Kur’an’da bir âyette iki defa geçen “hamiyyetu’l-câhiliyye-câhiliyye gururu/çabası” câhilî dünya görüşüne sahip kimselerin, yersiz gururlarına, temelsiz iddialarına, kaba davranışlarına ve kör inatçılıklarına, hak davet karşısında müşriklerin olumsuz ve haksız tavırlarına işaret ediyor.

Onlar bu yanlış tavırlarıyla hakkı anlamadıkları gibi; haklara saygıyı, nerede nasıl hareket edileceğini ve olgunlukla davranmayı da bilmezler. Câhilî bir gururun, bir kabalığın, bir aldanmışlığın içerisindedirler.

 

-Câhil/cahiliyye ne demektir?

‘Câhiliyye’, ‘cehl’ fiilinden türemiş bir masdardır. Yaygın olarak ‘bilgisizlik’ anlamında kullanılmaktadır ama daha başka manaları da vardır.

‘Câhiliyye’nin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte, bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak gibi anlamlara gelir. (İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, 3/228) Bu fiil bilginin zıddı olarak bilgisizlik ve hafiflik, kendini bilmezlik gibi iki anlam sahasına sahiptir. Aslında ikinci anlam birincisini doğurmuştur.

“Cehl”; nefsin bilgiden boş olması, gerçeğin dışında bir şeye inanma, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapma demektir. (R. el-Isfehânî, el-Müfredat s: 143)

“Câhil”, “cehl” fiilinin fail (özne)  ismi olup bilgiden mahrum olan, davranışları olgun olmayan, kendini bilmeyen demektir.           

Aynı kökten gelen “cehûl” çok câhil, “cehâlet” ise câhil olma halini ifade eder.

Genellikle “bilgisiz olma, ilimden uzak olma” diye anlaşılan “câhiliyye”; İslâm’a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış, sosyal ve siyasi sistemlerini nitelemek üzere kullanılan ayırdedici bir kavramdır.

Câhiliyye, özelde İslâmdan önceki dönemin inanç, tutum ve davranışlarını niteler. Ancak bu niteleme olmuş-bitmiş bir dönemin adı olmaktan ziyade; İslâm dışı inanış ve tavırların genel adıdır. İnsanların düşünüş ve davranışlarına inançları ya da dünya hayatını algılayışları yön verir. Kişi hangi dünya görüşüne inanıyorsa  tutum  ve davranışları ona uygun olur. Onun kabul ettiği değer yargıları, ahlâk ilkeleri inancından kaynaklanır.

Bazı değer yargılarını, inanç esaslarını, düşünme ve davranış biçimlerini, ahlâk kurallarını bünyesinde toplayıp onlara yön veren iki sistem vardır. Bunlardan biri Allah’ın dini İslâm, diğeri de hangi ad altında olursa olsun câhiliyye sistemleri, ya da ‘câhiliyye’ dinleridir. Şirk bu sistemin daha çok inanç yönüne ad olurken, câhiliyye ise bu gibi sistemlerin tutum, hareket tarzı ve değer yargılarına ad olmaktadır.

İslâm’dan önce câhiliyye insanları hem gerçek bilgi ve bu bilginin kurduğu sağlıklı toplum ve uygarlıktan yoksundular, hem de kendilerine doğru yolu gösterecek kitap ve peygamberden, insana olgun hareket etme imkanı veren ilimden ve anlayıştan mahrumdular. Bu durum bir anlamda barbarlıktı.

Câhiliyye bir başka açıdan “hilm” sahibi olmama durumudur. “Hilm” sahibi olma bir anlamda “medenî insan” olmadır. Bunun tam karşıtı olan câhil ise, azgın, arzularının esiri, taşkın içgüdülerine uyan, aceleci bir karakteri olan, olgun davranışlardan yoksun, vahşi ve kaba kimsedir.

Câhiliyye insanı kendi uydurduğu tanrılara taptığı için hakikatin bilgisinden, adalet ve insaftan yoksundu. Câhiliyye döneminde hak hep kuvvetlinindi. İnsanlar birbirine sevgi ve saygı değil, kan bağı ve çıkar bağı bağlıyordu. Yaptıkları yanlışların farkında bile değillerdi. Şiddet ve saldırganlığı erdem sayıyorlardı. Bu saplantı yüzünden sonu gelmez kavgaların, kan davalarının, şiddet ve baskınların arkasından koşup duruyorlardı.

Câhiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır. İslâm ile şereflenen sahabeler “câhiliyye dönemi” ne ait her şeyi terkettiklerini söylerken, câhiliyyenin kibir ve taassubunu, sürekli sürtüşmeye yol açan kabilecilik anlayışını, kaba ve  hayırsız barbar davranışlarını, vahşi  karakterini ve putçuluğuna ait her şeyi kasdediyorladı.

Kur’an; câhil, câhiliyye, câhillik etme kelimelerini farklı yerlerde benzer anlamlarda kullanmaktadır. Bu kullanımlardaki ortak nokta, cehâletin yanlızca bilgisizlik olmadığı; düşüncesizce haraket etme, işin doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de zanna (sanrılara) dayanma ve hayallere (ümniyye’ye) güvenme ön plana çıkmaktadır.  

Câhiliyye, cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve davranışların, İslâm’dan kaynaklanmayan bütün sistemlerin, bütün hükümlerin genel adıdır. Çünkü İslâm ve ona ait hükümler Allah’tan gelen sağlam bir ilme, diğerleri ise insanların hevâlarından kaynaklanan zanlara dayanır. Câhil kimselerin özelliklerine bakarsak, câhiliyyenin her zaman ve her yerde olabileceğini daha rahat anlarız.

Mü’minler her zaman sabırlı, ağır başlı, teenni ile, düşünerek hareket ederlerken; câhiller, ‘câhiliyye hamiyyeti” ile davranırlar.

 

-Hamiyyetu’l-câhiliyye-câhiliyye gururu/çabası

“Hamiyet” masdarının türediği “hamy” fiili sözlükte; bir şeyin ateşte kızarması, bir kaynaktan sıcaklığın gelmesi, öfkelenme-gazap, himaye etme, zararlı bir şeyi giderme ve kıskanma, (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 4/239. Fîruzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, s: 1277) himaye etmek, ondan bir şeyi defetmek, engel olmak demektir.  Bir ahlâk terimi olarak ise; mahremlerini ve dinini töhmetten muhafaza etmektir. (Komisyon, Mu’cemu’l Vasít, 1/200)  Öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı zaman ona ‘hamiyyet’ denir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 189) 

Hamiyet din, namus ve vatan gibi üstün değerleri koruma, bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenme, savunma için harekete geçme, insanın kendisine utanç verecek şeylerden kaçınması şekline açıklanmaktadır. Aralarında kan bağı olan kimselerin birbirini himaye etme duygusuna da hamiyyet denilmiştir. (M. Çağrıcı, DİA, Hamiyet mad. 15/481)

         ‘Hamiyyet’ kalbe yerleşen koruma, savunma, gazap ve engel olma duygusu anlamıyla olumsuz bir mana taşımaz. O, şerefin lekelendiğini görmekten ileri gelen bir öfke halidir. Pek çok kimse kendine göre şerefinin zedelendiğini düşündüğü zamanlarda öfkelenir. Değer verdiği şeylere zarar verildiği zaman gazaba gelir. Kendisini kızdıran şeyi ve zarar veren sebebi ortadan kaldırmak için harekete geçer. Kendine ait olan şeyleri, yakınlarını ve yakın bildiklerini –haklı veya haksız- koruma gayreti taşır.

