir/kelâmdir. Kur’an sözlü hitabenin sınırları içerisinde mesajı dile getirir. Onun için onda ibadetlerin nasıl yapılacağının teferruatı yer almaz.

Sözlü mesajı durumunu bilen Rabbimiz, elçisini Kur’an’ın şahidi olmakla görevlendirmiştir.

-Kur’an Kelâm/kavl/hadis, Sünnet İlâhî Kelamın şahitliği’dir:

Kur’an, ilâhî kelam/kavl/hadis olduğu için mesajın görüntülü, resimli, ayrıntılı olması gerekmez. Mesela ‘namaz’ ibadetinin nasıl olacağı onda yer almaz. Namaz’ın nasıl olacağını Sünnetin şahitliği ortaya koyar.

“Bakın bu (ilâhî kelam) doğruyu yanlıştan ayıran bir sözdür. Boş bir lakırdı değil.” (Târık, 86/13-14)

“Allah, ahsenü’l-hadis bütün sözlerin en güzelini, kendi içinde tutarlı, her türlü ifadesini çeşitli biçimlerde tekrarlayan bir ilâhî kelâm şeklinde indirir... “ (Zümer, 39/23)

Demek ki Hz. Muhammed’in Sünneti, sıradan bir yaşayış, ya da bir hayat tarzı değil, bütün mü’minleri ilgilendiren, Kur’an’ın somutlaşmış örneğidir.

Öyleyse bağlayıcıdır.

Bu noktada Farz, Vacip, Sünnet gibi sıralamaya tekrar bakmak gerekiyor.

Bu sıralama bize Sünnet dinde üçüncü derecede önemli imiş, sünnete uyulmazsa bir şey olmuyormuş, günah değilmiş diye düşünmek doğru değildir.

Çünkü Peygamber’e itaat Kur’an’ın emridir. Elçinin bazı uygulamaları farzın ta kendisidir. Namaz kılma şeklinden tutunuz da, hac ibadetinin yerine getirilmesine kadar pek çok ibadet Peygamberin yaptığı gibi yapılır. Başka türlüsü olmaz.

Öyleyse bu gibi durumlarda peygamberin sünneti farz gibidir.

Sünnetin yeri böyledir. Müslümanların pek çoğu bunu böyle bilir ve böyle kabul eder. Ancak önemli olan Sünnetin Peygamberden geldiğinin sabit olması.

Bu noktada karşımıza Sünnetin rivâyeti, yani hadis ilmi çıkmaktadır.

 

6-Hadis ve rivâyeti:

Hadis edebiyatının oluşumu dört devre halinde gelişme göstermiştir. Bunlar:

a-Sünnetin tesbiti; ezberlenmesi ve yazıya geçirilmesi.

b-Sünnetin tedvini; hadislerin resmi bir şekilde toplanıp yazıyla kayıt altına alınması,

c-Sünnetin tasnifi; hadislerin toplanıp belli metodlarla kitaplara geçirilmesi,

d-Sünnetin tehzibi; tasnif döneminde meydana getirilen hadis kitapları üzerine sonradan yapılan her türlü çalışmalar.

          

-Sünnetin tesbiti (Tesbitü’s-sünne)

Sünnetin tesbiti onun sözlü veya yazılı olarak korunması demektir.  

İbni Mes’ud (ra)’dan rivayet edildiğine göre Resûlüllah (sav): “Benim sözümü işiten, onu ezberleyip güzelce anlamını anlayıp sonra onu başkalarına rivâyet edenin Allah yüzünü ak etsin. Nice fıkıh (anlayış ve derin kavrayış) yüklenenler vardır ki, onu kendisinden daha fâkih (daha anlayışlı veya fıkıh bilgisi çok olan) birisine aktarırlar” buyurdu. (Ebu Davud, İlim/Hadis no: 3660, 3/322. İbni Mace, Mukaddime/18, Hadis no: 230, 1/84. Darimî, Mukaddime/24, Hadis no: 234, 1/65. (Hadisin farklı rivayetleri için bak: İbni Abdilber, el-C. B. İlm, 1/38-42)

Peygamber (sav) kendi sözlerinin ezberlenmesini ve başkalarına ulaştırılmasını emrediyordu. Bu emir hadislerin rivâyetini ve giderek yazıyla tesbit edilmeleri çalışmalarını yoğunlaştırdı.

