Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Ölmek üzere olanlara Lâilâhe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur) demeyi telkin ediniz” (Müslim, Cenaiz 1, 2 (916, 917). Tirmizî, Cenaiz 7 (976). Ebu Davud, Cenaiz 20 (3117). Nesâ, Cenâiz 4 (4, 5)

 

“Kimin son sözü kelime-i şehâdet olursa cennete gider.” (Müslim, İman/40, (94)

İman edenleri eninde sonunda Cennete kavuşturacak olan ‘Şehâdet/Tevhid Kelimesi’, sıradan bir söz değildir. Arada sırada hatırlanan, sayılarla tekrarlanan, dillere adet olsun diye pelesenk yapılan bir şey de değildir.  Elde tesbih yüzlerce defa, binlerce defa tekrar edilmesi gereken bir nakarat da hiç değildir.

Şehâdet/Tevhid’i defalarca söyleyenin Allah (cc) niyetinin kabul etsin. Ancak maksat bu değil ki... Şehâdet kelimesinin İslâmın kapısı yapılmasının amacı onu defalarca tekrar etmek değildir.

Şehâdet/Tevhid kelimesini söyleyen kimseye; “sen ne dediğinin farkında mısın?” “diye sormak gerek.

Gerçekte “Lâilahe illallah” diyen ne demiş olur? Neyi reddetmiş, neyi kabul etmis sayılır? Şehadet/Tevhid kelimesini söylemenin, kabul etmenin gereği nedir? Bu iki kabul/soz veriş/yemin/tanıklık hayata nasıl yansımalıdır? 

“Bir kimsenin son sözü Lâilahe illah olursa Cennete gider.”

Ama nasıl?

Yani bir kimse bütün bir hayatını keyfine göre yaşasın, haram helal demeden yesin içsin, ibadetin semtine uğramasın, hep Allah’ın sevmediği şeylerin/kimselerin yanında yer alsın; sonra da tam ölürken ağzından bu sözler çıksın; Cennet hazır....

Körün taşının rast gelmesi gibi. Dilek tutanların dileklerinin gerçekleşmesi gibi mi?

(Bir yerde duymuştum; Anadolu’nun bir yerinde eski bir kalede özel bir taş varmış. Dilek dilemek isteyenler yerden küçük bir taş olıp o özel taşa sürtüyorlarmış. Küçük taşı sürterken dilek diliyorlarmış. Eğer küçük taş o uğurlu taşın yüzünde tutuyorsa, düşmüyorsa, dileği kabul oldu demekmiş. Eğer taş düşerse bu işlem üç defa yapılıyormuş.)

Şehâdet/Tevhid kelimesi böyle bir şey değil ki... Dilek taşı tılsımlı taşın yüzünde tuttu, düşmedi; öyleyse yaşasın, müjde; adamın dileği kabul oldu, tarzında bir şey de değil.

Her müslüman bilir ki ne duanın yolu budur, ne de Allah’tan bir şey dilemenin usûlü böyledir. Müslüman, İslâmdan önceki müşriklerin yaptığı gibi işini fal oklarına bakarak, dilek taşlarıyla, tılsımlarla, efsuncuların yalanlarıyla yapmaz. Bunların temelsiz, gereksiz, faydasız batıl inançlar olduğunu bilir.

Müslüman bilir ki, dua usûlüne göre yapılır. Allah (cc) dilerse kabul eder, dilerse etmez. Müslüman bazen duasının nasıl kabul edildiğini bilemeyebilir. Uslüne göre dua eder, içten gelerek, samimiyetle ellerini Rabbine açar, gereken çalışmayı yapar; sonra da çalışmasına göre karşılık bekler. Hak etmediği şeyi istemediği gibi, havadan kazanç de beklemez. O tılsım yoluyla, hokus-pokusla, göz boyama el çabukluğu marifetle bir başarı olmadığını bilir.

Son nefeste Şehâdeti söylebilme ve bununla cenneti kazanabilme müjdesinin farklı bir boyutu, işaret ettiği farklı bir gerçek var.

Kim son nefesini ne zaman vereceğini bilebilir?  

Kim nerede ve nasıl ölecek, bilen var mı?  

Ölüm geldiği zaman Şehâdeti rahat rahat söylemeye kimin garantisi olacabilir?

Kim şeytanın tasallatundan kurtulup da inanarak, gönülden Şehâdet’i diyebilecek?

Böyle muazaam bir sonuç hangi ihlaslı mü’mine nasip olacak?

Hatırlamak gerekir ki; hayatını Kelime-i Şehâdet/Tevhid çizgisinde yaşamayanlar, son nefeslerinde bunu unutabilirler, akıllarına gelmeyebilir.

Hayatını Şehâdette söz verdiği gibi iman üzere ahir nefesinde de bunları hatırlar, söyler. Hatta söylemesine bile gerek kalmaz.

