Bir seminer 

Hüseyin K. Ece

18.1.2007

Zaandam

 

A-LAFZATULLAH: Allah

Allah ismi, bütün ilâhî sıfatları kendisinde toplayan Zât’a delâlet eden alemdir. Bütün isim ve sıfatlar Allah ismine isnad edilir.

Bu lafız herhangi bir mevsûfun sıfatı olamaz.  Mesela Rahim, Allah’ın sıfatıdır. ‘Allah rahmet eder’, ‘Allah’ın rahmeti’ denilir. Ama Allah, Rahim’in sıfatıdır denilemez.

Cahiliyye döneminde bile Allah isminin mutlak İlah’dan başkasına verildiğine şahit olunmamıştır. Onlar, putlarına ilâh, Âlemlerin yaratıcısına Allah derlerdi.

Ayrıca bu lafzın yapısı gereği tesniyesi ve cem’isi de yoktur. Tenvin kabul etmez. Alem olduğu halde munsarıftır.

İlk harfi olan hemze, ne kat’ ne de vasl hemzesidir. Zira bir çok durumda vasl edildiği halde, münâda’da hemze sakıt olmaz. ‘Billahi’ derken vasl, ‘Ya Allah’ derken kat’ hemzesi durumundadır. (Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyyet, s: 100)

 

1-İslâm Öncesinde Allah İsmi:

Allah ismi, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan odak kavramdır.

Kur’an’ın nazil olduğu çevredeki insanlar ‘Allah’ adını taşıyan bir yaratıcıyı kabul ediyorlardı. Kur’an, onların ulûhiyetle ilgili tasavvurlarını düzeltirken onların ismen inandıkları ‘Allah’ kavramından hareket etmiştir.

Gökleri ve yeri yaratanın, Güneşi ve Ayı musahhar kılanın, yağmuru indirerek yeri canlandıranın, kendilerini yaratanın Allah olduğunu itiraf ediyorlardı.

“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût, 29/61)H

“Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.” (Ankebût, 29/63)

“Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah..." derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.” (Lukman, 31/25)

“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette "Allah'tır" derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.” (Zümer, 39/38)

Cahiliyye insanları normalde Allah’ı unutmuşlardı. Ancak sıkıştırıldıkları veya bir soruya muhatab oldukları zaman bunu itiraf ederlerdi.

Yine onlar gemi ile denizde seyrederken boğulma anında, ya da büyük bir felâketle yüzyüze kaldıkları zaman O’nu hatırlarlardı.

“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihlâsla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar.” (Ankebût, 29/65)

Ancak onlar, fiilen kabul ettikleri ama tapınma olarak hayatlarında yer vermedikleri ‘Allah’ onlar için uzak bir tanrı idi.

Cahiliye döneminden günümüze intikal eden pek çok manzum metinde, İslâm öncesi arapların aşkın varlığa ‘Allah’ dediklerini göstermektedir.

 

2-Allah Lazfının Kökü:

Allah lafzının kökü hakkında farklı görüşler var. Bunların sayısı otuzu geçmektedir.

Ancak bunların tümü tahminden öteye geçmez.

Genel kanaate göre Allah ismi, türemiş bir isim değildir. Âlemlerin mutlak ve aşkın yaratıcısına alem olmuş has isimdir. Türemiş (müştak) olsaydı anlamı genel olurdu. Halbuki Allah’ın zâtı için dil bakımından bile, başkasının ortak olmayacağı bir alem gereklidir.

Allah lazfının müştak olmasında bir engel görmeyenler arasında en çok taraftar toplayan fikre göre, bu lazfın aslı ‘ilâh’ lafzının belirlilik takısı ‘el’ ile geldiği forumdur. Buna göre Allah adının manası ‘Belirli olan gerçek tanrı’ demek olur.

Bu görüşün doğru olabileceği ihtimalini destekleyen bir delil de şudur: İlâh kelimesi Kur’an’da 100 kadar yerde nekre olarak geçtiği halde ma’rife olarak tek bir defa bile gelmemiştir. Demek ki Allah lafzı; el-İlâh yani belli ekmel ilâh manasında olduğu içindir ki marife olarak gelmemiştir.

‘Huvallahüllezi lâ ilâhe ilâhu’, ‘İnnemallu ilâhun vahid’ (Nisa, 4/171) âyetlerinden durum açıkça görülür. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 104)

el-İlâh ile mutlak ilâh kasdedilir. Bazılarına göre el-İlâh zaman icerisinde Allah olarak teleffuz edilmiş, dilllerde böyle yerleşmiştir.

İlâh´ın türetildiği kök harfler, e-l-h´dir. Elehe, ma’bud bildi, kulluğunu ona tahsis etti, ibadet etti manalarına gelir.

Allah isminin araplaşmış olduğu da ileri sürülmüştür. Arapça’da ‘lâhe’ ve ‘Lâhümme’ kelimeleri ulûhiyyeti  ifade için kullanılmıştır. Bazılarına göre ‘Lâhe’ın (gizlenmek, perdelenmek, duyu organlarının ötesinde olmak) başına -el- getirilmek sûretiyle Allah lazfı meydana gelmiştir.

Ancak Allah lafzının başka dilden geldiğine dair hiç bir belirti yoktur.

Kur’an’ın Allah hakkında beyanı tamamıyla Allah’ın birliği, yüceliği, ulûhiyyeti, vahdaniyyeti, kemâlinin tam olarak te’yidi konusunda toplanır. O halde bütün varlıkların saygı duyması gereken o malum ilâhdır. (Topaloğlu, B. DİA Allah maddesi, 2/471 .Ulutürk, V. Kur’an-I Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s: 110)

 

3-el-Esmâu’l-lah’ın Kalbi Lafzatullah

Allah ismi el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın kalbidir. Hepsi de ve Allah’ın sıfatları bu isme dönüktür. Bu tıpkı Fatiha’nın Kur’an’ın kalbi oluşu gibidir. Kur’an’a göre Fatiha neyse, el-Esmâu’l-Hüsnâ’ya göre Allah ismi odur. el-Esmâu’l-Hüsnâ’da Allah ismi Fatihada Besmele gibidir. ‘Rahman Allah, Rahim Allah, Rab Allah´ cümlelerinde  olduğu gibi, diğer isim isim-sıfatlar, Allah ismini niteler.