İslâmın ilk yıllarında hadisleri yazı ile tesbit etmek sonraki gibi ihtiyaç değildi. Bunun yanında ilk İslâm toplumunu meydana getiren ve bir kısmı yeni müslüman olan sahabelerin Kur’an’ın dışında başka bir şeye fazla düşkün olmaları istenmiyordu. Üstelik yazı o dönemde bir iletişim aracı olarak fazla kullanılmıyordu. İlim ve kültür daha çok sözlü aktarılıyordu. Mekke döneminde Peygamberimizin açıklamalarının az ve günlük hayatla fazla ilgili olmayışı da bunda etkili olmuştur. (Dr. İ. Çakan, Hadis Edebiyatı, İst. 1985, s: 4)

İslâm toplumunun kurulma çabaları ve İslâmî hükümlerin Peygamber eliyle, bütün insanların model olarak alabilecekleri şekilde uygulanma hedefi, daha çok açıklamayı ve öğüt vermeyi gerekli kılıyordu.

Sahabeler hadisleri yazmak yerine Peygamber (sav)’in bizzat ağzından, O’nun fiil ve onayını görerek, O’nun söylediklerini bizzat işiterek, ya da O’nu görenlerden duyarak hadisleri ezberliyorlardı, yani Sünneti yaşıyorlardı.

Ancak daha sonradan meydana gelen gelişmeler yazının kullanılmasını adeta zorunlu hale getirmişti.            

Kaynaklardaki haberlere göre böyle bir yasağa karşın sahabelerden bazıları hadisleri yazıyordu. Hatta Resûlüllah (sav), okur yazar olan bazılarına hadis yazmaları için özel izin vermişti. Kendilerine izin verilen sahabelerin yazdıkları ‘hadis sahifeleri’nden bir kısmı çeşitli kitaplar vasıtasıyla zamanımıza kadar  ulaşmıştır.  

Ebu Hureyre (ra) diyor ki: “Nebi (sav) ashab içerisinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis bilen yoktur. Çünkü o hadisleri yazardı, ben yazmazdım.” (Buharî, İlim/39,  Tirmizî, 5/40. nak. İbni Âbdilber, el-C. B. İlm, 1/70. Dr. N. Itr, age. s: 40)

Bir hadiste; “İlmi yazıyla kayıt altına alın” buyurulmaktadır. (İbni Abdilber, age. 1/73)

Abdullah b. Amr diyor ki: Rasûlüllah (sav)’a sordum: Ya Rasûlellah! İlmi kaydedeyim mi? Buyurdu ki; ‘edebilirsin’.  Hadisi rivayet eden Atâ diyor ki, ‘İbnu Amr’a, ilmin kaydedilmesi nedir?’ diye sordum. Dedi ki, onun yazılmasıdır.”  İbni Abdilber, Age. 1/73) 

Hafızası zayıf olduğu için ezberleyememekten şikayetçi olanlara Peygamberimiz; ‘ Sağ elinizi yardıma çağırın, yani yazın’  (Prof. T. Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ank. 1977, s: 30. Doç. İ. Canan, K. Sitte, 1/27) diyerek Kur’an’ı ve diğer ilimleri yazmalarına izin vermiştir. 

Bunlara benzer haberler, hadis yazma faaliyetinin sınırlı da olsa henüz Peygamberimiz (sav) hayatta iken başladığını gösteriyor. 

Eğer hadisleri yazma yasağı mutlak olsaydı ve Peygamberin vefatına kadar devam etseydi, sahabeler Peygamberin emrine uyarlardı.

