- Namazla kunut:

Namazla yapılan kunut aynı zamanda bir mü’minin ‘lâ’ ve ‘illâ’ duruşudur.

Mü’min bu kıyamı ile kime karşı saygı ile kalktığının, hangi makamın önünde durduğunun, o makam karşısındaki konumunun farkındadır.

 

Mü’min bu duruş ile bütün tanrı zannedilen şeylere, o tanrıdan geldiği sanılan bütün hükümlere, Allah’ın hükmüne mükabil hüküm uyduran bütün tağutlara, onlardan sadır olan değer yargılarına “hayır, kabul etmiyorum, inanmıyorum” der. Bütün şirk inançlarına, şirk düşüncelerine, Âlemlerin Rabbi Allah’ı hayata müdaheleden dışlayan bütün anlayışlara ‘hayır’ der. Allah’ın dışında hiç bir tanrıya, güce, makama ibadet etmeyeceğine dair söz verir.

Sonra da büyük bir tevazu ile, yürekten gelen bir saygı ile, benliği kuşatan bir bağlılıkla Allah’ın önünde boyun eğer. O’ndan gelenlere teslim olur. Kabul ettiği ölçüleri/hükümleri hayatının diğer alanlarında yerine getirmeye hazır olduğunu beyan eder.

Bu şuurla, bu farkında oluşla, bu hazırlıkla Rabbine ibadet eder, namazını kılar, duasını yapar.

Bu esas duruş, imandır, teslimiyettir, ınkıyad’tır.

Bu öyle bir duruştur ki, ne kibir, ne başkaldırı ve de dik kafalılıktır. Sadece saygı, emre âmade, boyun büküş ve aynı zamanda huzurda olmanın huzurudur.

Bu öyle bir duruştur ki, değeri olan, ücreti olan, karşılığı olan bir duruştur. Bir anlamı olan, bir hedefi olan, bir ifadesi olan duruştur.

En yüce kapının önünde, en yüce Makamın önünde, en yüce İsmin önünde “buyur Ya Rabbi” diyen bir duruş...

O’nu tanıyan, O’na itibar eden, O’na ait olanlara değer veren bir duruş...

            Bu duruş “İşte bak, geldim ve ayağa kalktım, buyur/Lebbeyk” demenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Dilin sustuğu, bedenin ve yüreğin konuştuğu bir durumdur.

Bu duruş Allah’ın dışındaki bütün tanrı düşüncelerine, bütün tağutlara, bütün yalancı kutsallara ‘lâ/hayır’ demenin göstergesi ve isbatıdır.

Kim ki kunut için ayağa kalkar, ellerini göğe kaldırır, boynunu büker, bütün benliği ile teslim olursa; o neye ‘lâ/hayır’ neye ‘illa/evet’ dediğinin farkındadır.

Mü’min burada hem imanı ikrar eder, neye karşı ve neye taraftar olduğunu bir defa daha hatırlar; hem de istenilmeye layık olandan istemeye başlar.

 

Kunutun üçüncüsü derecesi;

Yukarıda kunutun üç derecesinden/anlamından bahsetmiş ve ilk ikisini açıklamıştık.

Kunutun üçüncüsü derecesi namaz içinde yapılan özel duadır.

Kunut, fıkıhta terim olarak bu anlamda anlaşılır. Bu kunut daha çok, vitir ve sabah namazının son rek’atında yapılır.

Bizim insanımızın arasında kunut deyince yalnızca vitir namazının 3. rek’atında, kıraatten sonra alınan tekbir ve okunan dualar akla gelmektedir.

Namazın kendisi bir kunut olduğu halde, son rek’atı uzun yaparak dua etmek, kunut içerisinde kunuttur.

         Peygamberin (sav) çeşitli vesilelerle kunut yaptığı sabittir. (Müslim, S. Misafirin/294-304, no: 677. Buharí, Vitir/7)

            Kunutun meşru oluşu konusunda mezhep alimleri arasında fikir birliği olmasına rağmen; kunutun hükmü, hangi namazlarda ve namazın neresinde yapılacağı gibi konularda görüş birliği yoktur.

            Hanefîlerin çoğuna göre kunut yapmanın hükmü vacip iken, Ebu Hanife’nin öğrencileri Ebu Yusuf, Muhammed ve müctehid imanların çoğunluğuna göre sünnettir.

            Hanefîlere ve Hanbelîlere göre kunut vitir namazının son rek’atında yerine getirilir. Malikîlere ve Şafiîlere göre sadece sabah namazının farzının son rek’atında kunut yapılır.

