Savaşın iyi bir şey olduğunu kimse iddia edemez. (Zalimlerin zulmüne, fesatçıların fesadına, işgalcilerin işgaline engel olmak üzere yapılanları bundan ayırıyorum.)

 

Yine kavganın, çekişmenin veya anlaşmazlığın da tatlı bir şey sayılması akıl dışıdır. Bunların hepsi insanı yorar, ağırlık verir, insanı ve toplumu huzursuzluğa sevkeder.

Bir kimsenin herhangi bir yerde rızkını güven içinde çalışıp kazanması, sonra güven içinde evine dönmesi, -eğer varsa- çoluk çocuğu ile evinde sükûnet içinde yaşaması ne kadar da güzeldir. Sabah evden ayrılırken gözü arkada kalmıyorsa bir kimsenin, evimi yağma ederler, çoluk çocuğumun başına bir iş gelir korkusu taşımıyorsa, bu ne kadar büyük bir saadettir. Kişi, bununla mutlu olur, bununla yaşadığından bir şey anlar.

Tam tersi olsa… İnsan böyle bir şeyi aklına bile getirmek istemez.

Güvenlik, kimsenin kendisine zarar vermeyeceğinden emin olarak yaşamak mutluluk kaynağıdır. Emniyet, su gibi, gıda gibi, uyku gibi insan için zaruri bir ihtiyaç ve sükûnet kaynağıdır.

Kavgadan sonra herhalde hic kimse evine huzur icinde gidemez. Evinde bu halde cok rahat oturamaz. Kavgada ister hakli olalim, isterse haksiz; sanirim sonuc ayni.

Dusunelim, birisiyle bir sorunumuz oldu, bunu uzerine karsimizdaki terbiyesizce bize sovdu saydi, kufretti. Boyle bir durumda insan ne yapar? Ya karsiligini verir, ya  kavga eder, ya da belaya bulasmamak icin Allah’a havale eder.

Ama her uc sekilde de mutlu degildir. Hele hele biraz hassas ise, hele karsisindaki asiri terbiyesiz agzi bozuk bir kimse ise; onun getirecegi sikintiyi kimse hesap edemez.

Allah korusun- yaralamayla veya ölümle sonuçlanan kavgalardaki zarar daha büyüktür. İnsan kolay kolay yara izini ve kanı unutamaz. Dökülen kan, sebep olunan yara akla geldikçe, yani bir kavganın izini vücutta görüldükçe kızgınlık artabilir. Sebep olana diş bilenebilir. Nefis ve şeytan insanlara intikam duyguları aşılayabilir.

Bir kısmının da bu gibi şeyleri unutmadığı, intikam aldığı, daha fazla kan döküldüğü, daha farklı kavgaların meydana geldiği bir gerçektir. Ardı arkası kesilmeyen kan davalarını bilmeyen yoktur. Hele bir yerde adalet yok ise, insanlar kendi haklarını kendi imkanları ölçüsünde aramaya kalkışıyorlarsa, öyle yerlerde kavga da olur, kan da dökülür. Zira buralarda nefisler ve şeytan çok aktif olurlar.

Peki bu gibi savaşlar, kavgalar, haksızlıklar, sövüşmeler, çirkin sözler azaltılamaz mı?

Dünyada uygulanan mevcut hukuk sistemleri içinde bir çare var mı? Hangi ülkenin düzeni bunu garanti edebilir? Hangi beşeri sistem bu gibi hastalıkları tedavi edebilir?

Hadi diyelim hukuk sistemleri, kendilerine intikal eden davalara baktılar, hadi diyelim adaletle karar verdiler. Ama olay olmadan önce nasıl önlenebilir? Kalplerin derinliğindeki öfkeyi, kin ve nefreti, intikam hırsını ne ile önleyebilirler? Bunun çaresini nasıl bulabilirler?

Bir kimseyi başkası hakkında kötü konuşmaktan hangi hukuki düzenleme alıkoyabilir? Hangi vicdani kanaat onu frenleyebilir? Çirkin ve ayıp şeyleri konuşmaya alışmış birini, nasıl bu huyundan vazgeçirebilirsiniz?

