Biat ve velayet (meşru yöneticilik) hakkında bir seminer

Hüseyin K. Ece

9 Mayıs 2010

Beytu’s-Selam - Duisburg - Almanya

 

 

A-Veli Kelimesi ve Türevleri:

1-Veli Kelimesinin Sözlük Anlamı,        

‘Veli’ kelimesi ve bunun türevleri Kur’an’da çok sık geçen kavramlardan biridir.

Bu kelime ve türevleri fiil çekimi halinde 110 defa,

‘veli’ olarak 44 defa, bunun çoğulu olan ‘evliyâ’ olarak 43 defa,

bunun türevleri ‘vâli’ olarak 1 defa,

‘mevlâ’ olarak 18 defa yer almaktadır.

‘Veli’ kelimesinin kökü ‘velâ’dır. Bunun masdarı da ‘velyü, vilâyet veya velâyet’tir.

‘el-Velâü ve et-tevellâ’, sözlükte; iki şeyin aralarına kendilerinden olmayan yabancı bir şey girmeyecek şekilde peşpeşe meydana gelmeleridir.

Buradan benzetme yoluyla bir şeyin yakınında bulunma, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yaklaşma ve yanyana olma manalarına ulaşılmıştır.

‘Velâ’ fiilinin masdarları olan ‘el-vilâyetü  ile el-velâyetü’ bir işi üzerine alma anlamındadır. (R. Isfehânî, el-Müfredât, s: 837)

‘Velâyet’e;

arkadaşlık/sadâkat, niyet, yer, zaman, din ve nisbette, yardımda, inançta (itikatta) tam bir yakınlık, yanyana bulunma anlamları verilmektedir.  (el-Müfredât, s: 837. M. H. Tabatabâî, el-Mizan, 10/89)

‘Velâyet’

aynı zamanda bir  işi yüklenme, işinde tasarruf sahibi olma, emirlik, riyaset (yönetim ve yetki), yardım işini üzerine alma, destek olma demektir. (Cevherí, es-Sıhah Tacu’l-Lüga, 6/2528-2530. Firûzâbâdí, Kâmusu’l-Muhít, 4/404. Isfehâní, Müfredât, s: 83

‘Vilâyet’,

yardımdan yana bir yakınlık ifade ederken, ‘velâyet’  daha çok emirlik (riyâset-yöneticilik) ifade eder.

‘Velâ’ kökünden türeyen ‘vellâ’;

birini bir işe tayin etmek, birine bir iş yüklemek anlamına gelir. Bir hadiste bu anlamda kullanılmaktadır.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:

“Allah (cc) birine bu ümmetin işlerinden herhangi birini yükler de (vellâ) o da onların ihtiyacını görür, fakirliğini giderirse, Allah (cc) da onun ihtiyacını görür, fakirliğini giderir.” (Ebu Davûd, İmâre/Hadis no: 2948, 3/135)

Veli ve mevlâ (sonu elifle biten)  fail olarak yakın, dost, yardımcı olan, mef’ul olarak da veli edinilen manasında kullanılır.

Mü’min için ‘veliyyullah/Allah’ın velisi’ denir. Burada veli mef’ul  (tümleç) ölçüsünde olup ‘Allah’ın kendisine veli ve mevlâ olduğu kişi’ demektir.

Meselâ bir müslüman için; “O, Allah’ı veli edindi ve O’nun mevlâ oluşunu reddetmedi” denilir. Yine Allah için; “O, mü’minleri veli edindi ve Allah (cc) onların mevlâsı’dır” şeklinde söylenebilir. (el-Müfredat, s: 837)

‘Vellâ veya tevellâ’, nefsin bir şeye yönelmesini ifade eder ki, bu da yönelinen mekana yakınlığı anlatır. Mesela, ‘kulağımı ona yönelttim’, ‘yüzümü ona döndüm’ denilebilir.

Kur’an, kıble olarak Kâbe’ye yönelmeyi ‘vellâ’ fiiliyle emrediyor. (Bekara/144)

Bir başkasını dost edinmeye, başka birine, ya da başka bir gruba dostluk için meyletmeye de ‘tevellâ’ denir.

“Zira benim velim o kitabı indiren Allah’tır. O salih kimseleri dost edinir (tevellâ).” (7 A’raf’196)

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hırıstiyanları da veli (dost ve yönetici) edinmeyiniz. Onlar (ancak) birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse (tevellâ), muhakkak o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.”  (5 Maide/51)

“Ey iman edenler! Babanız ve kardeşleriniz eğer küfrü imandan sevimli bulurlarsa; onları veli edinmeyin. İçinizden kim onları veli/dost edinirse (tevellâ); onlar nefislerine zulmedenlerdir.” (9 Tevbe/23)

‘Tevellâ’; uzaklaşmak, yüz çevirmek, geriye dönmek gibi anlamlara da gelir.

“Gerçekten onlarda sizin için ve Allah’a ve ahiret gününü umanlar için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse (tevellâ); şüphesiz ki Allah muhtaç olmayandır (çok Ğanî’dir), hamd’e layık olandır.” (60 Mümtehıne/6)

“Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü (tevellâ) o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (4 Nisa/115. ayrıca bak. 3 Âli İmran/82. 2 Bekara/137. 7 A’raf/79. 13 Yusuf/84. 20 Tâhâ/60. 24 Nûr/11. 53 Necm/29. 80 Abese/1. v.d.)

‘Tevellâ’, aynı zamanda iş başına geçme, sorumluluğu üzerine alma, insanlara veli olma manalarına da gelir.        

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü hoşuna gider ve o, kalbinde olana da Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.

İş başına geçtiği/ya da (yanından) ayrılıp gittiği zaman (tevellâ) yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise fesadı sevmez.” (Bekara/204-205)

Yani böyle kimseler bir iş yapmaya yöneldikleri (tevellâ) zaman fesat çıkarırlar, yanlış yaparlar, haksızlığa sebep olurlar. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an, 1/205)

 

2-Kavram Olarak Veli,

‘Veli (çoğulu ‘evliyâ’)’; seven, dost, yardımcı, işini yüklenen, en yakın sorumlu, sırdaş, candan sevip destek olan, komşu ve yakın olan demektir.          

Kişiye sevgi ve yardım duygularıyla yaklaşıp onu hiç terketmediği için yardım eden dosta da ‘veli’ denilir.

Bu başka açıdan ‘veli’;  ‘düşman olmanın’ karşıtıdır.