Zaten şuurlu müslüman hayatını bu şehâdetle yaşar. Bütün günleri, saatleri, dakikaları bu şehâdetle geçer. Şehâdetini hem sözüyle, hem salih amelleriyle, hem tavrıyla isbat eder. Böyle olunca da son anında kendisine şehâdet kolaylaştırılır. Velev ki son nefesinde diliyle tekrar edemese bile, hayatını şehâdet üzere yaşadığı için, ölüm anında da benliği, hali, teslimiyeti şehadeti terennüm eder.

Tekarar etmek gerekir ki “Şehâdet”; sadece dille veya yürekle söylenen bir zikir cümlesi değil, tanıklık edilen iman esaslarına uygun bir hayattır. Müslümanca/mü’mince bir yaşantıdır.

Müslümanın hayatı onun tanıklığıdır. Müslüman neye şehâdet ediyorsa, hayatı öyle yaşar. Yaşadığı gibi de şehâdet eder.

Bir islâm büyüğüne sormuşlar: “Müslüman nasıl olmalıdır?” Cevap vermiş:

“Son anda nasıl olacaksa, öyle.”

Çok hoş bir cevap, çok akıllı bir karşılık, tam yerinde bir tesbit. Müslüman son anında nasıl olacaksa öyle yaşamalıdır. İnsan son anında isyan edebili mi? Günah işleyebilier mi? Kimseye kötülük edebilir mi? Hırsının, tutkularının, aç gözlülüğünün peşinde koşabilir mi? Arzularını tatmin için çevresini yıkıp dökebilir mi?

Hayır, binlerce hayır... Saat gelmiş, vade dolmuş, öteye yolculuk başlamıştır. Kişi bunu gördüğü an, bütün gücünün bittiğini anlar. Ölüme teslim olur. Daha doğrusu ölümü yaratana teslim olur. O’nu hatırlar, O’ndan yardım ister, O’nu imdada çağırır.

Müslüman hayatını bu şuurla yaşamalıdır. Her an ölecekmiş gibi ölüme hazır olmalıdır. Çantasını/azığını yanına alıp yoldan geçecek vasıtayı bekleyen yolcu gibi.

Meseleyi böyle anlayan, hayatının bu dikkat ve anlayışla yaşayan mü’min, yaşantısını imanına şahit eder. Hayatıyla imanı arasında bir uyum vardır. Diliyle söz verdiği şeylerle yaptıkları arasında çelişki yoktur. Yüreğine koyduğu iddialar ile, onlara şahit tuttuğu eylemleri birbirine zıt değildir.

Müslümanlar ‘Hakikat’in şahitleridir.

“Ve böylece dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki (hayatınızla) insanlığın huzurunda Hakikatin şahitleri (örnek/model) olasınız ve Peygamber de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın (model olsun) ...” (Bakara, 2/143)

İnsanlığa şahit olmak... Nasıl? Hakikati tasdik ederek. Hakikate teslim olarak. Hakikati hayat haline getirerek. Hakikatin belirlediği alanda hareket ederek. Hakikatin gercek olduğunu, onu tasdik ettiğini, imanı, amelleri ve ahlakıyle göstererek. Tercihlerini, görüşlerini, bakış açısını, sevgi ve nefret ölçülerini Hakikate uygun hale getirerek.

Yani Hz. Peygamber nasıl müslümanlar için örnekse, müslümanlar da hayat tarzlarıyla insanlığa örnek olmalılar. (M. Esed, Meâl 1/40)

“Ayette geçen ‘şehid’ kelimesi, tanık/şahit anlamına, ‘hayatını imanına şahit kılan ve çağına şahit olan’ anlamına geldiği gibi ‘örnek, model’ anlamına da gelir. İslâm ümmetinin ‘şehit/tanık’ olması, insanlığın imanına şahit olan ve insanlığı imanına şahit kılan ana yürekli toplum olması demektir. İmam ümmetin manevi annesi, ümmet de insanlığın manevi annesidir.” (M. İslamoğlu, Meal s: 54)

Hakikatle ilgili insanlığa şahit olmak.. Bu bir başka açıdan şu demektir:

“İşte; bazıları kabul etmese de, bilmese de: bilin ve görün ki, ben âlemlerin Rabbi Allah’tan gelen Hakikati tercih ediyorum. Kabul edip benimsiyorum. Hayatımı bu kabul ettiğim ilkelere göre yaşayacağım. Kabul ettiğim Hakikatin doğruluğunu, gerçekliğini, güzelliğini yaşantımla göstereceğim. Sizi de böyle bir Hakikate davet ediyorum.”