Kur’an’ın bütün manası Fatiha’da, Fatiha’nın ki Besmele’de toplanmışsa, el-Esmâu’l –Hüsnâ’nın manası da Allah isminda toplanmıştır. Allah ismi tüm isim ve sıfatlar sebebiyle tecelli eden farklı renklerdeki ışığın kaynağıdır.

Allah ismi 99 rakamıyla temsil edilen sınırsız tecelli tesbihinin imamesidir. (İslamoğlu, M. Allah, s: 13)

Gökte ve yerde ne varsa onlar bu tecellileri kendi lisanıyla okurlar.

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44)

el-Esmâu’l-Hüsnâ belli köklerden türer ve delâlet ettiği mana ile Allah’ı  hatırlatır. Ancak Allah ismi hepsini kendinde toplar.

Beşer, Allah’ın Zâtını, mahiyetini/künhünü kavrayamaz. O’nu ancak âyetleri, eserleri ve eserlerin delâlet ettikleri sıfatlarıyla tanır. el-Esmâu’l-Hüsnâ’nın her biri de bir sıfata işaret eder. Onlara bakanlar da sıfatın sahibini anlarlar.

 

4-Lafzatullah’ın Medlûlü:

Tüm isimler Allah ismine dönüktür dedik. Peki Lafzatullah’ın dönük olduğu bir lafız var mıdır? Evet. Bu lafız Kur’an’da ‘Hüve-O’dur.

Bu sadece O’nu işaret eder. O, O´dur, O mutlak ilâhtır.

Huvenin aslı hû/he dir. Vav harfi bir fazlalıktır. Bazılarına göre Hû, Allah isminin türediği asıldır. Onlara göre he’ye bir sahip olma ‘lâm’ı eklenmiş, lehû olmuş, hürmet için ‘lam-ı tarif’ eklenince Allah olmuştur.

Allah ismi ‘elif’ ile başlar ‘he’ ile biter, yani dilden başlayıp ciğerde bitmesi gibi. Hû ve he’nin yali hali ‘h’, ciğerden çıkan bir ses, hatta nefestir. Nefes, canlılığın alâmetidir/âyetidir. Bu da insanı eşref kılan bir nefestir. Nasıl nefes almamak maddî ölüm alâmetiyse, O’nsuz kalmak da manevî ölüm alâmetidir. Ceset nefessiz kalırsa ölür, ruh O’nsuz kalırsa ölür.

Her nefes sahibi aslında aldığı nefes kadar Allah’ı tesbih eder. ‘Ben ben ben’ diye nefsini putlaştıranlar, O, O, O diyen nefeslerini yalanlamış olurlar.

‘He’ isminin medarı olan nefes, ‘Hay’ isminin canlılardaki tecellisidir. İnsan aynasında mutlak iradeden, mutlak dirilikten, mutlak merhametten bir yansıma olduğu gibi, mutlak nefesten de bir yansıma vardır. Nasıl ki maddî beden ciğer aracılığıyla aldığı nefesi kan aracılığıyla iletilen bir hayata dönüştürüyor, bu göze fer, beyne enerji, ele ayağa güç, dile ve dudağa söz ve ses olarak yansıyorsa, manevî beden de aldığı manevî havayı manevî kalp aracılığıyla tüm manevî organlara bir nûr olarak dağıtır. Bu nûr gözde basirete, gönülde muhabbete, akleden kalpde hikmete, şuurda ferasete, hafızada zikre, mudrikede idrake dönüşür. (İslamoğlu, M. Allah, s: 18)

Nitekim Allah Teâla insana kendi nefesinden üflediğini ve böylece canlı bir beşer haline geldiğini beyan ediyor. İnsanın aldığı nefes, bu ilâhî nefes sayesindedir. O yüzden her nefes ‘hû’ diyerek çıkmaktadır.

“Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın." (Hıcr, 15/29)

 

5-Kur’an’da Lafzatullah

Allah ismi Kur’an’da 2697 defa geçmektedir. Buna O’nu işaret eden zamirler dahil değildir. Ona atfen kullanılan açık ve gizli zamirleri bu sayıya eklersek 6000i geçer.

Bunun amacı muhatabın kafasında Allah’a ait sahih bir tasavvur inşa etmektir.

Allah tasavvurunu inşa eden sûre ve âyetler, Allah Rasûlunun en çok dikkat çektikleridir. Bunlar âdeta ilâhî bir kartvizit mesabesindedir. Allah’a yönelen kulun “Ey Allahım seni tanımak istiyorum” duasına sunulmuş bir karşılık niteliğindedir. (İslamoğlu, M. Allah, s: 20)

Allah lafzı yaklaşık olarak Mekkî sûrelerde %35-40, Medenî sûrelerde %65-60 yer almaktadır.

Görünen o ki Medine döneminde Allah lazı, Mekke döneminde Rabb lazfı daha fazla kullanılmış. Cahiliyye insanları her ne kadar âlemleri yaratan bir Allah inancına sahip olsalar da ibadet etmek üzere uydurma rabber edindiler. Kur’an öncelikle Allah’ın insan ve kâinat üzerindeki hakimiyetini Rab ismini kullanarak tesis ettikten sonra, ‘İşte bu Allah’dır sizin Rabbinizdir’ diyerek kâinatın ve ibadetin sahibi Allah olduğu gerçeğini tekrar tekrar zihinlere yerleştirmiştir. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyyet, s: 101)

 

6-Lafzatullah: Sevgi Kaynağı

İlâh kelimesinin kökü olan ‘elehe’; mabud edindi, ibadet etti demiştik. Ancak bu kulluğun esası sevgi olmalı ki, kelimenin köküne nisbeti tam olabilsin. Nitekim bu kökten türeyen pek çok kelimede sevgi ortak bir manadır.