Fıkıh ilmiyle uğraşan fakihler, delil olarak kullandıkları hadisleri sağlam bir yolla elde çalışmışlar, böylece bu işte titiz olan alimler sayesinde hadislerin sağlam bir şekilde rivâyet edilmesi ve hadisleri bir araya toplama ihtiyacı ortaya çıkmıştı.

Onlar bunu yaparken aşırı duyarlı davrandılar. ‘Peygamber şöyle dedi’ diyen herkesin rivâyetini hemen benimsemediler. Duydukları haberlere şahitler aradılar, ‘kimden duydun?’ diyerek haberin kaynağını  sordular. 

Özellikle sahabeler Resûlüllah (sav)’ın demediği bir şeyi kesinlikle rivâyet etmemeye özen gösterdiler. Duyduklarını ölçüsüzce rivâyet eden herkesi uyarmaktan,  ayıplamaktan çekinmediler. Hatta elinde yetki olanlar, çok rivâyette bulunanlara -yalan yanlış rivâyetleri önlemek için- kısıtlamalar getirdiler.

Onlar şu hadisin hükmünü gayet iyi biliyorlardı:

“Bile bile her kim bana dayandırarak yalan uydurursa Cehennem’deki yerine hazırlansın." (Müslim, Zühd/16 no: 3004, 4/2296. Ebu Dâvud, İlim/4 no: 3651, 4 /319. Buhârî, İlim/38, Cenâiz/33)

Bu tehdide aldırmayan hadis uydurucuları çoğalınca işin ehli olanlar hadis rivâyetinde daha titiz davranmaya başladılar. 

Hatta hadisleri bilenden bizzat dinlemek için yolculuk yapılmaya daha sahabeler döneminde başlanıldı. Daha sonradan hadis yolculukları hadis ilmi için vazgeçilmez bir prensip haline geldi.

Eba Eyyûbi’l-Ensari (ra)’nin tereddüt ettiği bir hadisi, sağ kalan ve o hadisi bilen Ukbe b. Amir (ra)’e sormak için ta Mısır’a gittiği anlatılır. (Dr. N. Itr. Menhec, s: 56 Dr. İ. Canan, Hadis Tarihi (Ders Notları) Erzurum 1974,s: 38)        

 

-Sünnetin tedvini (tedribü’s-sünne):

Sünnetin (hadislerin) tedvini, dillerde ve dağınık yazı malzemesi üzerinde olan hadislerin herhangi bir sınıflama yapmadan bir araya toplanması demektir. Böylece tedvin, henüz yazıya geçmemiş rivâyetleri yazıya geçirmek ve önceden bir şekilde ve dağınık malzeme üzerine yazılmış olan hadis metinlerini toplayıp yeniden ve sağlam bir şekilde yazma işini kapsamaktadır.      

Hadis tarihi bakımından ikinci tabakayı oluşturan tabiîler döneminde gerek ezberlemenin zayıflaması,  gerek râvi sayısının çoğalması ve gerekse çeşitli grupların ortaya çıkması ve hadis uydurma faaliyetlerinin artması; ilim ehlinin dikkatli olmasının  yanında,  hadislerin resmen tedvin edilmesini lüzumlu hale getirmişti.

Hadisleri bilen uzman alimlerin de birer birer ölmesi, ya da Said b. Cübeyr gibilerinin şehit edilmesi; ilmin yok olması endişelerini artırmştı.

Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz (61/680 – 101/719),

Daha tabiîler zamanında hadis ilmine prensipler ve terimler (ıstılahlar) ortaya çıktı. Alimler bu kurallara değer verdiler. Bu prensipler doğrultusunda hadisleri tedvin ettiler. 

Alimler bu önemli göreviyerine getirdiler. Meydanı çıkarcı  uyduruculara ve bid’atçılara bırakmadılar. 

 

-Sünnetin tasnifi (tasnüfü’s-sünne):

Sünnetin tasnifi, tedvin edilmiş hadis malzemesi içinde yer alan hadisleri konularına göre ayırıp, belli kitap (ana bölüm) ve bab (başlık)larda  toplamak demektir.