“İslâm ümmeti, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, insanlar için faydalı kriterleri ortaya koyar. İnsanların değer yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve sloganlarını ölçüye vurur ve bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu yanlıştır" diyerek son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması, onlar arasında adaleti hâkim kılması gerekirken düşüncelerini, değer yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan biri olamaz

Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Resûlü olacaktır. (S. Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, 1/131)

Kur’an iman edenleri aynı zamanda adaletin şahitleri olmaya da davet ediyor:

“Ey iman edenler! Allah hakkı için, hakkı ayağa kaldırarark adaletin timsali olun ve birilerine olan nefretiniz sizi adaletten alıkoymasın.  Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” (Maide, 5/8. bir benzeri: Nisa, 4/135)

“Adaletin mülkün kaynağı” olduğunu hatırlayalım. Adalet dengedir, insaftır, merhamettir.

Dengeli hareket edenler, hem hakları yerlerine ulaştırırlar, hem yaptıklarından dolayı pişman olmazlar.

Allah (cc) hayatı yarattı ve dengeyi koydu (Rahman, 55/5) İman edenlere düşen görev, bu dengeyi hayatın her alanaında korumaktır. Yani her yerde ve her pozisyonda âdil olmaktır.

İman edenler işte bu adalet anlayışının şahitleridir. Öncelikle böyle olmasına gerektiğine, imanın icabı olarak inanırlar. Sonra da adaletle davranarak, gerektiği zaman âdil/dürüst şahitlik yaparak, davranışlarında dengeli hareket ederek bunu isbat ederler.

Sözlerinin şahidi ortaya koydukları eylemleridir, adalete uygun davranışlarıdır, gösterdikleri örnekliktir..

Burada da şehâdetin hayat olduğunu görüyoruz.  

Bu ‘şehâdeti’ yerine getiren mü’minleri Kur’an þöyle anlatıyor:

“Peygamber’e indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, tanıdıkları Hakikatten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz, inandık, bizi de Hakka şahit olanlarla birlikte yaz.

Rabbimizin bizi iyi kulları arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" (5 Maide/83-84)

Onlar önce Rabblerine, tanıdıkları bu gerçeğe iman ettiklerini ilan ediyorlar. Sonra yüce Rablerine, kendilerini bu gerçeğe şahid olanların listesine katması, yeryüzünde bu gerçeğe bağlı olarak yürütmesi için niyaz ediyorlar.

Onlar, bu dinin gerçek olduğuna şehadet eden, bu gerçeği beşer hayatında hakim kılmak için şehadetinin gereklerini diliyle, eylemiyle ve karakteriyle yerine getiren müslüman ümmet ile birlikte kılınmalarını Rablerinden diliyorlar...

İşte bu yeni şahidler de bu müslüman ümmete katılıyor ve bu ümmetin kendisine tabi olduğu Hakikate iman ettiklerine Rablerini şahit tutuyorlar. Ve kendilerini de İslâm ümmetinin kütüğüne kaydetmesi için yüce Rablerine niyaz ediyorlar. (S. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’an, 2/962)

Burada müslümanların Hakikat karşısındaki tavrını görüyoruz: Dinleme ve itaat etme. İslâmı din olarak benimseme ve İslam ümmetine katılma. İman ettikleri Hakikatin gereği olarak müslümaca yaşama ve bu konuda insanlığa örnek ve model olma.

Zaten Şehâdet/Tevhid kelimesini söyleyen müslüman iki görevi yüklenmiş olur.

*Öncelikle kabul ettiği dini yaşamak,

*sonra da bunu hakkıyla temsil etmek.

Müslüman sözüyle, tercihleriyle ve eylemleriyle inandığı dinin, peşine gittiği Peygamberin canlı şahidi/şehididir.

Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekatı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hacc, 22/78)

Tekrar vurgulama gerekir ki ‘şehâdet’ olayı, Allah’a, O’nun bütün âyetlerine ve Hz. Muhammed’in İslâm adına ortaya koyduklarına güçlü bir tanıklıktan sonra, bu tanıklığın bir gereği olarak O’nun dinini iman, salih amel ve güzel ahlâkla yaşamanın adıdır.

İşte bu müslümanın kimliği, tercihi ve dünya görüşüdür. Böyle yapan bir müslüman (Hakikat açısından) canlı şahid/şehid sayılır. Eğer inandığı değerler uğruna çalışır, çaba gösterir, infak eder, emek ve ter dökerse; sonunda da bu uğurda can veririse, böylece hem dünyada, hem de ahirette şahitler/şehitlerden yazılır.

Allah (cc) sözleriye, tavırlarıyla ve kulluklarıyla Hakikate şahit olanları şöyle övüyor:

“Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddikler, şehidler (Hakikate şahit olanlar) ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa, 3/69)

Buradaki ‘şühedâ’ Hakk’a şahitlik edenler olabileceği gibi, Allah yolunda canlarını feda eden ‘şehid’ler anlamına da gelebilir. 

Mü’minler, Mahşer meydanında şehâdet sahibi kimseler (şühedâ) ile beraber olmayı isterler. (Âli İmran, 3/53)

Müslümanın islâmî hayatı onun tanıklığıdır.

Hüseyin K. Ece

18.6.2009

Zaandam/Hollanda