Mesela ‘el-hevl’; kişinin tehlike kaynağını ve zamanını, yönünü bilmemesinden kaynaklanan korku demektir. Bu kökten yola çıkarak ‘tehâvil’ gizemli süs, ‘hevveti’l-mer’e’; alımlı bir kadının süslü elbise ve takılarla etrafında uyandırdığı sevgi ve hayranlık,

‘el-Veleh’; sevdiğini yitirdiği için aklı başından gitmek,

‘el-Lehv’; seni oyalayan, tutkuyla kendisine bağlayan zevk, oyun, eğlence,

‘Teelluh’; sevildiği için kulluk etmek gibi.

‘el-İlâh’; sevginin, sevgiyi yitirmekten dolayı duyulan korkunun, azametinden dolayı duyulan ürperti ve endişenin, yüceliğinden dolayı duyulan saygının muhatabı olan ve bütün bunlardan dolayı ibadete layık olan demektir.

Lafzatullah’ın türediği sanılan ‘elehe’ fiilinin kök manası sevgi etrafında dönmektedir. Varlığın tek yaratıcısı yarattıklarını sevgiyle yaratmıştır. Sevgi yaratılışın sırrı, var oluşun sebebidir. O sevdiği için var etmiş, biz var olanı sevmişizdir. O sevince varlık var olmuş, biz ise var olunca ancak sevebilmişiz. (İslamoğlu, M. Allah, s: 14)

O halde Allah sevgisi nedir, nasıl olmalıdır? Bunun elbette ma’rifaullah’la ilgisi vardır. Zira Allah hakkında ma’rifeti az olanların Allah’a olan muhabbetleri de az olacaktır.

 

B-MUHABBETULLAH 

“Ger ejderhâst der reh/ Aşk-est çun zümurrûd/

Ez berk-ı in zümurrûd hîn def'-i ejderhâ kon!

(Yolu ejderha kesti ise, aşk zümrüt gibidir/

Zümrüdün ışıltısını ejderhânın gözüne yönelt!

Zümrüdün parıltısı ile ejderhayı def'et!)”

 

1-Allah Sevilendir:

el-Esmâu’l-Hüsnâ sevgi, korku, lütuf ve kahır açısından incelendiği zaman görülecektir ki çoğuna yakın kısmı sevgi ve lütufa işaret etmekte, sadce dört beş tanesi sevgi ve lütufla yorumlanmaya müsait değildir. Bunlar da zıdlarıyla kullanılarak denge sağlanmaya çalışılmıştır. Meselâ Kâbız, canlıların ruhunu alan manasına geldiği gibi, onların rızkını daraltan manasına da gelir. Ancak Kur’an’da ve hadislerde Bast kelimesiyle birlikte gelmiştir.

Zararlı şeylerin yanında  faydalı olanları da etkili hâle getiren ‘Dâr-Nâfi’ ile, alçaltan ve yükselten manasında ‘Muiz-Müzil’, ‘Râfi’-Hâfız’ da dengeyi ifade eder. Ayıplamak ve hoş karşılamamak manasındaki ‘nakm’ kökünden gelen Müntakim; kötülüğe mukabele ,eden, suçluya gereken cezayı veren demektir. Şüphesiz Allah’ın cezası Türkçedeki intikam manasında değil, dünyada ıslah ahirette ise karşılık anlamındadır. Bu ismin, Tevvâb, Afüvv ve Raûf isimleri arasında gelişi de dikkat çekicidir.

Kâhır ve Kahhar isimleri ise, Tükçedeki yok etmek, ezmek manasında değil, yenilmeyen, daima galip gelen demektir.

Diğer isimlerin hepsi de bünyesinde Allah sevgisini, Allah’ın lütuf ve bağışlarını, Allah’ın af ve merhametini anlatırlar. Sevginin kaynağı O olduğuna göre, O sevilir, sevilmeye layıktır.

Nitekim, Vedûd ismi bunu daha açık ifade eder. O hem sevendir, hem de ziyadesiyle sevilendir.

Allah’ın ‘Veli’ ismi O’nun yarattıklarına karşı olan sevgisini, kulları tarafından da sevilmeye layık olduğunu anlatır.

Muhabbet kelimesinin ‘habbe’ tohum ile aynı kökten gelmesi de onun tohum gibi üretilebilir, çoğaltılabilir, ürüne dönüştürülebilir olduğuna işarettir. Bu tohumdan sonsuz bitkiler, meyveler ve yeniden tohumlar üretilebilir. Tohumlara ve onların sonuçlarına sınır konulamaycağı gibi, sevgiye de sınır çizilemez.

 

2-Allah sevgisi nasıl anlaşılmalı:

Muhabbetullah, nef­sin, zât ve sıfatlarıyla mükemmel olan Allah'a meyletmesidir.

İnsan ruhunu yücelişi en Yüce Yaratıcı ile sevgi münasebeti kurmak yoluyla gerçekleşir.

Sevginin mey­dana gelmesinde ön şart, sevilen var­lığın tanınmasıdır. Allah'ın künhünü (nitelik ve niceliğini) akıl ile idrak mümkün değil ise de zâtının kendini vasıflandırdığı kadarıyla da olsa O'nu tanımak, O'na inanmayı ve sevmeyi gerektirir.

İslâm düşünürü İmam Ga­zalî, kişiyi Allah sevgisine götüren beş sebepten bahseder:

* a-İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever; yokluğu­nu, kemâlinin azlığını îse sevmez.

Bu durum insanı Al­lah'ı sevmeye götürür. Çünkü kendi­sini ve Rabb'ını bilen, varlığının de­vam ve kemâlinin kendinden değil, Allah'tan olduğunu bilir. İnsanı yok­tan var eden, yaşatan, kemâl sıfatla­rını yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve olgunluğa ulaşma sebep­lerini yaratan, bu sebepleri kullanma­ya hidâyet eden Allah'tır. Yoksa in­sanın kendi başına ne varlığı, ne de de­vam ve kemâli olabilir.

Bir kimsenin O'nu sevmemesi, kendine ve Rabb'ına olan cehâletinden ileri gelir.

 

* b-İnsan, malını koruyan, kendisiy­le tatlı konuşan, yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan, kendisi­ne, ailesine, çoluk-çocuğuna iyilik ya­pan ve ihsanda bulunanı sever.