         Kur’an şöyle diyor:

         “İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost (veli) oluvermiştir.” (41 Fussilet/34)

Veli aynı zamanda, kişinin yararını ve ulaşmak istediği amaç doğrultusunda işlerinin yoluna gitmesine yardımcı olabilecek, o konuda sorumluluğu üslenen kimse demektir. 

         Bazıları ‘veli’ kelimesine, seven ve yardım eden şeklinde bir anlam verirler.

‘Veli’ kelimesinde doğrudan doğruya sevgi manası olmasa bile, sevgi; veli/dost olmanın gereği sayılır. Birine yardım etmek veya onun işini üzerine almak sevgi ile yakından ilgilidir.

         Şüphesiz ‘veli’ kavramını dost olma, başkasının işini üzerine alma,yardımcı olma gibi anlamlarını düşünürsek, işin içerisinde sevginin de olduğu görülecektir.  Bu gibi özellikler aynı zamanda gerçek dostun (velinin) da belirgin nitelikleridir.

Veli’nin bir başka manası da, birinin işlerini üzerine alan demektir.

Nitekim Allah (cc), kendisini mü’minlerin velisi olarak niteliyor ve onlara fayda verecek şeyleri kendisi üstleniyor. 

Bu velâyetinin (veliliğinin) bir gereği olarak da onlara sürekli rahmetini ve özel yardımını göndermektedir. ( F. Razî’den, M. Öccü, Kur’an’da Veli ve Velâyet, s: 26)

 

3-Allah ‘el-Vâli ve el-Mevlâ’dır:

‘el-Vâli’ aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bütün varlıkların işinin üzerinde hükmü olan ve onları çekip çeviren anlamına gelir. Bazı tefsircilere göre ise ‘Vâli’ veli demektir, onun taşıdığı manaları taşır. Vâli olan Allah, hem bütün hükümranlığı (hükmetmeyi) elinde bulundurur, hem de kullarını sever, onlara yakındır, onlara yardım eder ve ihtiyaçlarını giderir.   

‘Vâli’ kelimesi Kur’an’da bir âyette geçmektedir:

“….Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip-bozmadıkça, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (imkan) yoktur. Onlar için O’ndan başka bir Vâli (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” (13 Ra’d/11)

‘Veli-velâ’ kökünden gelen bir başka sözcük de ‘mevlâ’dır.

Mevlâ anlam olarak ‘veli ve velâyet’ kelimelerine yakındır. Ancak mevlâ’nın; dost, efendi, sahip, azat edilmiş köle, Rabb, yardımcı, iyilik yapan gibi farklı manaları da vardır. (S. El-Kahtâní, el-Velâu ve’l Berâu fi’l İslâm, Yersiz 1409, s: 87)     

Kur’an’da ‘mevlâ’ kelimesi, veli, dost, yardımcı, ni’met veren, koruyup kollayan, işini üzerine alan anlamında kullanılmaktadır.

“O gün dost (mevlâ), dostundan (mevlâ’sından) bir şey savamaz, Ve onlara yardım da edilmez.”  (44 Duhân/41)

Kur’an-ı Kerim, ‘mevlâ’ kelimesini Allah (cc) dışındaki dost ve yardımcı sayılan varlıklar hakkında kullanmakla beraber, ona daha çok Allah’ın (cc) bir sıfatı olarak yer vermektedir. İnsanlara ‘Allah’ın mevlâ’sı denilemez, buna karşın ‘Allah mü’minlerin mevla’sıdır denilebilir.    

‘Veli’ ve ‘mevlâ’ sözcükleri Allah hakkında kullanıldığı yerlerde hemen hemen aynı anlama gelirler. (22 Hacc/78. 8 Enfâl/39-40. 66 Tahrim/2)

Allah (cc), insanlar için gerçek mevlâ’dır, dost, sahip ya da koruyucudur.

 

4-Mü’minlerin Velisi Allah’tır,

Kur’an’da ‘veli’ sıfatı Allah (cc) için kullanılmakla beraber az da olsa; insanlar, putlar, şeytan, tağut hakkında da kullanılmaktadır.

Allah’ın güzel isimlerinden (Esmau Hüsnâ’dan) biri de ‘el-Veliyy’dir. Bunun anlamı, insanların ve evrenin işlerini üzerine alan, yardım eden demektir.

 

5-Velilik/Dostluk Bağı:

İman bağı ile kurulan ‘velâyet’ gerçeğini anlamış olan bir müslüman, mutlak ve değişmez ‘veli (dost, yakın ve yardımcı)’ olarak Allah’ı tanır. 

Bu bilinçle hareket eden, Allah’ın dışındaki kimselerle ve odaklarla kuracağı dostlukta temel olarak Allah’a ait velilik ölçüsünü alır.

Yani o, Allah’a veli olanlarla, ya da Allah’ın kendisi için veli edindiği kimselerle velilik bağını kurar.

Onlara karşı velâyetin gereklerini yapar. Veli olarak onları sever, onlara yardımcı ve destek olur, gerekirse ihtiyaçlarını giderir.

Onları candan dost ve ahbab kabul eder.

Onların faydasına çalışarak işlerine yardımcı olur, tehlikelere karşı onları korur. Onların aleyhine olabilecek faaliyetlerde bulunmaz. Onlara karşı düşmanlara yardım etmez, maddi ve manevi destekçi olmaz. 

Allah’ın ve O’nun dininin düşmanlarına, o dine karşı ellerindeki bütün imkanları kullanarak mücadele edenlere veli gözü ile bakmaz. Böyleleri kendi akrabaları, anne-babaları veya tanıdıkları olsa bile onlarla velilik bağı kurmaz. (58 Mücadile/22)

Kur’an, mü’minlerin dostlarını (velilerini) şöyle açıklıyor:

“Sizin veliniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.” (5 Maide/55)

Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri veli-dost olarak bilmek imanın gereğidir.

Bir başka deyişle imanın lezzetini tadanlar, dost (veli) olarak  bunları kabul ederler. Kur’an bunları veli/dost kabul edenlere ‘hizbullah-Allah taraftarları’ ünvanın veriyor ve onların mutlaka galip geleceklerini müjdeliyor.