Hadislerin tasnifi, hiç bir ayırım yapılmadan bir araya toplanmış hadislerin, kolaylıkla istifade edilebilir bir duruma getirilmesini sağlamıştır.

Tasnif çalışmaları hadis edebiyatnın altın çağ sayılan bu dönemdir. Hicrî üçüncü yüzyılın başından, hatta ikinci asrın sonlarından başlayıp, dördüncü yüzyılın ortalarına  kadar sürdüğü kabul edilmektedir. Bu dönemde hadisler ya bablarına (konularına) göre (ale’l-ebvab), ya da sahabe adına göre (ale’r-ricâl) tasnif edilmişlerdi.

 

-Sünnetin tehzibi (tehzibü’s-sünne):

Tasnif döneminden günümüze kadar, önceden meydana getirilmiş kitaplar üzerine yapılmış her türlü çalışmaya bu ad verilmektedir. Tehzib döneminde bir kaç eser hariç pek orijinal eserler meydana getirilmemiş, tasnif döneminde yazılmış eserler üzerine yeni çalışmalar yapılmıştır.

Bu dönemde; farklı kitapları birleştirme, bir kitabın diğerine göre fazlalıklarını çıkarma, kitapları özetleme, bir kitabın şartlarına uyan diğer rivâyetleri toplama, mevcut eserleri şerhetme, râvileri araştırma, dil yönünden incelemeler, hadis kitaplarını çeşitli yönlerden tanıtan araştırmalar, rehber kitaplar gibi çok faydalı çalşmalar yapılmışıtr.

Bu çalışmalar bugün de devam etmektedir.

 

7-Güvenirlilik açısından sünnet,

Haberi ait olduğu kaynağa isnad etmek (dayandırmak-senetlendirmek) yöntemi sadece Müslümanlara özgüdür. Özellikle hadis rivayetinde görülen bu yöntemle Resûlüllah (sav)’ın, sahabelerin ve onları takip eden selefin  haberleri bize kadar sağlamca gelebilmiştir.

Bu metod, müslüman alimlere göre bilimsel bir kuraldır. İlmî araştırmalarda gönül yakınlığı, arkadaşlık hatırından, keşif veya ilhamdan ziyade; araştırma, hakkaniyet ve objektiflik söz konusudur.

Bu metod, hadis ilminde kime ve neye ne kadar güvenileceğinin ölçüsünü getirmiş, haberlerin kabul edilebilirlik kriterini ortaya koymuştur. Pek çok  tarihî bilgi bu yolla aktarıldığı için; tarih ve tarihî kişilikler hakkında ilim bakımından tutarlı yorumlara zemin hazırlanmıştır. 

Deney ve tecrübelerin ilimlerdeki değerine eş bir değeri bu rivâyet yönteminde bulmak mümkündür

İbni Hazm der ki: “Sika (güvenilir) bir ravinin yine sika ravilerden Hz. Peygamber (sav)’e kadar kesintisiz bir şekilde haber anlatmaları, Allah (cc)’ın Müslümanlara verdiği bir nimettir. Diğer milletlerde böyle bir metod yoktur.” (Prof. T. Koçyiğit, Hadis Usûlü, Ank. 1975, s: 802) 

Hadisleri musannefler-tasnif edenler (çeşitli başlıklar altında toplayıp yazanlar) senetlere büyük önem verdiler, rivâyetlerini senetlere dayadılar ve senetsiz gelen hiç bir rivâyeti kabul etmediler.

Hadisler hakkındaki değerlendirmeler genellikle senedin durumuna göre  yapılır. Bugün duyduğumuz sahih hadis, zayıf hadis, hasen hadis değerlendirmeleri, hadislerin senedine göre yapıldı.

Hadis, senet ve asıl haber yani metin olarak iki kısımda düşünüldü.