Onu sevmesi, Allah'ı sevmeyi gerektirir. Çünkü bütün bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah'tır. Bunlara ilâveten insana her çeşit nimetleri veren yine Allah'tır.

"Allah'ın verdiği nimetleri sayacak olsanız, bitiremez­siniz. " (en-Nahl, 16/18).

Çok kere Al­lah'ın nimetleri bir insan kanalıyla di­ğerine intikal eder. Nimetin gerçek sa­hibi ise Allah'tır. Ayrıca iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan malı yaratan, o maldaki tasarrufun kudret ve irâdesini o adama nasib eden, ki­şiyi nimet verene karşı sevdiren, O'nu da diğerine karşı meylettiren muhak­kak ki yine Allah'tır.

Demek ki; ki­şinin kendisine iyilik edeni sevmesi, o adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah'ı sevmeyi gerektirir.

 

* c-İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği yapanı sever, yapmayandan nefret eder.

Ken­disi ile ilgili olmazsa bile adaleti ve in­sanlara merhamet ve yumuşaklıkla muamele etmesiyle tanınan bir idare­ci sevgimizi kazanırken, bunun zıddı­na zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir idareci de nefretimizi kazanır.

Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir. Bu sevgi ihsan­dan bir fayda görmeyende görülür.

Bu üçüncü sebep de yalnız Allah'ı sevme­yi gerektirir.

Zira o kendi fazlından önce bütün mahlukâtı yarattı. Onla­rın zarurî ihtiyaçları olan azalarını ta­mamladığı gibi, zarurî olmadığı hal­de ihtiyaç olduğu sanılan sebepleri ya­ratmakla onları nimet ve refaha ka­vuşturdu. Sonra ihtiyaçlarından faz­la olan bir takım süs ve ziynetlerle on­ları güzelleştirdi. İnsan hayatı için za­rurî olmayan gerek fizikî güzellikleri ve gerekse tabiatta olan dış güzellik­leri yaratan Allah, bu yönüyle de se­vilmeye en lâyık olandır.

 

* d-Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil, yalnız güzel­liğinden ve kemâlinden ötürüdür.

Al­lah zât ve sıfatları itibariyle güzeldir. Çirkinlik bir noksanlıktır. Noksanlık ise Allah'a yakışmaz. Allah'ın her sı­fatı kemâl noktasındadır. Âlim, bil­gili, kudretli, cömert insan; şahsî men­faati olmasa bile diğer insanlar tara­fından sevilir. Kişileri sevdiren, onlar­daki bu güzel sıfatlardır.

Oysa sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah'ın, aynı kemâl sıfatlarıyla mukayese dahi edi­lebilecek olgunlukta değildir. Bu sıfatları da insana bahşeden yine Allah'tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye hak kazanan bir varlığa mukabil Al­lah'ın daha çok sevilmesi gerekir. Çünkü Allah daha âlim, daha kudret­li, daha cömerttir.

Şayet ilminden dolayı; bir âlimin, kudretinden dolayı; bir kadirin, olgunluğundan dolayı; bir kâmilin, ba­ğışlayıcılığından dolayı; bir bağışlaya­nın, ihsanından dolayı; bir varlığın se­vilmesi gerekiyorsa; bütün bu sıfatlar en kâmil derecede Allah'ta vardır.

Dolayısıyla bu yönü itibariyle de en çok sevilmeye lâyık olan yine Allah'­tır.

 

* e-İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir.

Aynı cinsler birbirleriyle münasebet kurar­lar. Bu münasebet zamanla sevgiye dönüşür. Her ne kadar cins şekil ve sûret söz konusu değilse de, kul ile Al­lah arasında gizli bir münâsebet var­dır.

İnsanın, Allah'ın güzel vasıflarıy­la vasıflanması emredilir. "Allah'ın ahlâkı ileahlâklanın. "gibi. Bu ahlâk da ilim, iyilik, ihsan, lütuf, hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak ve benzeri dînî faziletlerdir.

Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel münasebetler de vardır. "Onu yapıp ruhumdan üflediğimde..." (el-Hicr, 15/29). Bu üstün münasebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle em-rolunmuşlardır. Yine insan özel mü­nasebet neticesi Allah'ın yeryüzündeki halifesi (el-Bakara, 2/30) olarak ya­ratılmıştır.

Bu tür münasebetler de in­sanın Allah'ı sevmesini gerektiren se­beplerdir. (ŞİA Allah mad.)

 

f-Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-rabanız, kazandığınız malların ke-ia düşmesinden korktuğunuz tica­riniz), hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, Rasûlünden ve O'nun folunda cihad etmekten daha sevgili o halde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin (başınıza gelecekle­ri göreceksiniz)." (Tevbe, 9/24)

Allah'ı sevmek, zamanla O'nun tara­fından sevilme nimetini kazandırır. Allah'ın sevdiği kullar ise âhiretin kor­ku ve üzüntüsünden kurtulmuş olur­lar.

"İyi bil ki Allah'ın velîlerine (sev­diklerine) korku yoktur ve onlar üzül­meyeceklerdir. " (Yunus, 10/62)

 

2a-Allah’ı sevmek samimiyettir.

Şehâdet hem bir sözleşmedir hem bir iddiadır. Ya da söz vermedir. Kişi bununla Rabbini tanıyacağına, O´nda gelenleri kabul edecegine dair bir anlaşma imzalar ve gereğini yapmaya söz verir. İşte Allah sevgisi şehâdetle verilen sözdeki samimiyettir.

İman; sadece marifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgun-laştırır. Allah'ı ve Rasûlullah'ı her şeyden daha çok sevmek, mü'minin imanının kemalini gösterir.

"Nefsim hariç,seni her şeyden daha çok sevi­yorum, Ya Rasûlallah." diyen Hz. Ömer'e, Peygamberimiz (s.a.s.): "Be­ni nefsinden de çok sevmedikçe kâmil mü'min olamazsın, ey Ömer" demiş­ti. Hz. Ömer de "Seni nefsimden de çok seviyorum Ey Allah'ın Rasûlü." deyince Peygamber Efendimiz "Şimdi oldu ey Ömer!" buyurmuştu.

Peygamber'i sevmek, insanlığının ötesinde, Allah'­ın elçisi olduğu içindir, yani Allah sev­diği içindir.