“Kim Allah’ı, O’nun Peygamberini ve mü’minleri veli (dost ve yardımcı) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar ‘hizbullah-Allah taraftarı’larıdır.” (5 Maide/56. Bir benzeri 58 Mücadile/22)   

         Bir kimseyi veli edinmek, aynı zamanda onu dost saymak, onunla yardımlaşmak, -yetki sahibi ise- otoritesine boyun eğmek, ona ait görev ve yetkilerini tanımak, yönetme işini ona emanet etme gibi anlamlara gelir.  

         Veli kelimesinin benzeri olan ‘meveddeh’ ise, sevgi, sevgi üzerine kurulan bağ ve buna bağlı olarak birini veli edinmek demektir.

‘Velâyet’ her şeyden önce bir iman yakınlığı, duygu ve birbirini destekleme beraberliğidir. Buna göre bütün müslümanlar karşılıklı olarak birbirlerine veli/dosttur. Bu veliliğin ilk örneği, müslüman olduktan sonra Allah için hicret eden Muhacirler ile onlara yardım eden Ensar’dır.(8 Enfal/72)

“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği (ma’ruf’u) emrederler, kötülükten (münker’den) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (9 Tevbe/71)

 

         6-Allah’ın Veliliği (Velayet hakkı) ve Diğer Dostluklar, 

Allah’ın mü’minlere veli oluşunun sonuçları çeşitli şekillerde görünür. 

Mü’minlerin velisi/mavlâ’sı Allah’tır (cc). Çünkü O, kullarının ihtiyaçlarını giderir, işlerini düzene koyar, onları ‘doğru yola’ iletir (hidayet verir), ona faydalı şeyleri emreder, zararlı şeyleri yasaklar, dünya hayatında ve ahirette ona yardım eder.  

O, kullarını gözetir, nimet verir. Dolaysıyla O hamd edilmeye layık bir veli’dir (dosttur). (42 Şûra/28). O, bağışlayan ve merhamet eden bir yardımcıdır (velidir). (7 A’raf/155)

Allah’ın veliliği diğer sıfatları gibi mutlaktır ve süreklidir.

O, gerçek dostluğun, yakınlığın ve yardımcı olmanın kaynağıdır.

İnsanlarda bulunabilecek aldatma, vefasızlık, hıyanet, aldırmamazlık, acımazlık gibi küçültücü sıfatlardan uzaktır.

O; iman ettikten sonra kendisine karşı sorumluluk bilinci duyarak (takvalı olarak) ‘veli’ olan mü’minlere rahmetini indirir.

Onlara her türlü nimetini ihsan eder.

Onlara izzet (üstünlük), mülk, muhabbet/sevgi ve Hakk’ın şahitleri olma şerefini bağışlar. 

O, bütün bu üstün özelliklere sahip en yüce dosttur, velidir. İnsanlar Allah’tan başka mutlak veli-dost ve yardımcı bulamazlar.  (9 Tevbe/116. 6 En’an/70. 18 Kehf/26. 29 Ankebût/22.)

-Veliliğin gereği;     

Veli olmak, veli olunan üzerinde hak ve yetki (salahiyet) sahibi olmayı gerektirir. Velâyetin (veli olmanın) özünde bu anlam vardır.

Yalnız bu yetki, veli edinilen üzerinde bir baskı ve hükmetme değil, aksine her açıdan onun iyiliği için çalışma, yakını olma ve onun için gerekli yardımı yapma yetkisidir.

Bu yetki içerisinde sahip olma ve ilgilenme, sevgi ve merhamet; bu sevgi ve merhametin gereği olarak ona yakın ve dost olma, koruma, eksiğini giderme, her bakımdan yardımcı olma manaları bulunmaktdır.

Allah’ın kulları üzerindeki ‘velâyet’ hakkını, öncelikli olarak O’nun  her şeyin sahibi, hükümranı ve ihtiyaç gidereni olarak düşünmek gerekir.

İnsanın sahibi ve yaratıcısı O olduğuna göre, insana düşen; mutlak Veli olarak O’nu tanımaktır. ‘Velâyet’ hakkını, yani kullar üzerindeki Rablik ve ilâhlık hakkını da O’na vermektir.

Kulların, ‘velâyet’ hakkını Allah’a tahsis etmeleri Tevhid’in ta kendisidir.

O’ndan başka ilâh tanımamak, O’ndan başka rabb edinmemek, kulluğu yalnızca O’na yapmaya söz vermektir.

O’ndan gelen ölçüleri kabul etmek, mutlak velinin iyiliklerini bilmek ve O’na hakkıyla itaat etmektir.  

 

7-Veli Edinilmesi Helâl Olmayanlar:

Allah’ı  bırakıp, ya da O’nun yanında özellikle kendisine kullak yapma, Allah’tan istenebilecek şeyleri ondan isteme, ya da Allah’a gösterilebilecek tazimi ona gösterme anlamında veliler (putlar) bulmak caiz değildir. Böyle yapanlar Allah’a şirk koşmuş olurlar. 

Kur’an, İslâma karşı mücadele eden ve müslümanlara düşmanlık besleyen kitap ehlinin veli edinilmesini yasaklıyor.

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kafirleri veli olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup-sakının).” (5 Maide/57)

Şüphesiz ki  bu yasaklanan velilik, iman bağı ile oluşan yakınlık, dostluk ve müslümanların aleyhine olacak şekilde onlara yardımdır.

Müslümanlara saldırmayan, onlara zarar vermek için çaba göstermeyen, İslâmla alay etmeyen bütün insanlarla normal hayat ilişkileri devam ettirilir.

İslâm, Kur’an’ın kâfir (inkârcı) diye nitelediği kimseleri ‘veli-dost’ saymayı uygun görmüyor:

“Mü’minler, diğer müslümanları bırakıp, inklârcıları veli-dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehliden) korunmanız başka...” (3 Âli İmran/28.

“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp ta kâfirleri veli edinmeyin. Aleyhinize Allah’a açık bir delil vermek mi istersiniz.” (4 Nisa/144)

“Ey iman edenler! Babanınız ve kardeşleriniz eğer küfrü imandan sevmli bulurlarsa; onları veli edinmeyin. İçinizden kim onları veli/dost edinirse; onlar nefislerine zulmedenlerdir.” (9 Tevbe/23)

İnsanlara hiç bir faydası ve zararı olmayan putları veli-dost, yakın ya da yardımcı saymak da olacak şey değildir.