Adalet ve zabt sıfatına sahip râvilere sikâ râvi denildi ve onların yaptığı rivâyetlere itimat edildi.

Sika râvileri tesbit edebilmek, dolaysiyle en kuvvetli senedi elde etmek için Cerh ve Ta’dil (ravinin güvenilir olup olmadığını araştırma) ilmi ortaya çıktı.

Adalet ve zabt (doğruluk ve hadisi sağlam bir şekilde elde etme, ezberleme) sıfatlarına sahip ravilerin rivayet ettiği, Resûlüllah (sav)’a nisbetinde kuşku olmayan hadislere sahih,

Adalet yönünden sağlam olmakla beraber  zabt yönünden sahih derecesine ulaşmayan hadislere hasen,

Bu sıfatlar taşımayan, senedinde cerh ve ta’dil yönünden illetler (zayıflıklar) bulunan hadislere de zayıf  hadisler denmiştir.

Başkaları tarafından uydurulmuş sözlere de mevzu (uydurma) hadisler adı verilmiştir.

Hadislere böyle isimler verilmesi sadece senetleri yönündendir. Zayıf denilen hadislerin metinleri pekâla sahih olabilir.

Hadis tedvin faaliyetleri devam ederken –yukarıda geçtiği gibi- rivâyetlerle ilgili bir takım prensipler ve terimler de gelişti. Bunlar zamanla hadis ilmiyle uğraşanların baş vuracağı prensipler haline geldi. Böylece hadis usûlü ilmi ve hadise ait çeşitli ilim dalları gelişti.  

Tekâmül (olgunlaşma) denilen tasnif çağında hadisler belli başlıklar altında bir araya getirildi, sahih hadislerin tesbitine önem verildi hadis rivâyetleri kritik edildi.

 

8-Hadis kitaplarının tabakaları,

Hindistanlı hadis alimi Şah Veliyyullah Dehlevî hadis kitaplarını

kendince beş tabaya ayırmış, ondan sonra gelen âlimler de bu sınıflandırmayı genellikle beimsemişlerdir.

Birinci Tabaka:

Muhtevası kesinlikle sahih olanlar. Buhârî, Müslim’in kitapları ve Muvatta.

İkinci Tabaka:

Sahihayn’i ve Muvattayı sahihlik yönünden takip edenler. Bunlar, hadiste kendilerine her bakımdan güvenilen muhaddisler tarafından meydana getirilmiş kitaplardır. Bu tabakaya Ebe Dâvud’un, Tirmizî’nin, Nesâî,’nin ve Ahmed b. Hanbel’in kitapları girer.

Üçüncü tabaka:

Buharî ve Müslim’den önve ve sonra meydana getirilen ve içerisinde her türlü hadislerin yer aldığı kitaplardır. Bunlar ilk iki tabaka kitapları kadar bilinmezler, fıkıhçılar onlardaki tek kanaldan gelen hadislerle amel etmediler, üzerlerinde az çalışma yapılmıştır. Ebu Ali, Abd b. Humeyd, Teyâlisî’nin müsnedleri,  Abdurrezzak ve Ebu Bekr Şeybe’nin Musannefleri, Beyhâkî’nin Sünenleri, Tahâvî ve Tabarânî’nin kitapları bu gruba girer.

Dördüncü Tabaka:

Bunlar, daha sonra ilk iki tabakada bulunmayan rivâyetleri bir araya toplamaya çalışan kitaplardır. Bunların değeri muhtevalarına göre takdir edilir. İbni Hibban’nın Kitabu’z Züâfas’sı, İbnu Adiyy’in el-Kâmil’i, Ebu Nuaym el-Isfehânî’nin, Deylemî’nin kitapları gibi.

Bu tabakanın en iyisi zayıf, kötüleri ise münker haberlerdir.

Beşinci tabaka:

Bunların bir kısmı arihcilerin, tasavvufcuların, fakihlerin dillerinde dolaşan rivâyetlerdi. İlk dört tabakada asılları yoktur. Bir kısmını ise yalancılar uydurmuşlardır. 