Yine cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî yardımda bu­lunmak üzere herşeyini bağışlayan Hz. Ebu Bekir'e Peygamberimiz: "Geride ailene ne bıraktın?" diye so­runca, "Allah ve Rasûlü'nün sevgisi­ni bıraktım, ey Allah'ın Rasûlü" di­yerek imanın sevgi ile doruk noktaya çıktığının numûnesini vermiştir.

Hz. Peygamber'de (s.a.s.): "Allah'ım, se­ni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve senin sevgi­ni (sıcak ve hararetli günde) soğuk su­yu sevmekten bana daha sevimli kıl." diye dua etmiştir.

 

2b-Allah’ı sevmek O´nun ahlakıyla ahlâklanmaktır.

Gazzali ve Razi gibi alimlerin hadis zannettigi hikmetli bir sözde şöyle deniliyor: “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız.”

Vahyin ruhunu yansıtan güzel bir söz. el-Esmâul Hüsna’nın müslümanın hayatında eyleme dönüşmesini bu söz güzel bir biçimde ifade ediyor. Zira Esmâu’l-Hüsnâ güzelliğin ve ahlâkın kaynağıdır.

Kul, sevgisiyle Allah'a itaat eder, farz ibâ­detlerin dışında nafile ibâdetlerle de Allah'a manevî yakınlık kazanmaya çalışır. Nihayet ilâhî lütuf ile Allah'­ın sevgisine layık olur. Allah bir ku­lunu sevdi mi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Yani kul, Allah'ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işi­tir, tutmasını istediği şeyi tutar...

Da­ha açık ifadeyle Allah sevdiği kuluna daima razı olduğu işleri yapmayı na­sip eder.

 

2c-Allah’ı sevmek haddini bilmektir,

Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak insanın Allah’ı tanıması ve anlamasıdır. İnsan Allah’ı bilirse, kendini bilir. Kendi küçüklüğünü bilirse, ancak o zaman Allah’ın büyüklüğünü bilir.

Bu da bir anlamda haddini bilmektir.

 

2d-Allah’ı sevmek O´na teslim olmaktır.

Bütün bunların dışında kul Allah'ı, O'ndan gelecek bir nimet kar­şılığı değil; yalnızca Allah olduğu için sevmelidir. O'nu sevmenin ilk alâmeti O'na inanmak ve kayıtsız şartsız emir­lerine itaat etmektir.

"De ki: Eğer siz Allah 'ı seviyorsanız hemen bana (Hz. Muhammed'e) uyun ki Allah da siz­leri sevsin... " (Âli İmran, 3/31)

Bu âyet Allah'ı sevmenin ve Allah tara­fından sevilmenin şartı olarak Hz. Peygamber'e mutlak itaati öngörü­yor. Hz. Muhammed'e itaat, esasta O'nu elçi olarak gönderen Allah'a ita­attir. O'na isyan ise Allah'a isyandır.

İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz.

 

3-Allah’ı kimler sever

          a-Mü’minler Allah’ı severler

“İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.” (Bakara, 2/165)

“Şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.” (Bakara, 2/186)

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide, 5/54)

 

b-Allah’tan razı olanlar severler

“Allah buyurdu ki: "Bu, sadıklara doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır". Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Maide, 5/119)

“Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine saygı gösterene mahsustur.” (Beyyine 98/8)

c-Evliyaullah sever:

“Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.

Onlar, iman edip de takvâya ermiş olanlardır.

Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus, 10/62-64)

 

4-Sevginin somut sonuçları:

a-Yârdan gelen başüstüne

O diyorsa doğrudur diyebilmek. Ondan geliyorsa hoş sefa geldi.

Kahrın da hoş lütfun da hoş demek, muhabbetullahın yürekteki tezahürüdür. Gerçekten sevenler, sevgiliden gelene itiraz etmezler. Zira onun kendisi yanlış bir şey düşüneceğine ihtimal vermezler. Ya da ondan gelene itiraz etmenin, hem sevgiye yakışmayacağını, hem de sevgiyi törpüleyeceğini bilirler.

 

b-Sevgi itibarı ve değer vermeyi gerektirir

Bunun için ma’rifet gerekir. Ma’rifet ehli âlemlerin Rabbini hakkıyla takdir ettikleri için O’nu hakkıyla severler, O’na itibar ederler, O’na ait olana gereğince değer verirler. Büyük bir alimi talebesi de bilir, komşusu da bilir. Ama talebesinin tanımasıyla, komşusunun tanıması bir değildir. Dolaysıyla talebesinin takdir etmesiyle, komşusunun takdir etmesi aynı değildir.

c-Sevginin eseri

“Peygamber'e indirilen (Kur'ân)i dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: " Ey Rabb'imiz iman ettik, bizi de şahitlerden yaz" derler.

"Hem biz Rabb'imizin bizi iyi kişilerle birlikte (cennete) sokmasını arzulayıp dururken, neden Allah'a ve hak olarak bize gelen şeylere inanmayalım!". (Maide, 5/83-84)

“Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.

Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar.

İşte gerçekten mümin olanlar onlardır. Onlara Rablerinin katında dereceler vardır, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” Enfal,8/2-4

 

d-Sevenler takva sahibi olurlar:

Vikaye, sakınma korunma anlamına gelir. Takva’nın Allah’a nisbet edilmesi hiç bir zaman bizzat korkunç ve tehlikeli bir şeydebn korkmak anlamına gelmez. Öyler olsaydı, takva sahiplerinin O’na yakın değil uzak olmaları gerekirdi. O halde takva, Allah sevgisine engel olacak şeylerden nefsi korumaktan ibarettir.  Takva, Allah ile kul arasında sevgi ve dostluğun )muhabbet ve velayetin) oluşması ve devam etmesi esasına bağlıdır. Allah kendisinin müttakilerin dostu olduğunu söylüyor: (Casiye, 45/19, Enfal, 8/34)

İman ve takva sahibi Allah dostlarına da işaret ediliyor.

Takva, Allah ceza verecek diye korkmak değil, Allah sevmiyecek diye korkmaktır.