Görülüyor ki dünyada, her yerde, durmadan kavgalar çıkıyor ve savaşlar oluyor. Günahların, edepsizliklerin, haksızlıkların ve zulümlerin ardı arkası kesilmiyor.

Bunları önlemenin bir yolu var mı?

el-Cevap: Elbette var.

Nedir o diye sorulacak olursa; Deriz ki:

-İslâmın bütün ibadetleri ve özellikle oruç (sıyam).

Denilebilir ki, ibadetlere rağmen, oruca rağmen müslümanlararası ne kavgalar bitiyor, ne savaşlar, ne de sövüşmeler... Müslümanlar her sene oruç tutmalarına rağmen ahlâkî açıdan çok iyi oldukları söylenemez.

Doğrudur. Demek ki müslümanlar ibadetleriyle sadece Allah’a borçlarını ödediklerini zannederek yapıyorlar. İbadetlerin kul üzerindeki ‘ıslah ve terbiye’ edici hedeflerini bil(e)miyorlar. Ya da öyle ibadet ediyorlar ki, bu hedefler gerçekleşmiyor.  

Bazıları bedenine oruç tutturuyor ama duygularına tutturamıyorlar. Öfkelerine ve hırslarına hakim olamıyorlar. Orucu hayatlarına taşıyamıyorlar. Midelerine giden yolu bağlıyorlar ama öfkeye giden hırslarını bağlıyamıyorlar. Yemiyorlar-içmiyorlar ama manen ölü eti yemeye devam ediyorlar. Yani gıybet ediyorlar, dedi-kodudan vazgeçmiyorlar. Ağızlarını yeme içmeye karşı bağlıyorlar da dillerini çirkin sözlere, sövüp saymaya karşı bağlıyamıyorlar.

Hz. Ebu Hureyre (ra): "Resûlullah (sav) buyurdu ki: "Nice oruçlular vardır ki, tuttuğu oruçtan yanına sadece çektiği açlık kâr kalır. Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların da kârı gece uykusuz kalmaktan ibarettir." (İbni Mace, hadis no: 6487)

Demek ki oruç tutmaktan amaç yemeyi ve içmeyi terk değildir. Oruç tutmanın daha başka ve çok önemli hedefleri vardır.

Bunu ‘ıslah ve terbiye/güzel ahlâk’ diye özetlemek mümkün. Islah ve terbiye, arkasından da güzel ahlâk. Davranışların en güzelini yakalamak. Herkese karşı güzel davranmak. Herkesin hakkına riayet edecek bir dürüstlüğü, kimseyi kırmayacak kadar bir nezaketi öğrenmek. Bedenini temizlediği gibi, ağzını, duygularını, hatta niyetini bile temizlemek, nezih hale getirmek. Nefsi güzel (hasene) olan şeylere alıştırmak, çirkinliklerden ve edepsizliklerden alıkoymak.

Zira nefsini arındıran kurtulur. (Şems, 110/9) Kurtulmak ne kelime; iki dünyada da mutlu olur.

İşte muhteşem bir ölçü daha oruçlular için:

"Oruç perdedir. Biriniz bir gün oruç tutacak olursa kötü söz sarfetmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa "ben oruçluyum!'' desin (ve ona bulaşmasın).'' (Buhari, Savm 2, 9, Libas 78; Müslim, Sıyâm 164 (1151); Muvatta, Sıyâm 58, (1, 310); Ebu Dâvud, Savm 25 (2363); Tirmizi, Savm 55, (764); Nesâi, Sıyâm 41, (2, 160-161); İbnu Mâce, Sıyam 1, (1638), Edeb 58, (3823).

Evet, müslümana kötü söz yakışmaz, kötülük yakışmaz, kötü ahlâk hiç yakışmaz. Hele hele oruçlu ise. Hele hele Ramazan’ı yaşıyorsa. Allah (cc) rızası için ağzını bağlamışsa, sakın ha çirkin söz söylemesin. Kavga etmesin, haksızlık yapmasın, edepsizliklere başvurmasın.