Hanefîlere göre kunut rukû’dan önce yapılırken, Şafiîlere ve Hanbelîlere göre rukû’dan sonra yapılır.

Peygamberin ne zaman ve nerelerde kunut yaptığı konusunda çeşitli rivâyetler vardır. Ancak Peygamberin sürekli yaptığı kunut vitir namazındaki kunuttur.

Felaket, belâ ve musibet, düşman tehlikesi karşısında beş vakit namazla birlikte kunut yapmak mümkündür. Anlaşıldığı kadarıyla bunun sabah namazının farzının son rek’atında olması tercihe şayandır. Zira aşağıdaki anlatacağımız olay sonrasında Peygamber’in (sav) bir ay boyunca sabah namazında kunut yaptığını görüyoruz.

 

Musibete karşı kunut;

Peygamberin (sav) özel anlamda kunut yaptığı zamanlara bakarsak, uzun kunut yapmanın yine özel bir amacı olmalıdır. Daha çok felâket, sıkıntı, darlık ve düşman saldırısı zamanlarında yapılması mümkündür.

Nitekim Peygamber (sav), Bi’ri Maûne olayından sonra pek âdeti olmadığı halde  Rı’l, Zekvân ve Usayyah kabileleri aleyhine kunut yaparak beddua etti, onların aleyhine zorluk istedi, Yusuf (as) zamanındaki gibi kıtlık diledi. (Buhârî, Meğâzî 29; no: 4090. Müslim, Mesâcid, 294-308, no: 675-679. Ebu Davud, Vitir 10, no: 1443)

Çünkü olay çok korkunçtu. Henüz Uhud’un yaraları sarılmamışken, henüz Reci’de suikastla şehid edilen 6 yiğit sahabenin acısı dinmemişken, yetmiş kadar seçkin sahabenin (Buharî, Meğazi 28. Müslim, İmâre 174, no: 1903) tuzağa düşülerek öldürülmesi çok sarsıcı bir olaydı.  

Olay kısaca şöyle idi.

Âmir kabilesinin başkanı Ebu Berâ İslâma ilgi duyan, müslümanlara sempati ile bakan bir kimseydi. Uhud savaşından bir müddet sonra Medine’ye gelerek Peygamber’den kendilerine İslâmı öğretecek öğretmenler (mürşidler) göndermesini istedi. Peygamber (sav) genel durumun pek güvenli olmadığı gerekçesinden hareketle bu teklife sıcak bakmıyordu. Ancak Ebu Berâ gönderilecek kişilerin kendi himayesinde olacaklarını söyledi ve can güvenliğine dair garanti verdi.

Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü çoğu Ensar’dan ve Suffe Ashabından olan yetmiş eğitimli kişiyi onlara gönderdi. (İbni Hişam bu sayının kırk olduğunu kaydediyor. Bak. Siyer 3/194)

Ebu Berâ her kadar gelecek heyetin kendi himayesinde olduğunu, kimsenin onlara zarar vermemesini istese de, bu irşad grubu Maûne kuyusunun başına gelince aynı kabileden Amir b. Tufeyl, Zekvan, Rı’l ve Usayyah kabilelerden topladığı silahlı adamlarla onları pusuya düşürdü ve onlara İslâmdan dönmelerini teklif etti. Onlar ise ölünceye kadar çarpıştılar. Sonuçta iki kişi hariç hepsi şehit oldular.

Bu katliamdan sağ kurtulan Amr b. Umeyye Medine’ye varıp olup biteni Peygamber’e haber verdi. (İbni Hişam, Siyer 3/193-199)

Bu cinayet zaten gönülleri yaralı olan sahabeleri bir kat daha üzdü, acılarını artırdı.  

Olay çok vahim idi. Bu katliamı yapanlar, ne kendi geleneklerini, ne öteden beri arap toplumunda geçerli teâmülleri ve ne de anlaşmaları dinlediler. Amaçları sadece davet üzerine onlara İslâmı anlatmak olan misafirleri hunharca katlettiler.

Enes b. Malik (ra) diyor ki:

“Rasûlullâh’ın (sav) Bi’r-i Maûne’de şehîd olan ashâbına üzüldüğü kadar, hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim!” (Müslim, Mesâcid, 302, no: 677)

            Peygamber (sav) olayı duyduğu günün sabahından başlamak üzere bir ay boyunca sabah namazında, daha önce hiç yapmadığı şekilde beddua etti.