 

e-Şahit olan sevmeye başlar

Mahlukât sahip olmak için değil şahit olmak için yaratılmıştır.

Aynelyakîn şahit olan sevmeye başlar.

Zira idrak ettiği Hak (Gerçek) sevilmeye layıktır.

Şehid, gerçekten sevdiği için canını verir.

Kurban, sevginin isbatıdır. İbrahim, sevgisinin sonucu İsmail’i kurban etmeye hazırdı.

İnfak sevginin göstergesidir. 

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âli İmran, 3/92)

 

5-Bir bedende iki yürek olmaz

-Yürek sahibine aittir

Allah bir adam için içinde iki kalb yapmamıştır…” (Ahzab, 33/4)

Yürek beytullah ise, onun sahibi de onu var edendir, sevginin matlaı yapandır, sevmeyi öğretendir. O nasıl bir et parçasıdır ki, insan tekinin merkezi, imanın ve inkârın, sevginin ve nefretin, müjdenin ve korkunun, umudun ve umutsuzluğun, gülmenin ve ağlamanın, sevinmenin ve üzülmenin, zaferin ve yenilginin yeri olmaktadır. Onu böyle yapan asıl sahiptir. Öyleyse mutlak sevgi de O’na ait olmalıdır.

Enes ibnu Malik’in rivâyetine göre Peygamber şu duayı yapardı: Yâ mukallibe’l- qulûb, sebbît kalbî âla dinike. Ey kalplerı çekip çeviren Allahım Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” (Tirmizî, Kader 7, 2141. İbnu Mace, Dua 2, 3834)

-Sevgi bölünürse, tükenir

 

6-Sevgiye hazırlık;

a-Kalbi temizlemek

“Pâk eyle gönül sarayını

Yâr gelecek kondurmaya”

Bu ancak gönülden ‘lâ’ demekle mümkündür. Fitratta bir ilâha teslimiyet vardır. el-İlâh’a teslim olmayanlar, ‘âlihe’ye yöneliler. İnsanın içi boşluk kabul etmez.

Hakkıyla “lâ” diyemeyenler, kalpte kir bırakırlar.. Böylesine kirli kalpte gerçek muhabbetullah yeşermez.

b-Kalbi hazır hale getirmek,

Kalp “illallah” dedikten sonra, muhabbetullaha hazırlanır.

c-Kalbin gıdası

İnsan farklı şeyleri sever ve onlara yönelir. Kimisini tadar, kimisini kullanır, kimisiyle birlikte olmaktan haz alır. En fazla neyi seviyorsa, en fazla ona kavuşmaya gayret eder. Sevdiklerine kavuştukca sevinir, kalbi inşirah bulur, doyduğunu hisseder. Ama hiç bir zaman doymaz.

Muhabbetullah kalbin gıdasıdır. Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle itminan bulur âyeti buna işaret ediyor olsa gerek.

 

7-Sevgi mizandır

a-Allah için sevmek

Allah'ı sevmek, diğer varlıkları sevme­meyi gerektirmez. Ancak yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan gibi sevmek küfürdür. Hristiyanlar Hz. İsa’yı Allah gibi sevdiklerinden, küfre girmişlerdir.

"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutarlar, Allah'ı gibi onları severler. İnananlar ise çok Allah'ı severler. " (Bakara, 2/165)

Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim: "İmanın tadını, Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar." (Müslim, İman 56, (34); Tirmizî, İmân 10, (2625).

Hz. Enes, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle buyurduğunu anlatıyor: "Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar: Allah ve Resûlünü bu ikisi dışında kalan herşeyden ve herkesten daha çok sevmek, bir kulu sırf Allah rızası için sevmek, Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm'ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak." (Buhârî, İman 9, 14, İkrâh 1; Müslim, İman 67, (43); Tirmizî, İman 10, (2626); Nesâî, İman 3, (8, 96); İbnu Mâce, Fiten 23, (4033).)

 

b-Allah için sevmemek

“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.” (Mücadile, 58/22)

“Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.” (Tevbe, 9/24)

Ebu Ümâme (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle dediğini rivayet ediyor: "Kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir, Allah için vermezse imanını kemâle erdirmiştir". (Ebu Dâvud, Sünnet 16, (4681).)

 

c-Allah sevgisi aynadır

          Bu aynada mü’min, Allah’a nisbetle nerede durduğunu, ihlasını, boyunun ölçüsünü görür. Aynanın parlaklığı kişinin kulluktaki durumuyla orantılıdır. Sevgisi güçlü olanların bu aynası parlaktır ve güzel şeyler gösterir.

 

d-Allah sevgisi her sevgi için ölçüdür:

Neyi ne kadar sevmemiz gerektigini Allah sevgisi belirler. Diger sevgiler, allah sevgisine nisbetle deger kazanır. Anne babamızı Allah emrettiği için severiz. Anne babamıza Allah bizi seveceği için iyilik ederiz.

Çocuğumuz Allah emaneti, hibesi, sürur kaynağı olduğu için severiz. Ona karşı görevlerimizi Allah belirlerdiği icin severiz.

Başka şeyleri, başka insanları Allah sevgisine göre severiz. Allah’ın sevmediği, bize sevmeyin dediğini sevmek, muhabbetullaha tersdir.

Allah sevgisinin, diğer mahlûkâtı sevmeye engel olmadığını söylemiştik. Ana, baba, eş, evlâd, dünya ve dün­ya nimetleri de sevilir. Ancak bu sev­gi, Allah sevgisinden daha üstün ol­mamalıdır. Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ızdırap kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan insan, bir gün ondan ayrılacağını düşündük­çe kahrolur. Allah'a ve âhirete inan­mayan ve hayat olarak sadece dünya hayatını kabul eden kâfir için, ölüm en büyük felakettir. Ölümü inkâr, Al­lah'ı ve âhireti inkâr kadar kolay de­ğildir. Kâfir için sevdiklerinden ayrıl­ma ve ızdırap kaynağı olan ölüm,, mü'min için sevdiğine kavuşma anı­dır.

 

8-Yamuk sevgi yamuk tavra sebep olur

a-Kişi neyi seviyorsa onun kölesi olur

Kişi neyi aşırı seviyorsa, onun emrine girer, adeta kul-köle olur. Sevgi hürmeti doğurur, tutku ise köleliğe götürür. Birine köle olmak sevginin değil, kendini değersizleştirmenin sonucudur.