“Uyanık olun, O’ndan başka veli (dost ilâh) edinenler; “Biz bunlara, ancak bizleri Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (derler). Muhakkak ki Allah ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki Allah, yalan söyleyen, kâfir olan hiç kimseye hidâyet etmez.” (39 Zümer/3. 13 Ra’da/16. 22 Hacc/13)

Kur’an, Peygamberin sahabelerinin, Allah’ın ve O’nun dininin düşmanı olan Mekkeli müşriklere veli-dost olmalarını yasaklıyor. (60 Mümtehıne/1-2)

Dinde iki yüzlü davranan münafıkları veli edinmek Allah’a emrine aykırıdır. (4 Nisa/88-91)

Şeytan hiç bir şekilde iman edenlerin velisi (dostu-yardımcısı) olamaz.  Allah’ın huzurundan kovulduktan sonra bütün insanları saptıracağına yemin etmiş olan şeytan insana nasıl veli olabilir ki? Kur’an’ın ifadesine göre o bütün  insanların apaçık düşmanıdır.

Onu veli (dost/yardımcı)sayan, onu kendine yakın bulup onun kandırmalarına aldanan, ya da onun gösterdiği şeyi severek benimseyen şüphesiz büyük zarara uğrar.

“Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim: Hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın yaratışını değiştirecekler. Kim Allah’ın yerine şeytanı veli/dost edinirse, muhakkak ki açık bir zarara uğramıştır.” (4 Nisa/119)        

 

8-Allah’ın Kendine Veli Edindikleri:

Müslümanlar için mutlak veli (dost, yardımcı, seven ve koruyan) yalnızca Allah’tır.  Kur’an, Hz. Muhammed’in diliyle şöyle diyor:

“Benim Veli’m Kitabı indiren Allah’tır. O, salih kimseleri dost edinir, onlara yardım eder.” (7 A’raf/196)

Allah (cc) kulları içinden salih olanları kendine veli (dost) olarak seçer. Onlar Rabblerine hakkıyla iman ettikten sonra O’nun razı olacağı salih amel işlerler. Bunun karşılığı olarak da Allah (cc) onlara veli olur.

“Onlar için Rableri katında ‘selâm yurdu’ vardır ve O, yapmakta oldukları dolaysıyla onların velisidir.” (6 En’am/127)

Allah (cc) aynı zamanda kendisine karşı sorumluluk bilinciyle davranan takva sahibi kullarının da velisidir. Kur’an, kendilerine hak bir ilim geldikten sonra ‘hakka tecavüz ve azgınlıktan’ dolayı ayrılığa düşüp, doğru yoldan uzaklaşanların hesabının Allah’a ait olduğunu söyledikten sonra Hz. Muhammed’in ve ümmetinin hangi şeriate uyacaklarını belirtiyor ve şöyle ekliyor:

“Çünkü onlar, Allah’tan (gelecek) hiç bir şeye karşı kesin olarak seni bağımsız kılamazlar. Hiç şüphesiz zalimler birbirinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir.” (45 Casiye/19)

Allah (cc), kulları arasından kimilerini veli-dost olarak seçmektedir. Kur’an onlara ‘evliyaullah-Allah’ın velileri’ demektedir.  (10 Yunus/62)

 “Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.

Onlar iman edip takvaya ermiş kimselerdir.

Dünya hayatında da ahirette de müjde onlaradır. Allahın sözlerinde asla bir değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Yunus/62-64)

“Doğrusu, insanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamberle beraber iman edenlerdir. Allah, mü’minlerin velisidir (yardımcısı, yakını ve dostudur).” (3 Âli İmran/68)

“Allah mü’minlerin velisidir. Onları karanlıklardan nûr’a çıkarır. İman etmeyenlerin velisi ise tağuttur. Onlar da onları nûr’dan karanlıklara çıkarır...” (2 Bakara/25)

 

9- Bir hukuk terimi olarak velayet;

Bir hukuk terimi olarak ‘velâyet’; başkası üzerine ister-istemez sözünü geçirmeyi, itaat edenle onun işini üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır.

İçerisinde sevgi ve yardım manalarını da barındıran velâyet, genel olarak, aile içerisinde akrabalık,

ümmet içerisinde ise imamet (önderlik/halifelik) sebebiyle gündeme gelir.

Aile içerisinde çocuklar üzerinde öncelikli olarak ana-baba velâyet hakkına sahiptir.

Ümmet içerisinde (müslümanlar arasında) ise velâyet (veliyyü’l-emr olma) hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar tarafından biat (serbest seçim) ile seçilen yetkili kimsenindir.

Aile içerisindeki velâyet doğal bir süreçtir ve zorunlu bir görevdir. Anne-baba kendi çocuklarının velâyetini doğal olarak üslenirler. Onların bakımı, yetiştirilmesi veya ihtiyaçlarının giderilmesi ana-babanın aslî görevidir. Bundan dolayı onların kendi çocukları üzerinde otorite hakları bulunur.

Anne-baba bu otoriteyi veya yetkiyi onlara hükmetmek için değil; onları yetiştirip hayata hazırlamak, hukukî açıdan onlara sahip olmak ve kendi kabul ettiği değerlerle terbiye etmek amacıyla kullanırlar.

‘Velilik kelimesinde saklı olan sevgi, şefkat ve yakın ilgi anlamlarını da beraber düşünülürse, ebeveynin ‘velâyet’ hakkı daha iyi anlaşılır.

 

10-Siyasi anlamıyla velâyet

Velayet emaneti;

Ümmet arasında serbest biat (seçim) ile uygun birisine verilen velâyet görevi ise, bir emanettir, karşılıklı anlaşmaya ve rızaya bağlıdır.

Müslümanların serbest seçim ile yetki verdikleri yöneticilere ‘veliyyü’l-emr’, yani işin sahibi, sorumluluk üslenen, veya ehil olduğu için işi üzerine alan kimse denilir.

Dikkat edilirse burada da ‘veli’ kelimesi kullanılıyor.

Bu ifadede; sorumluluk, işe uygunluk ve yetki anlamları bulunmaktadır.

Yine bu ifadede  sevgi, merhamet ve yakın ilgi manaları da vardır.

Bu demektir ki, müslümanların serbest oyuyla onların din ve dünya işlerinin başına geçen, onların sorumluluğunu üslenen yöneticiler, bu seçimden dolayı bir yetki ve otorite kazanırlar.

Ancak onlar da bu otoriteyi tıpkı ebeveynler gibi halka hükmetmek için değil, onların işlerini adaletle ve hakkaniyetle görmek, ihtiyaçlarını gidermek ve onları zararlı şeylerden korumak için kullanırlar.