“Allahım! Lihyan, Rı’lan, Zekvân ve Usayyah kabilelerine lanet et. Onlar Allah’a ve Rasûlüne âsi oldular. Ğifar kabilesine mağfiret et, Seleme kabilesine selamet ver.” (Müslim, Mesâcid 307, no: 679)

Hufaf ibnu İma diyor ki: Peygamber (sav) rukû’ yaptı sonra başını kaldırdı ve “Allahım Ğıfar kabilesini mağfiret et. Seleme oğullarına selamet ver. Usayyah Allah’a ve Rasulüne isyan etti. Allahım! Lihyan oğullarına lânet et. Rı’lan ve Zekvân kabilelerine lanet et” dedi ve sonra secdeye vardı. (Müslim, Mesâcid 308, no: 679)

Ebu Davud’daki bir rivâyette Ebu Hureyre’nin Peygamber’in (sav) bir ay boyunca öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarında kunut yaptığını ve adı geçen kabilelere beddua ettiğini söylüyor. (Ebu Davud, Vitir 10, no: 1443)

Kaynakların haber verdiğine göre bu duadan sonra adı geçen kabilelerin bölgelerinde ağır kuraklıklar yaşandı, kıtlık baş gösterdi. Hatta Medine’den yardım istemek zorunda kaldılar. Veba salgını ortaya çıktı ve pek çokları bu yüzden telef oldular.

Kendilerine göre kazandılar. Düşman bildikleri müslümanlardan bir kısmını, haince de olsa ortadan kaldırdılar. İntikamlarını aldılar. Düşmanlarının kalbine müthiş bir acı sapladılar.

Ama gerçekte kim kazandı, kim kaybetti? Kim Peygamberin duasını kazandı, kim bedduasını?

Peygamberlerin duası reddolunmaz. Nitekim reddolunmadı da. Allah (cc) onun duasını kabul etti ve bu cinayeti işleyenlerin dünyalık cezaları verildi.

Asıl kimin kazandığını bu katliamda yaşanan ilginç bir olay anlatıyor.

Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını sapladı. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Vallahi kazandım!” demişti.  

Âmir b. Füheyre’nin ölmek üzere, üstelik sevinçle söylediği bu söz Cabir’i şaşkınlığa uğratır. Bu adamı böyle sevindiren ve “kazandım” dedirten şey ne idi acaba?

Bunun üzerine günlerce düşünür, sonunda bunun İslâmdan kaynaklandığını anlar ve müslüman olur. (İbn-i Hişâm, Siyer 3/186)

           

Kunut duaları:

Kunut dualarını okumada Hanefîlerin uygulaması şöyledir: Vitir namazının üçüncü rek’atında sûre okunduktan sonra tekrar tekbir alınır, kunut duaları okunur, sonra rukû’ya gidilir.

Hanbelîler bunu rukû’dan sonra yaparlar.

Malikîler ve Şafiiler göre kunut şöyle yapılır: Sabah namazının farzının son rek’atı bittikten sonra rukû’ya varılır, rukû’dan kalktıktan sonra ayakta kunut yapılır ve sonra secdeye gidilir. Dua esnasında eller kaldırılır.

Kunut yapmanın hikmetini şu rivâyet haber veriyor.

Taberânî’nin anlattığına göre Hz. Aişe (r.anha) Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu söylemiş:

“Ben ancak sizin Rabbinize dua etmeniz ve ihtiyaçlarınızı O’ndan istemeniz için kunut yapıyorum.” (nak: İbadetler Ansiklopedisi 3/18)

Namazdaki kunut biraz da kulun Rabbine dua etmesidir. Bununla birlikte O’ndan özel yardım istemeye de uygun bir andır. Kunut yapmayı tavsiye eden Peygamber (sav) zımnen, “Bu bir imkandır, değerlendirin” demiş olur.

Zira ‘eslemtü’ diyerek İslâmı kabul eden, ‘semi’tü ve ata’tü’ diyerek, Allah’tan gelecek olan her şeye itaat edeceğine söz veren bir mü’min, kanît makamına, yani kul için ibadet olan esas duruşuna geçmiş, bundan sonra da Rabbinden bir şey istemeye –tabir caizse- yüzü var demektir. 

            Peygamber (sav) farklı dualarla kunut yaptığı bilinmektedir. Bunların en bilineni ve en çok okunanı; ‘Allahümme innâ nestâinüke ile Allahümme iyyâkke na’büdü’ diye başlayan dualardır.

         Bu duaların Türkçesi şöyle:

         “Ey Allahım! Biz, senden yardım ve bağışlanma dileriz. Senden hidayet dileriz. Sana iman ederiz. Sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bütün övgü sıfatlarıyla Seni överiz, Sana şükrederiz, Sana nankörlük etmeyiz. Sana ve rızana uymayan her şeyden uzak oluruz ve onu terkederiz.