Halbuki gerçek sevgide istenen, kendi benliği inkâr, yok etme, fenâya sürüklemek değil, durduğu yeri ve sevginin adresini bilmektir.

 

b-Yanlış yapanlar yanlışı sevenlerdir

İnsanların yanlışların kaynağı yanlış sevgilerindendir. Sevdalanadıkları nesneler, kişiler, hedefler onları yanlışa götürmektedir.

Ama Hakkı sevenler, bu sevgiyi eksen alırlar, Ona layık olanı sever, o sevgiyi yitirmemeye çalışırlar.

 

9-Üç Şey Allah’a mahsustur

İnsan bazı şeyleri sevebilir. Bazı şeylerden korkabilir. Birlerinden, bir yerlerden bir şey umabilir. Ama insan aynı anda sevgi, korku ve ümit duygularını yalnızca Allah’a karşı besler.

Bu üç duyguyu aynı anda herhangi bir şleye besleyenler, korkulur ki biraz sonra onun tanrı sanmaya başlar. Zira insandan kaynaklanan bu üç duygu, hep birlikte sadce insanın sahibine aittir.

 

9-Allah’ı seven Rasûlüne itaat eder

“De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (Âli İmran, 3/31)

 

10-Allah'ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin özelliği;

O'na, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, ve İslâm'ından dolayı kınayıcı-ı kınamasından korkmamaktır,

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (el-Mâide, 5/54)

 

C-RU’YETULLAH 

1-Ru´yetullah ne demektir

Allah’ın dünyda veya ahirette mü’minler tarafından bir şekilde görülmesi demektir.

 

2-Ru’yetullah mümkün müdür

Allah'u Teâlâ, zamandan, mekândan, cihetten, cisim olmaktan münezzehtir. O'nun zâtının hakikatini aklımızla ve hislerimizle idrâk edemeyiz. Bu idrâk insan takatinin dışındadır. Çünkü Al­lah'ın hakikati, varlıkların hakikati­ne hiçbir yönüyle benzemez. Kendini bile hakkıyle anlamaktan âciz olan, maddiyât ve mahsûsât sahasında bile birçok hatalara düşen insan; elbette hakîkât-i ilahiyeyi de idrâkten âciz olur.

İmam Gazalî, felsefeciler ve ehl-i tasavvufun büyük bir kısmı, ilâhî ha­kikati idrâk etmenin mümkün olma­dığı kanaatindedirler.

Kelâm âlimle­rinin çoğu, Allah'ın lûtfu ile bazı seçkin kişiler için böyle bir idrakin ke­şif ve ilham yoluyla mümkün olduğu­nu söylemişlerdir. Ancak onlar da dünyada bunun mümkün olmadığını ifade ederler. Böyle büyük bir nime­tin dünyada bir ferde nasib olacağını kabul etmemektedirler.

Allah’ın görülebilmesi meselesi İslâm alimlerini bir hayli meşgul etmiş, bu konuda farklı görüşler ileri sürülmüş, bu konudaki nâsslar farklı şekilde yorumlanmış. Aşağıda onlardan örnekler vereceğiz.

Ama önce Kur’an’ın verdiği bir örneğe bakalım:

 

a-Hz Musa’nın arzusu

Hz. Musa (a.s), Allah'a, zâtını görme isteğini dile getirmiştir. Bir peygam­berin böyle bir istekte bulunması is­teğinin mümkün olabileceğine delildir. Hz. Musa'nın (a.s.) bu görme isteği­ne karşı Allah'ın "Elbette Beni göre­mezsin... " buyurması, "görmeye tahammül edemezsin." mânâsındadır. Âyetin devamı bu manâyı kuvvetlen­dirmektedir.

"Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'ı (onunla)konuşunca: "Rabbiım bana (kendini) göster, sana bakayım " dedi. (Rabb'ı "buyurdu ki: Sen Beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni göreceksin!" Rabb'ı dağa görününce -tecelli edince- onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca: "Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inanan­ların ilkiyim" dedi." (A'râf, 7/143).

 

b-Hadislerde ru’yetullah

b1-Dünyada ru’yetullah:

Miraç'da Hz. Muhammed'-in (s.a.s.) Allah'ı görme hususunda Hz. Âişe’den gelen bir rivâyet şöyle:

Mesrûk rahimehullah anlatıyor: "Hz. Aişe radıyallahu anhâ'ya dedim ki: "Ey anneciğim! Muhammed (as) Rabbini gördü mü?" Bu soru üzerine:

"Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur. Şöyle ki: Kim sana: "Muhammed Rabbini gördü" derse yalan söylemiş olur.

(Hz. Aişe bu noktada, sözüne delil olarak) şu ayeti okudu. (Mealen):

"Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder" (En'âm, 6/103).

Devamla dedi ki: "Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira ayet-i kerimede (mealen):

"Hiçbir nefis yarın ne kesbedeceğini bilemez" (Lokman 31/34) buyrulmuştur.

Kim sana "Muhammed'in vahiyden birşey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü ayet-i kerimede (Mealen):

"Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın" (Maide 5/67) buyrulmuştur.

Lakin Resûlullah (sav) Cibril'i (asli suretinde) iki sefer görmüştür." (Buhari, Tefsir, Maide 7, Bed'ü'l-Halk 6, Tefsir, Necm 1, Tevhid 4; Müslim, İman 287, (177); Tirmizi, Tefsir, En'âm, (3070).)

Gerçekte Hz. Peygamber'in Mi'raç'ta gördüğü, Allah'ın zâtı değil, büyük âyetleridir.

Ebû Zer (ra), Rasûlullah'a (sav "Rabb'ını hiç gördün mü?" diye sorunca Hz. Peygamber (sav), "Bir nur, onu na­sıl göreyim" diye cevap verir.   (Müslim, İman 291, (178); Tirmizi, Tefsir, Necm, (3278).)

Muhaddis, fukaha ve kelâm âlimlerinden bir grubu rü'yetullah'ın dünyada müm­kün olamayacağını ileri sürmektedir­ler. 