 

-Kütüb-ü Sitte’nin (altı kitabın) önemi,

Yukarıda geçtiği gibi ilk iki tabakadaki kitaplara ümmet güvenmiş ve onlarla amel etmişlerdir. Üçüncü tabakadaki kitaplardan ise ancak konunun uzmanı olan, rivâyetleri bilen, zayıfı sahihten ayırabilecek kimseler istifade edebilirler.

Bunlardan şâhid olarak faydalanılır.

Dördüncü tabakadakilerden istifade zor olduğu gibi mütehassıs âlimlerin derin araştırmasına ihtiyaç vardır.

 

-Öteki hadis kitaplarının önemi,

Ümmetin Kütüb-ü Tis’a’ya (dokuz kitaba) itimad etmesi, onların daha fazla meşhur olması, ya da üzerlerinde fazla durulması, diğer hadis kitaplarının temamen değersiz oluşunu göstermez. K. Tis’a’da bütün hadislerin sahih, yani tam güvenilir olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, diğer kitaplardaki hadislerin hepsinin zayıf veya çoğunun uydurma olduğunu söylemek de mümkün değildir.

Pekâla, üçüncü, hatta dördüncü tabaka denilen kitaplarda da sahih,  veya fâkihlerin amel ettiği hadisler olabilir. Ancak genel hatları ile zayıf sayıldıkları için, konunun uzmanları dışında onlara fazla itibar edilmemiştir. Belki bazı konularda mevcut bir haberi desteklemek, şahit getirmek için kullanılmışlardır.

Zayıf hadislerin daha çok tarih, mağazi, mev’iza, zühd ve tasavvuf, tefsir  kitaplarında yer aldığını, bu kitapların bu gibi hadislere yer verirken hadis ilminin ölçülerine uymadıkları, hadisleri tenkit süzgecinden geçirmedikleri biliniyor.

Bugün çeşitli yerlerde hadis diye nakledilen veya yer alan sözlerin kaynağını aramak zorundayız. Her hadis-i şerif yazılan söz hadis olmayabilir. Hadis rivâyet edenlerden kaynağı istenmeli. Ya da hadislere konuşma veya yazılarında yer verenler kaynağını göstermeliler.

Esasen Rasûlüllah’ın sözleri her bakımdan diğer insanlarınkinden farklıdır. Onun sözü akla, Kur’an’a, kevnî olaylara, insanın maslahatına, hatta tarihî olaylara bile uygundur.

Hadis diye rivâyet edilen sözlerde bunlara ters bir iddia, kabul etmekte güçlük çekeceğimiz bir ifade varsa, kabul veya reddetmede acele etmemek, hadisleri araştıran kitaplara, bilenlere sormak gerekiyor. Yine de bir sonuç alamazsak, susmak bazen iyidir.

Benim aklım almıyor, akla ve mantığa aykırı, bilimsel buluşlara, insanlığın asırlardan beri elde ettiği tecrübelere uymuyor, Kur’an’a zıt gibi değerlendirmelerde acele etmek, rahat konuşmak bizi hataya götürebilir. Hadisler hakkında yanlış hükme varabilirirz. Hadislerin sahihliğini araştırmak, uzmanların görüşlerine başvurmak, bu konuda söylenenleri incelemek daha sağlıklı bir yoldur.

Bilinen bir şey; maalesef tarihten beri Rasûlüllah adına pek çok yalan uydurulmuştur.

Hadis ilminin ve bu ilmi geliştiren hadisçilerin gayesi ve çabası da bu yalanları ortaya koymak ve Rasûllah’a ait haberleri sağlam bir şekilde korumaktır. Hadisleri değerlendirmede bu alandaki müstesna çalışmaların işimize yarayacağı açıktır. Yani usûl bilmek, yol yordam bilmek, insaflı ve objektif olmak, iyi niyetli ve araştırmacı bir bakışa sahip olmak elzemdir.