         Ey Allahım! Yalnız Sana ibadet ederiz. Ancak senin için namaz kılar, Senin için secdeye varırız. Koşmalarımız ve çabalarımız yalnız Sana yaklaşmak içindir. Senin rahmetini ümit ederiz, Senin azabından korkarız. Şüphesiz Senin azabın kafirlere layıktır.” (nak: İbadetler Ans. 3/26)

Beyhakî, Abdurrahman bin Ebzâ’nın şöyle dediğini aktarıyor: “Ömer bin Hattab’ın (ra) arkasında sabah namazını kıldım. İkinci rek’atte sûreyi bitirince rukû’dan önce şu duayı okudu:

“Ey Allahım! Senden yardım diliyoruz. Senden bağışlanma diliyoruz. Seni bütün hayırlarla övüyoruz. Seni inkâr etmiyoruz. Sana karşı geleni içimizden atıyoruz ve terkediyoruz.” (Beyhakí, 2/211. nak. İbadetler Ans. 3/24)       

Hasan b. Ali b. Ebi Talip (ra) Rasûlüllah’ın (sav) kendisine vitirde okuması için şu duayı öğrettiğini haber veriyor:

“Allahım! Beni hidayete erdirdiklerinle beraber hidayete erdir. Kendilerine afiyet verdiklerinle birlikte bana da afiyet ver. Dost edindiklerinle beraber beni de dost edin (kendilerini velâyetine aldıklarınla beraber beni de velâyetine al). Bana verdiğini benim için bereketli kıl. Verdiğin hükmün şerrinden beri koru. Sen dilediğin hükmü verirsin ancak senin üzerine hüküm verilemez. Şüphesiz senin işini üzerine aldığın (dost-veli edindiğin) aşalığa düşmez (zelil olmaz). Ey Rabbimiz! Sen çok üstünsün ve yücesin.” (Ebu Davud, Salat/340, no: 1425. İbni Mace, İ. Salat/117, no: 1178. Tirmizí, Salat/341, no: 464. Nesâí, K. Leyl/51)     

Birinci kunut duası daha çok içinde olunan güne yönelik, ikinci kunut duası ise daha çok geleceğe yöneliktir. Birincide tevbe istiğfar, yardım dileği ve şükür; ikincide daha çok ümit ve ilerisi için söz veriş vardır.  

Mü’min, yalnızca Allah’a ibadet edeceğine, Allah’tan istenebilecek yardımları asla yaratıklardan istemeyeceğine, yalnız O’nun huzurunda secde yapacağına, nimetlere asla nankörlük etmeyeceğine söz vermektedir.

Birinci duanın sonundaki cümleler daha da ilginçtir:

Mü’min, her kunut duasında; Allah’a layık olmayan her şeyden, Allah’a karşı gelen, O’nun ilkeleri ve emirleri karşısında duyarsız kalan, Allah’ın dinine savaş açan,  günahları açıktan işleyen, insanlar arasında günahların yayılmasına çalışan bütün kişi, kuruluş ve otoritelere itaat etmeyeceğine, onlardan yüz çevireceğine, onları hal’ etmek için (onlara engel olmak için çalışacağına), onlara kendi özgür iradesiyle –elinden gelen imknlarla- otorite veya yetki tanımayacağına  söz verir.

Bu söz veriş de şüphesiz Kelime-i Tevhid/Şehâdetteki ‘lâ’ ve ‘illa’ ikrarıyla/taahhüdüyle  bağlantılıdır.

 

Sonuç:

İnsana düşen, tıpkı kâinattaki diğer varlıklar gibi Âlemlerin Rabbine teslim olması, boyun eğmesi ve O’nun azameti karşısında gönülden esas duruşa geçmesidir.

Bu şekilde Rabbine saygı ile bağlı olanlar bunu somut hale getirmek için namaz için kıyam ederler. Namaz aynı zamanda bir kunuttur. Yani Allah’a içten bağlılığın, O’nun huzurunda edeple ve boynu bükük duruşun somutlaşmış halidir.

Zaten gönülden Allah’a itaat edenler, bunun neticesi olarak namaz kılarlar. Bu teslimiyetlerini namaz ile dile getirirler.

Namazı ikame edenler, namaz içerisinde ayrıca kunut yaparlar. Bu kunuttaki duanın, yakarışın, zikrin, niyazın makbul olması için namazı derin bir şuurla, uyanık bir irade ile kılmak gerekir.

Bu şuurla icra edilen her esas duruş, her divan durmak, her boyun büküş kunuttur; yani ibadettir.

 

Hüseyin K. Ece

18.01.2010

Zaandam/Hollanda