 

b2-Ahirette ru’yetullah

Cerîr İbnu Abdillah (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:

"Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin)."

Cerir der ki: "Resûlullah, sonra şu âyeti okudu:

"Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et." (Tâhâ, 20/13). (Buhari, Mevâkitu's-Salât 6, 26, Tefsir, Kâf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizi, Cennet 16, (2554).)

Hz. Süheyb (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:

"Cennetlikler cennete girince Allah (cc):

"Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim!" buyurur. Cennetlikler:

"Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)" derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir."

Süheyb der ki: "Resûlullah bu sözlerinden sonra şu ayeti okudu.

"İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik bir de ziyade vardır" (Yunus, 10/26). (Müslim, İmam 297, (181); Tirmizi, Cennet 16, (2555).)

Yine Müslim Zühd 16 (2968) nolu Ebu Hureyre’den gelen uzun bir hadiste, Buharî, Rikâk 52, Ezan 129, Tevhid 24, Müslim İman 299 (182), Cennet 30 (2560) nolu Ebu Hureyra kaynaklı bir başka uzun hadiste, Rasûlüllah’a, ‘Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?’ diye sorulduğu zaman, bulutsuz bir günde, öğle vaktinde Güneşi görme noktasında tereddüt olamayacak kadar, kıyamet günü Allah’ın görüleceği söylenmektedir.

 

c-İslâm alimlerine göre ru’yetullah

Bazı alimler Kıyamet 23. âyetten hareketle Allah’ın dünyada da görüleceğini ileri sürmüşler.

Mutezile ise "Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder" (En'âm, 6/103 ve A’raf, 7/143) âyetlerine dayanarak dünyada da ahirette de görülemiyeceği fikrini savundular.

Biri grup alim de orta yolu benimsemişlerdir. Onlar yukarıda sıralanan sahih hadisleri ve şu ayeti delil olarak alırlar.

“Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar.” (Kıyamet 75/22-23)

Ehl-i Sünnet alimleri bu âyetteki ‘bakış’ı görme manasında anlayarak, Ahirette Allah’ın görüleceği fikrine sahip olmuşlardır.

Mute­zile mezhebi ise ‘len terânî’ âyetinden hareketle bunun mümkün olmadığı kanaatindedir. Onlara göre buradakı ‘bakış’ Rabbin nimetini baklemeyi ifade eder. Bu tıpkı birinin, ‘falancanın bana ne yapacağına bakıyorum’ demesi gibidir.

Kimilerinin iddiasına göre görülmenin şartı, var ol­maktır. Allah da var olduğuna göre, Allah da görülebilir. Ancak sahib ol­duğumuz gözümüzün yapısı, Allah'ı görebilecek ölçüde yaratılmamıştır. En’am 103te Allah’ın Lâtif ve Habîr olduğu, dolaysıyla dünya gözü ile görmenin mümkün olmadığı söyleniyor. Ama ahirette ilâhî bir lütuf olarak perdeler kalkar, Lâtif olanı görebilecek latif gözler yaratılır.

Ordaki gözler dünyadaki gözler, oradaki görüş buradaki görüş gibi olmaz. Ahiretin her hali kendine mahsustur.

Hak ehline göre ru’yet, Allah’ın yaratığında yarattığı bir güçtür. Ru’yetin olması için ışıkların gelmesi, görülenin, gören karşısında bulunması şart değildir. Biz dünyda böyle zannederiz. Ahirette Allah’ın görülmesi için dünydaki cihetler gibi cihetlere ihtiyaç yoktur. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdai Tefsiri, 10-179-180)

 

3-Lütfun zirvesi

Kıyamet 22-223 âyeti mü’minlerin ahiretteki durumunu anlatmaktadır. Bazı yüzlerin sevinçten parıl parıl bir şekilde Rablerine bakacaklarını anlatıyor. Bu parlaklığın ve sevincin Yüce Rabbin Cemâline bakmaktan ileri geldiği söylenebilir.

Şüphesiz beşer Allah’ın zâtının haki­kâtini idrakten âcizdir. Ancak Mü'minlerin âhirette Allah'ı bir­birlerine engel olmaksızın görmeleri, Allah'ın bir lutfu olarak vukua gelemesi mümkündür.

Cenneti hak eden mü’minlere namütenâhi, gözlerin görmediği, akılların almadığı nimetler verildiği gibi, Rabbe bakma, nazar etme, Yüce Cemali seyretme en büyük lütuf olarak verilebilir.

 

4-Ru’yetullah neyi ifade ediyor

Bu lütuf onlar için bir şeref ve en nihâi gayedir. Cennetlikler böyle bir nimetle taltif edildekten sonra ötesini önemsemezler.

Bir hadiste belirtildiği üzere, Cennete giren hiç bir kimse oradan çıkmaz istemez. Şehidler hariç deniliyor.

Şüphesiz ki Cennet nimetlerini, güzellikleri ebedî saadeti gören bir daha ordan çıkmaz ister mi? Dünya gözüyle, insan eliyle, sun’î olarak yapılan bir bahçeye girdimiz zaman bile hoşnut, mutmain, mesrur ve mutlu oluruz. Adeta bahçeden çıkmaz istemeyiz. Cennet ise dünydaki bahçelerin çok çok fevkınde güzel, nimeti çeşitli ve bol, ebedi ve bitimsiz.

Bu kadar nimete bir de Cemalullah’a bakmayı eklerseniz, ruhunuz bayılmaz mı? Gönlünüz böyle bir vuslatı istemez mi? Böyle bir hedefe yürümek arzusu olmaz mı?

Âyetteki ve hadislerdeki müjde insan için en son hedefi göstermektedir. Geri dönüşü olmayan bir yola gireceğiz. Orada bu müjdeye kavuşmak burada mümkün. Nasslar bizi kulluğa, yani hayatın her alanında salih amele davet ediyor.

Mü’minler dualarında: “Ya Rabbi, bize cennet ve cemalinin nasip eyle” derler.

Biz de böyle dua ediyoruz.

  • Yarabbi yüreklerimizi muhabbetinle doyur
  • “Ya Rabbi, bize cennet ve cemalinin nasip eyle”