Onlar bu yetkilerini halka sevgi ile yaklaşarak, merhamet ve ilgi göstererek kullanırlar. Halkın seçimiyle (biatiyle) seçici olarak ve belli şartlara bağlı olarak ‘veliyyü’l-emr-yönetici’ olan kimse, yetkisini yanlış kullanırsa, merhamet ve adaletten saparsa veya görevini kişisel çıkarlara alet ederse halk ile yaptığı anlaşma sona erer, yani ‘velâyet’ hakkı düşer.

Görüldüğü gibi siyasî anlamdaki velâyet karşılıklı rızaya dayanan bir anlaşma, anlaşma şartlarına uygun olarak verilen bir vekâlet, görevi hakkıyla yerine getirme şartıyla geçici olarak verilen bir yetkidir.

Görev yerine getirilmediği zaman anlaşma sona erer.

Baskı ve zorla ümmetin (toplumun) velâyetini almaya kalkışmak işin mantığına uymaz.  

Anne-babaya çocuğun ‘veli’si denildiği gibi, aynı şehirde oturanların meşru haklarını koruyan, onların işlerine bakan ‘veli’ye, ‘vâli’ denmektedir ki, insanların işlerini idare etmek, onlara emir ve yasaklar koymak suretiyle halkın sorumluluğunu üzerine alan kimsedir. Nitekim Türkçe’de bu anlamda kullanılmaktadır. Şehrin valisi, o kentte oturan kimselerin hepsinin velisi sayılır.

Velayet görevi ümmetin serbest seçimi, hür iradesi ile olduğuna göre burada karşımıza biat ve itaat kavramları çıkmaktadır.

 

11-İmam-İmamet

a-İmam Kelimesinin Kök Anlamı:

İmam kelimesinin aslı olan ‘emme’ fiili; anne olmak, bir şeye veya yere yönelmek, öne geçmek ve cemaatın önünde onlara namaz kıldırmak anlamlarına gelir.

Aynı fiilin tef’il babından gelen ‘emmeme’ kipi, uymak, birisine tabi olmak, yönelmek; ‘teemmeme’ formu ise yönelmek, -toprakla kullanıldığı zaman- teyemmüm etmek manalarındadır. (İbni Manzur, Lisanü’l-Arab 1/156. Firuzâbâbdî, K. Muhîd s: 1076. Heyet, Mu’cemu’l Vasít 1/27)

 

b-Ümmet ve İmam (Önder) İlişkisi:

İmam’ insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinde gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir. 

Allah’ın yolunda hidayet imamları olduğu gibi, insanları ateşe ve azaba götüren imamlar (liderler) da vardır. Tıpkı firavun gibi. (28 Kasas/41) (Bizim konumuz da bu gibi önderler ve özellikleridir.)

Şüphesiz ki dünya hayatında haktan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam-önder edinenler, Ahirette zarara uğrayacaklardır. Allah (cc) bütün ümmetlere karşı kendi içlerinden şahid çıkaracak. Bu şahitler onların dünyada iken peşlerine gittikleri önderleridir. Yanlış yaptıklarını, doğru yolda olmadıklarını bizzat itiraf edecekler. (16 Nahl/84)

Ayrıca Rabbimiz Hz. Muhammed’i de bütün ümmetler üzerine şahit olarak getirecek . (16 Nahl/89. 4 Nisa/41)

 

c-İmam Kelimesinin Anlam Sahası:

‘İmam’ın kelime anlamı önde olan, hakta veya batılda kendisine sözle veya fiille uyulan, önder, lider durumundaki kimse veya kitaptır. (Müfredât,  s: 28)

Bir başka deyişle başkanlık veya başka bir sebepten dolayı kendisine tabi olunan, peşinden gidilen insandır.

Çeşitli terkiplerde kullanılmaktadır. Mesela;

‘İmamu’s-salat’; namaz imamı, ‘imamu’l-halife’; devlet başkanı, ‘imamu’t tarik’; geniş ve açık yol, ‘imamu kaidi’l-cünd’; komutan, ‘imamu delil-i li’l-müsafirin’; yolculara rehberlik eden, ‘imamu’l-kadr’; öğrencinin günlük öğrendiği dersi gibi. (Heyet, M. Vasit 1/26)

Kur’an-ı Kerim’de 7 âyette tekil, 5 âyette de çoğul (eimme şeklinde) ve bir kaç anlamda geçmektedir.

‘İmam’ kelimesi ‘el-ümm’ kelimesinden türemiştir ki bir anlamda ‘ümmet’in önderidir.

‘İmam’, kendisine uyulan bir önderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır.

Bu cemaat da bir ‘imamın-önderin’ peşinde olduğu için ‘ümmet’ adını almaktadır.

İnsanlar hayr ve şerr imamlarının önderliğinde, onların peşinden giden ümmet’ler halindedirler. Kıyamet gününde de bu ümmetler kendi imamlarıyla Allah’ın huzuruna hesap vermek üzere çağırılacaklar. (17 İsra/71-72) Hesapları görüldükten sonra imamlarıyla birlikte ya Cennet’e, ya Cehennem’e gideceklerdir.

Dünyada iken Allah’tan gelen hidayete gönüllerini ve gözlerini kapatıp, kendilerini Hakka ulaştıracak iman önderlerine uymayanlar, peşlerine gittikleri azgınlarla beraber cazayı hak edecekler.

İmamlar-önderler aynı zamanda ahirette ümmetleri hakkında şahitlikte de bulunacaklar:

“Her  ümmetten bir şahit göndereceğimiz gün; (artık ondan) sonra ne küfredenlere (özür dilemeleri için) izin verilecek, ne de (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecek.”  (16 Nahl/84. 4 Nisa/41)

Her ‘imam’ın çevresine bir ‘ümmeti’ vardır. Bütün ümmetlerin imamları üzerine şahit olan Hz. Muhammed’in ümmeti ise en büyük nimete nail olan, buna göre de sorumluluğu büyük olan bir ümmettir.