‘Hamiyyet’i kötü yapan insanlardaki bu duyguyu kabartan sebepler, sahibini gazaplandıran ve gayrete geçiren amaçlardır. Eğer bir kimse din, iffet, şeref ve haysiyet gibi  değerleri saldırıya uğradığında öfkeleniyor, harekete geçiyor, o saldırıyı önlemek için gayrete geliyorsa; bu, müsbet bir hamiyyet duygusudur. Şerefine, iffetine, inancına veya benzer değerlerine bir saldırı olduğu zaman gazaplanmayanlara, gereken savunmayı yapmayanlara hamiyyetsiz denilir.” (İmam Gazalí, İhyâu Ulûmi’d-Dîn (ter. A. Serdaroğlu), 3/378)

Ancak ‘hamiyyet’ duygusu, yersiz öfkeden, anlamsız gazaptan, haksız tarafgirlikten, hakkı kabul etmedeki kör inattan kaynaklanıyor, kişiyi haksızlığı savunmaya götürüyorsa; bu olumsuz anlamdaki hamiyyettir. Kur’an aynı âyette müşriklerin müslümanlara karşı hamiyyet duygusuna kapıldıklarını, ama bunun bir “cahiliyye hamiyyeti” olduğunu özellikle vurguluyor. Âyette ‘hamiyyet’in tek başına kullanılmayıp ‘cahiliye’ kelimesiyle gelmesi müşriklerin yanlış tavırlarını, İslâmla mücadele edenlere ait kötü ve olumsuz tavırlarını daha net ortaya koymaktadır.

Hamiyyetu’l-câhiliyye; câhiliyye tavrından kaynaklanan öfkeyi, gazabı, gayret ve çabayı, kendini bilmezliği ve yersiz gururu ifade eden anahtar bir kalıp ifadedir. Bu olumsuz tavrın kaynağı sıradan bir kızgınlık, şerefe ve haysiyete saldırıdan dolayı ortaya çıkan bir haklı savunma, ya da dışarıdan gelen bir tehlikeyi bertaraf etmek için gayrete gelme duygusu değildir. Bunun arkasında yatan sebep; müşriklerin bilgisizliği, nasıl davranılması konusundaki yetersizlikleri ve yersiz kibirleridir. Böyleleri, kendileri yanlışta olmalarına  rağmen bâtıla ve haksızlığa taraf olurlar ve onu sonuna kadar savunurlar.  

“Cahiliyye hamiyyeti” ifadesini bir kelime ile Türkçeye çevirmek yeterli olmaz. Türkçe meâl ve tefsiriler bu terkibi; “öfkeli soy koruyuculuğu” “öfke ve gayret”, “câhiliyye gayreti”, “cahiliyye tassubu”, “küstahça bir büyüklük duygusu-cahiliyye ürünü bir duygu”, “malum gurur-cahiliyye gururu”, “câhiliyye bağnazlığı”, “câhiliyye taassup ve kibiri”, “câhiliyye çağının asabiyet ateşi”, “câhiliyye öfke ve gayreti” şeklinde çevirdiler. 

Kur’an kavramlarını semantik açıdan tahlil eden Japon raştırmacı T. Izutsu bu terkib hakkında şunları söylüyor: “Bu tutum; İslâmın görüşü açısından, ‘iyiyi kötüden ayırdetmeyi bilmeyen, yaptıkları hatalardan dolayı af dilemeyen, hayra sağır, gerçeğe dilsiz, ilâhí rehberliğe de kör olan’ cahiliyye insanının kör ve şiddetli bir saplantısıdır. İslâm öncesi kan davalarının, sayısız sefalet ve felâketin de sebebi bu saplantı idi.” (Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (çev.),  s: 56)

Kur’an bu nitelemeyi bir kabile gururu, İslâm öncesi arapların bir geleneği, ya da aykırı bir karakter olarak değil; câhiliyyeyi bir din olarak seçenlerin ilâhi davete ve o davete gönül verenlere karşı gösterdikleri yanlış bir davranış olarak değerlendiriyor. Burada söz konusu olan bazılarının kalplerinde yer etmiş olan bâtıl inançtan kaynaklanan, o inancın bir gereği şeklinde ortaya çıkan yanlış tavırdır.