Hz. Muhammed’in ümmeti de insanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ‘ümmet’tir, ya da böyle bir ümmet olma durumundadır. Bu ümmetin en önemli özellikleri, ma’ruf’u (iyiliği) emretmeleri, münker’i (kötülüğü) yasaklamaları ve Allah’a hakkıyla inanmalarıdır. (3 Âli İmran/110)

İslâm ümmeti bu görevi bir yetkin imamın-önderin etrafında halkanan toplulukla (ümmetle) yerine getirebilir. Müslümanların içinden çıkacak olan bu şuurlu insanlar, diğerlerini hayr’a davet ederler, iyiliği emreder, kötülüklerden sakındırırlar. Bunu Kur’an emretmektedir. (3 Âli İmran/104)

-Zamanının imamını bilmek;

İnsanlar ya ateşe (Cehennem’e) davet eden küfür önderlerinin (imamlarının) peşine, ya da rahmete ve Cennet’e, çağıran imamların peşine giderler.

Bu bağlamda Peygamberimiz’in (sav) müslüman toplumun hayatında ‘imam’ın işlevini ve önemini dile getiren şu hadisini hatırlamak gerekiyor:

“Zamanının imamını bilmeden ölen cahiliyye ölümüyle ölür.” (Müstedrek’ten, A.Ünal , age. s: 586)

Bu gerçek başka bir hadiste şöyle dile getiriliyor:

“...Her kim, bir kimseye biat etmeden ölecek olursa, onun ölümü cahiliyye üzere bir ölümdür.” (Müslim, İmare/13 (1851)) 

İslâm hukukunda siyasi manasıyla ‘imam’; müslümanların serbest oyu veya biatı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere verilen isimdir.

Bu manada ‘imam’, İslâmla yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır.

Namaz kıldırmak için önde olanlara da, ‘namaz imamı, namazda önder’ denilmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır ve arkasında bir cemaat (bir ümmet) namaz için toplanmaktadır.

Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana- kök- asıl- önder) durumundaki imama yani cemaatın liderine uymaktadır.

İnsanların kendilerine uyup, ilimlerinden ve ictihadlarından faydalandıkları büyük alimlere de ‘imam’ denmiştir.  

Ayrıca hadis ilminde otorite olan, bu ilimde peşinden gidilen büyük alimlere de hadiste ‘imam’ denilmiştir. İmam-ı Buharí, İmam-ı  Müslim gibi.

Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma (r. anha) ile Hz. Ali’nin (ra) soyundan gelen önderlere de ‘imam’ adı verilmektedir. Bu temiz soydan silsile yoluyla gelen önderlere ‘Ehl-i Beyt imamları’ denilmektedir.  

Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma ilmi olan kıraat ilminde üstün bir yeri olan alimlere de ‘kıraat imamları’ denmiştir.

Dikkat edilirse, bunların tümünde bir önderlik ve peşinde olan bir cemaat olgusu (ümmet) söz konusudur.

‘İmam’, öz olarak bir topluluğa önder olan demektir.

 

B-Velayet - Biat İlişkisi

1-Biat Nedir?

‘Biat’in aslı, satmak, satın almak anlamına gelen bey’ masdarıdır.

‘Biat’, yöneticiliği birine vermek, bir kimsenin yöneticiliğini benimsemek demektir.                                                                                                                                                          

Kavram olarak ‘biat’, müslümanların devlet başkanını (veliyyü’l emr’i) seçme,  belirleme ve İslâmí hükümlere uygun işlerde ona bağlılık göstermedir.

Müslümanların içerisinden çıkan ehl-i hal ve’l akd (müslümanların işlerini görmek üzere seçilen yetkili şûra-danışma topluluğu ) tarafından tesbit/teklif edilen bir imama (halifeye ) itaat ve bağlılık sözüdür.

‘Bey’’, yani alım-satım bir değer karşılığında bir değeri vermek demektir. Araplar önceden alış-verişlerde yaptıkları satış akdini (anlaşmayı) kuvvetlendirmek üzere el sıkışırlardı. 

Buradan hareketle, müslümanlar da bir başkan seçerken el sıkışma örneğini almışlar ve aralarındaki benzerlikten dolayı buna  da ‘biat- bey’at’ demişlerdir.

Yönetilenler yönetme hakkını gönül rızası ile ehil olana verirler. Bu da tıpkı rıza ile bir mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf  kendi isteği ile, yönetim emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye verir ve ona bağlı kalacağını ilan eder.

Kendisine biat edilen de biat edenleri Allah’ın hükümleri doğrultusunda yöneteceğine söz verir.

 

2-Biat’ın Bağlayıcığı (itaat):

Kur’an şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resul'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”  (Nisa/59)

Peygamberimiz (sav) de müslümanların hoşlarına gitse de gitmese de, kendilerinden olan, yani Allah’ın hükmüyle hükmeden emir sahiplerine, yani yönetim işinin kendilerine biat ile verildiği yöneticilere itaat etmek zorunda olduklarını, ancak onlar günâh olan bir şeyi emrederlerse onlara itaat etmenin gerekmediğini söylüyor. (Buhari. Ahkâm/4,  9/78-79) 

Allah’a isyan olan  bir konuda hiç kimseye itaat edilmez, itaat ancak ma’ruf’tadır, yani dinin ve aklın güzel gördüğü işlerdedir. (Müslim, İmare/39, no: 1840. Ebu Davud, Cihad-no: 2625-2626. Íbni Mace, Cihad/40, no: 2864) 

Biat aslında müslümanların peygamber aracılığıyla Allah (cc) ile yaptıkları bir alış-veriştir. Nitekim Kur’an Allah’ın (cc) müminlerin mallarını ve canlarını Cennet karşılığı satın aldığını haber veriyor. (9 Tevbe/111) Burada biat kelimesinin kökü olan bey’ fiilinin kullanılması dikkat çekicidir. 

Peygamberimiz (sav) Hicret’ten önce Medineli müslümanlardan Akabe denilen yerde, yine bazı önemli siyasí ve diní  olaylar öncesinde sahabelerden biat almıştır.  Avf ibni Malik el- Escaí (ra) diyor ki:

“Biz bir keresinde  Hz. Peygamberin (sav) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. ‘Allah’ın elçisine biat etmiyor musunuz?’ dedi. Ellerimizi uzatarak;

‘-Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın elçisi ?’ dedik. Buyurdu ki:

“-Allah’a ibadet etmek ve O’na  hiç  bir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat edin).   Bu sırada kulağımıza fısıldayarak ‘halktan bir şey istemeyin’ diye buyurdu” (Müslim, Zekât/108, no: 1043.  İbni Mace, Cihad/41, no: 2867. Ebu Davud, Zekât-no: 1642)

Peygamberimiz zamanında biat, daha çok O’na ve O’nun tebliğ ettiği diní hükümlere itaat şeklinde gerçekleşiyordu. Şüphesiz Peygamber’e biat etmek, hem O’nun peygamberliğini kabul etmek, hem tebliğ ettiklerine uymak, hem de O’nun  o günkü şartlarda verdiği emirlere kesinlikle karşı gelmemek anlamını taşıyordu. Kur’an şöyle diyor:

“Allah’a ve Onun Rasûlüne  itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabredip-katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8Enfal/46)

Mü’minlerin bu itaatini somut bir şekilde görülmesi için, Peygamber onlardan zaman zaman biat alırdı.

Nitekim Akabe ve Rıdvan biatları bu konuda oldukça  meşhurdur. Akabe biatları Hicretten önce Medineli müslümanlarla yapılmıştı . Daha sonradan Ensar adını alacak olan bu müslümanlar, Peygamberimize itaat edeceklerine, İslâmın emirlerini dinleyeceklerine, Peygamberi koruyacaklarına, bu konuda gerekli yardımı yapacaklarına söz vererek biat etmişlerdi.

Bu biatlardan sonra Hicret gerçekleşti. İslâm Medine’de siyasí bir güç oldu ve çevreye daha rahat yayılmaya başladı.

Rıdvan biatı da özellikle siyasi ve peygambere bağlılık açısından son derece önemli bir olaydır. (48 Fetih/18)

Peygamber’e Rıdvan ağacının altında veya başka yerlerde biat edenler aslında Allah’a biat ediyorlardı. Çünkü O (sav) bir peygamberdi. Peygamber’e biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar. Kim verdiği sözden cayarsa, yani biatini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durursa, o büyük bir ecir (sevap) alır. (48 Fetih/10)

Peygamber (sav) mü’minlerden biat aldığı gibi, mü’minlerin işlerini yürütmekle ve Allah’ın hudutlarını (koyduğu hükümleri) uygulamakla görevli ulu’l emr/velüyyü’l emr (müslüman yetki sahibi ) de, müslümanlardan Allah’ın hükümleri doğrultusunda onların işlerini yerine getirmek üzere biat alır.

Müslümanların, din ve dünya işlerini yürütmek, Allah’ın hudutlarını uygulamak, müslümanların çıkarını ve İslâm vatanını korumak, mazlumlara yardım etmek ve zalimlerin zulmünü önlemek üzere aralarında uygun bir başkan (ulu’l emr) seçmeleri gerekir.

Bunun Íslâmí bir görev olduğu noktasında söz birliği bulunmaktadır. Bu yetkili kimseye imam/halife/başkan/veliyyü’l emr/emiru’l mü’minin denilmesi yalnızca bir nitelemedir.

Müslümanların işlerini görmek  üzere kendisine biat edilen başkan, ümmetin serbest seçimi ile göreve gelir. Bu biat işinde karşılıklı rıza esastır. Tıpkı alış-verişte olduğu gibi. Zorla ve dayatma ile alınan biatler geçersizdir, bir faydası da yoktur. 

Biat olayı, biat edenleri bağlar ve onlara bazı sorumluluklar yükler.

Seçilen yetkili kişilere İslâma aykırı olmayan konularda itaat etmek gerekir.

Biat ettikten sonra haklı bir gerekçe olmadan onlara karşı gelmek, onların tutarlı ve adaletli yönetimlerine keyfi tutumlarla isyan etmek, toplumda kargaşa doğurur ve zulme sebep olur.

“Kim  (meşru bir yöneticiye) itaatten  elini çekerse, Kıyamet günü elinde hiç bir delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşru bir emire bağlı) olmadan ölürse, cahiliyye ölümüyle ölmüş olur.” (Müslim, İmare/58, Hadis no: 1851)

 

3-Biat’ın Kapsamı:

3a-Kendisine biat edilen kimse bu işe uygun olmalı.

Yani onda İslâma göre yönetici sıfatları olmalı, veliyyü’l emr şartlarını taşımalıdır.

Bu konuda baskı, hile ve adam kayırma gibi yöntemler geçersizdir. Veliyyü’l emr olma hakkı güçlünün, daha çok propaganda yapanın, daha zengin olanın, ya da belli bir kesimin değil; gerekli şartları taşıyan ve ümmetin biatle tasvibini almış, onların yetki verdiği  kimselerindir.

Yeterli şartları taşımayan kimselerin iş başına  gelmesiyle insanlar zarar görür, haklar sahibine ulaşmaz ve insanların muhtaç olduğu hizmetler yapılamaz.

Kendisine biat edilen kimse  biatin gereğini yapmazsa, ya da veliyyü’l emr olmanın sıfatlarını kaybederse biat geçersiz olur.

Biat edilenler Kur’an’a, Sünnet’e ve toplumun menfeatına uygun iş yaptıkları sürece de biat bozulmaz. 

Ancak gerekirse biat (bir anlamda seçim) yenilenir. Ümmetin serbest görüşüne yeniden başvurulur. Böylece ümmetin işlerini yürütme hususunda daha yetkin ve daha becerikli kimselerin iş başına gelmeleri sağlanır.

İslâmın hakim olduğu yerlerde biatin işleyişi böyledir. Ümmet, yeterli özellikleri taşıyan bir ulu’l emr (imam-veliyyü’l emr) seçme durumundadır. 

Müslümanların çoğunlukta olmadığı veya yönetimin müslümanların elinde bulunmadığı yerlerde müslümanlar kendi aralarında bir emir (başkan) seçerek ona biat edebilirler. Böylece hem cemaat olarak dinlerini yaşama imkanını bulurlar, hem de kimliklerini korumaları kolaylaşır.

Bir araya gelmenin, birlikte hareket etmenin ve bir başkanın ya da yetkili kılınan kimselerin organizesiyle çalışmanın faydası inkâr edilemez. Birlikler, dernekler, vakıflar ve benzeri teşkilatlanmalar  oldukça faydalıdır.

Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, sorunlarını çözmek ve varlıklarını daha sağlıklı bir şekilde korumak için meşru yollara başvurmalı, faydalı organizelerle bir araya gelmeliler. Kendi aralarında sürekli işleyen biat (seçim) mekanizmasına da işlerlik kazandırmalılar.

Aynı zamanda bir kaç imama (halifeye) biat edilir mi edilmez mi, yani bütün ümmet bir halifeye mi biat etmeli, aynı anda bir kaç imam olabilir mi sorusuna kesin bir cevap verilememiştir.