Şimdi bu terkip kavramın geçtiği âyete bakalım: 

“Hani o küfretmekte olan (kafirler), kendi kalpleri içinde ‘hamiyyeti/taassubu; câhiliyyenin hamiyyetini/taasubunu kaynattıkları zaman, hemen Allah, Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine sekîne-(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu indirdi ve onları ‘takva sözü’ üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu. Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Fetih 48/26)    

Bu âyetin yer aldığı Fetih Sûresi bilindiği gibi Hudeybiye Barış anlaşmasından sonra inen bir sûredir. Sûre, Hz. Peygamber’e Hudeybiye’de büyük bir fetih verildiğini söyleyerek başlıyor. Hz. Muhammed’in (sav) yalnızca Rabbinden gelenlere güvendiğini, O’nun gösterdiği bütün yollardan uzaklaştığını ve bütün adımlarında Allah’tan gelen hükümlere tabi olduğunu, ister müşriklerden, isterse zayıf inançlı kişilerden; kimden gelirse gelsin her türlü zorluktan ve inkârcıların cahiliyye hamiyyetlerinden çekinmediğini, görevine devam ettiğini ifade ediyor. Bununla beraber Medine’de Peygamber eliyle kurulan örnek İslâm cemaatının nasıl bir yapıya sahip olduğunu, İslâmı kabul edip Peygamberin etrafında kenetlenen sahabelerin ihlasını anlatıyır. Hudeybiye’de Peygamber’e biat edenlerden Allah’ın razı olduğunu söyledikten sonra; müşriklerin baskısından kurtulacaklarının ve Kâbe’yi en kısa zamanda ziyaret edebileceklerinin müjdesini veriyor.

Kaynakların bildirdiğine göre, Peygamberimiz (sav)  hicretin altıncı yılında Zülkâde ayında, muhâcirler, Ensar ve çevredeki bazı arap kabileleriyle birlikte yaklaşık bindörtyüz kişiyle silahsız olarak Mekke’ye doğru yola çıktı. Maksadı savaş değil, Kâbe’yi ziyaret etmekti. Hudeybiye’ye gelip konakladı. Onun savaş için değil Kâbe’yi ziyaret için geldiğini öğrenen Mekkeli müşrikler onu Mekke’ye sokmamaya karar verdiler.

Müşrikler öteden beri kimseyi Kâbe’yi ziyaretten alıkoymazlar, haram aylarda kimseyle savaşmazlardı. Ancak bu sefer Hz. Muhammed’in ve arkadaşlarının ziyareti söz konusu olunca geleneklerini, bütün teamülleri çiğnediler, müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmelerine engel oldular. Süheyl b. Amr’ı Peygamberle anlaşma yapmak üzere gönderdiler. O sene Kâbe’yi ziyaret etmemek, on yıl savaşmamak ve müslüman olup Medine’ye gelen Mekkelileri geri vermek şartıyla anlaştılar. (İbni Hişam, Siyer 3/321-332. Müslim, Cihad/34 no: 1783)

Mekkeli müşrikleri Kur’an’ın “câhiliyye taassubu, ya da bağnazlığı” dediği bu olumsuz tavra hangi sebep sürüklemişti? Gerekçeleri şuydu: “Eğer Muhammed bu büyük kalabalıkla Mekke’ye girerse bütün araplar arasında şöhretimiz sönecek, gururumuz kırılacak” diyorlardı. İşte bu onların cahiliyye hamiyyeti idi. (Mevdûdí, Tefhimu’l Kur’an  5/425) Onların Peygamber’e karşı gelmeleri, onu ve müslümanları Mekke’den çıkarmaları, hem de hac ziyaretine engel olmaları ciddi bir hataydı. Onların kalplerinde kötü bir hamiyyet duygusu vardı. Onların bu tutumu cahiliyye taassubu, bilmemezliğin getirdiği bağnazlıktı. Peygamberle anlaşmaya gelen Süheyl b. Amr, aynı taassub yüzünden besmeledeki Rahman ve Rahim kelimelerini ve Hz. Muhammed’in Rasûlüllah adıyla yazılmasını kabul etmedi. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an 6/3329)      

 

-İşe yaramayan bir gayret, yersiz bir gurur

Kur’an her ne kadar bazen kişilerden, kavimlerden veya tarihí olaylardan bahsetse de hükmü geneldir. Kur’an olayı anlatır, örneklerini verir; arkasından da uyarısını yapar, hükmünü ortaya koyar, ya da ilâhi prensibe işaret eder.