Bir çok İslâm bilginine göre her devirde bir imam (halife) olur.

Bazıları da ihtiyaçtan dolayı  aynı anda birden fazla imam olabilir demişlerdir. Bunun tarihte bir kaç örneği görülmüştür.

Bugün ‘bütün müslümanlar bir imama biat etmeliler’, iddiası yeniden gözden geçirilmelidir.

 

3b-İmamet konusunda beklentimiz

Müslüman ülkeler sömürge kültüründen ve bâtıl anlayışların işgalinden tam anlamıyla kurtulduktan sonra, kendi aralarında bir önderlik kurumu oluşturmalılar.

Bu önderlik kurumu başlangıçta konsey; ‘ehl-i hal ve’l akd’ görevini yapacak bir kurum şeklinde olabilir.

Ya da bütün müslüman ülkeleri tamsil edecek bir meclis şeklinde de olabilir.  Bu kurum, konsey veya meclis zaman içerisinde bütün müslümanların kabul edebileceği bir satatüye kavuşturulabilir. Zamanla biat şuuru geliştikçe bu kurumun kişiliğine, ya da bir kişiye müslümanların önderi (imamı) görevi verilir.

Böyle bir yöntem bütün müslümanların maslahatı açısından daha gerçekçi görünmektedir.

Bugün müslümanların  böyle bir kuruma ihtiyaçları var. Çünkü çıkar ve sömürge savaşını hâlâ sürdüren zenginler ve dünün emperyalistleri,  dünya düzeninin bugünkü haliyle devam etmesi istiyorlar.

 

3c-Seçim olayı ve biat:

Peygamberimiz zamanında ve O’nun yanında olanlar el tutarak biat ediyorlardı. Ancak tarihi akış içerisinde çeşitli şekillerde biatler olmuştur.

Esasen biat, bir kimseyi yönetici olarak onaylamak, ona itaat etmeye söz vermektir. Bunun şekli çok önemli değildir. Öyleyse bugün seçim yoluyla, yani oy kullanarak, veya diğer teknik imkanlar devreye sokularak bu görev yerine getirilebilir.

Biat olayı bir anlamda, bir iş ve vazife için insanlar arasında en uygun, en yetkin olanını hür bir iradeyle seçmek ve ona halkın sorumluluğunu verme işidir.

İnsanlar serbest iradesiyle seçtikleri kimselere gönül rızasıyla itaat ederler.

Böyle bir seçimin, ya da yetkin insanlara görev vermenin faydaları sayılamayacak  kadar çok, bu seçimi terketmenin zararları ise sayılamaycak kadar fazladır.

Bir iş konusunda serbest iradeye dayalı seçim varsa; orada en iyiyi, en yetkini bulmak mümkün olur. Tayin ve seçim işi bir kişiye veya bir zümreye bırakılırsa, insanlar bir kişinin veya bir zümrenin becerisine, ya da beceriksizliğine mahkûm olurlar. Bunun da pek çok işin aksamasına, pek çok kimsenin kutsanmasına, hatta pek çok yıkıma yol açtığı bilinen bir şeydir.

Bir toplumda, bir teşkilatta, bir cemaata veya herhangi bir yönetimde biatın (seçimin) olmaması; orada işlerin zorlaşması, çözümlerin azalması, fikirlerin donuklaşması anlamına gelir.

İnsanlardan kendi işlerine ilişkin karar ve çeşitli konularda seçim ve tercih hakkını almak onlara zulüm yapmanın ötesinde, hem onlara güvenmemek, hem de birilerinin despotluğuna ve tepeden buyurmacılığına onay vermek demektir. Bu aynı zamanda sorumluluktan kaçmak ve  kabiliyetlere sınır koymak demektir.

Halbuki Rabbimiz (cc), bırakın insanların kendi dünya işleriyle ilgili seçim hakkını vermeyi; dinlerini ve tanrılarını bile (sonucuna katlanmak şartıyla) seçmede onları serbest bırakmıştır.

Biat (seçim) hem güven yenileme, hem iradelerin ve fikirlerin önünü açma, hem de emanatleri emin kişilere teslim etme çabasıdır.

Müslümanlar hayatın pek çok alanında biat (seçim) imkanını terkettiler. Yönetim gibi çok ciddi bir emaneti zorbalar ve işin ehli olmayan sultanlar ele geçirdi. Sultanların hakim olduğu beldelerde halkın ve bilginlerin görüşüne değer verilmedi.  İnsanlar onların iradelerine, zalim veya adil yönetimlerine katlanmak zorunda kaldı. Bu durum saltanat kavgalarını, fitneleri, hırsları ve rekabetleri artırdı. İslâm âlemi  bunun zararlarını çok çekti ve hâlâ da çekmektedir.

(Hatırlatmak gerekir ki biz hakkaniyet ölçülerine uygun biatlerden söz ediyoruz. Günümüzde çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen seçimlerdeki ayak oyunlarını, seçim rüşvetlerini, göz boyayıcı propagandaları, göstermelik oy vermeleri kasdetmiyoruz.)

Biat metodu aynı zamanda insanların (özelde mü’minlerin) bir konu üzerinde düşünüp anlaşmalarını, bir araya gelmelerini sağlar. Onların işlerini istişare ile yapmalarına kapı açar.

Bu nedenle İslâmın biat metodu üzerinde, kapsamı genişletilerek yeniden düşünülmeli ve iyi degerlendirilmeli.

Tarihte ümmetin velâyetini - halifeliği zorla ele geçiren bazıları, insanlardan kılıç zoruyla biat aldılar. Bazı alimler de buna fetva verdiler, ya da verdirildiler.

Bugün ise iş o noktaya vardı  ki, bırakın zorla biat alan müslüman birini; İslâma karşı olan, İslâmí olan her şeyi hayata ve kamuya sokmamaya çalışan, böyle bir çabayı suç haline getiren ve asla Allah’ın indirdiği hükümlere yüz vermeyen nicelerine ‘ulul emr-veliyyü’l emr’ diye kayıtsız şartsız itaat edilmekte, onların iş başına gelmeleri için çalışılmakta ve onların verdikleri hükümlerden razı olunmaktadır.

Müslümanlar ‘biat’ şuuruyla, kime ve nasıl destek olacaklarını, din ve dünya işlerini kime bırakacaklarını, kamu veâyeti anlamına gelen yönetme yetkisini kime vereceklerini imanlarına uygun bir şekilde  bilmek zorundadırlar.