Burada da aynı üslûbu görüyoruz: Kur’an, câhiliyye dinine iman eden müşriklerin olumsuz davranışlarından birine, bir anlamda Peygamber döneminde gerçekleşen bir olaydan örnek getirerek işaret ediyor. Bu olumsuz karakteri somut bir olayla ortaya koyuyor. Câhiliyye anlayışının, o olumsuz, inatçı, hak-hukuk tanımaz, o kaba ve medenilikten yoksun yüzüne dikkat çekiyor. Bu anlayışa sahip olanların ne denli bağnaz, kindar ve taassup sahibi olduklarını haber veriyor.

Bu karakter cahiliyye dinine inananların değişmez yapısıdır. Müşriklerin, ya da Allah’ın indirdiklerine sırtını dönenlerin hak davet karşısındaki genel ahlâkıdır. Bu tavır zamanların değişmesiyle değişmiyor. Bu olumsuz kişilik yerini olumlu bir şahsiyet yapısına terketmiyor. Geçmişte hak davetin temsilcilerinin karşısında takınılan o inatçı ve bağnaz tutum her devirde aynı anlayışla devam ediyor.

Ne idi o olumsuz tavır ve davranış? Hak karşısında batılı savunmak... Haklının hakkını vermemek... Câhilliği, barbarlığı, haksızlığa taraf olmayı, saldırganlığı savunmak... Yanlışı, sapıklığı, bâtılı, cehenneme davet eden çağrıları, insanı felâkete sürükleyecek bir anlayışı inatla korumaya çalışmak... Kendi yandaşlarına ait olduğunu sandığı bir takım bâtıl değerlere taassupla (fanatikçe) taraf olmak...

Câhiliyye dininin mensupları kendi dinlerini, o dinlerinin hayata yansıyan görüntülerini ne pahasına olursa olsun; yanlış ta olsa savunurlar. Boş bir övünme ile bu yanlış ve zararlı ilkelerini, tavırlarını korumak üzere gayrete gelirler.

Evet onlar Hak’tan gelen ilme sırt döndükleri için kendi hevâlarına, ya da atalarının geleneklerine veya ilkelerine uyarlar. Bundan dolayı hangi davranışın iyi ve kötü olduğunu, nerede nasıl hareket edilmesi gerektiğini bilmezler. Boş bir gayretin, temelsiz bir kibirin, sonunda zarar verecek bir çabanın, katı bir taassubun kurbanlarıdır onlar.

Câhiliyye dinine iman edenler dünyanın her tarafında hakka ve hakka gönül verenlere karşı « câhiliyye hamiyyeti » ile mücadele etmeyi sürdürüyorlar. Biz bu haddi aşmış, kaba, vahşi, inatçı, hak tanımaz, barbar, hodbin ve câhilane davranış sahiplerinin zararlarını her tarafta görmekteyiz. Bugün de yeryüzünün her tarafında câhiliyye değerlerini savunuyorlar, yanlış ve bâtıl şeyler uğruna amansız bir hamiyet (çaba) içindeler.

 

-Câhiliyye hamiyetine karşı mü’mince tavır

Onların bu kaba tavırlarına karşı mü’minlerin kalbinde, imanlarını artırıcı ve kemâle erdirici « sekine » nimeti yer etmiştir. Onlar sabırlı, vakarlı ve ağırbaşlıdırlar. Hafiflikten, haksızlığa meydan verecek yanlış davranışlardan, edebe aykırı eylemlerden kaçınırlar. « Câhiliyye hamiyyeti » ile davranan câhiller kendilerine sataştığı zaman onların seviyesine inmeyerek ‘selâm’ der geçerler. (Furkan 25/63)

Tıpkı sahabeler gibi imanda, İslâm’ın hükümlerine uymada ve onları hayata hakim kılmada  sabrederler. Zalim inkârcıların baskılarına ve hilelerine direnirler. İnsanca davranmada, ahlâk ve fazilette örnek, hidâyetin canlı şahitleri olmaya çalışırlar. Yeri ve zamanı gelince de onlarla uygun araçlar  ve yüntemlerle mücadele ederler. Onların zulümlerine ve kötülüklerine engel olmaya çalışırlar.

 

Hüseyin K. Ece

10.03.2018

Zaandam