Eğer biri ona sataşacak olursa, ‘ben oruçluyum desin’. Yani oruca sığınsın. Oruç ile kendisini, öfkesini, nefs-i emmaresini kontrol altına alsın. Hani oruç bir kalkan gibiydi, sahibini koruyan bir şeydi ya; orucu insanı sarıp sarmayalayan, kucaklayan, koruyup kollayan bir elbise gibi, bir yuva gibi bürünsün.

Namaz da öyle değil midir? Namaz da insanı kötülüklerden ve çirkin işlerden alıkoyan, müslümanı aşırılıklardan koruyan bir ibadet değil miydi? (Bak: Ankebut, 29/45)

Evet, gerçekten hakkıyla kılınan (Kur’an’ı ifadesiyle ‘ikame edilen’) bir namaz, sahibini dinin hoş görmediği kötülüklerden, müslüman ismine yakışmayan edepsizliklerden uzaklaştırır.

Bir kimse hem namaz kılıyor, hem de hâlâ ahlaksız, hâlâ zâlim, hâlâ edepsiz ise, bir kimse hem namaz kılıyor hem de çevresine zarar veren bir kimse ise; o kimse kıldığı namazı gözden geçirmek zorundadır.

Acaba namaz mı kılıyor, yoksa belli vakitlerde bedenine hareket mi yaptırıyor? Allah (cc) –hâşâ- yalan söylemez.

Bir kimse her yıl Ramazan orucu tutuyor, Fıtır bayramını idrak ediyor, Kurban kesip Hacca gidiyor, ama hâlâ müslümana yakışmayan işlerle meşgul oluyorsa, hâlâ hırsız ve hak yeyici ise, hâlâ kötü davranışlarını ısrarla sürdürüyorsa; bu işte bir yanlışlık var demektir.

Acaba aç mı kalınıyor, yoksa oruç ibadeti mi yerine getiriliyor?

Toplumdaki gelenek mi sürdürülüyor, savm gibi müstesna bir fırsat mı elde ediliyor?

Kültürel değerler mi yaşatılıyor, Allah’a daha yakın olmanın imkanı mı kazanılıyor?

Ramazan günleri yemek tarifleriyle, eğlence ve çümbüşle mi geçiriliyor, yoksa Kur’an’ı hayatın merkezine yerleştirme bilinci mi yakalanıyor?

Sorular uzatılabilir.

İşte bir ölçü daha:

Ebu Hüreyre’nin (ra) anlattığına göre Resûlullah (as) şöyle buyurdu: "Kim yalanı ve onunla ameli terketmezse (bilsin ki) onun yiyip içmesini bırakmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur." (Buhari, Savm 8, Edeb 51; Ebu Dâvud, Savm 25, (2326); Tirmizi, Savm 16, (707).

Müslüman sözünü, özünü, işini ve herkesle/her şeyle ilişkisini güzel yapan insandır. Onun bulunduğu yerde her türlü güzelliklerin yer alması gerekir. Bunun tersi oluyorsa müslüman, inandığı dinin sunduğu imkanları kaybediyor demektir. İslâmın onun hayatında amaç olarak belirlediği hedefe ulaşamıyor demektir.

Kur’an öyle diyor:

“Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.”  (A’raf, 7/58)

“Mümin, toprağı verimli olan güzel memlekete benzetilmiştir ki o hak sözü işitince onu kabul ederek faydalanır ve güzel ameller ortaya çıkar. Münafık da kötü topraklı yere benzetilmiştir ki o, hak sözü işittiği halde onu kabul etmez ve ondan faydalanmaz. (Meâl, TDV, say: 157)

Verimli toprak yağmura/suya kavuşunca ondan etkilenir, onunla hayat bulur, meyvesini/sebzesini, otunu/ağacını bitirir. O su/yağmur boşa gitmez. Mutlaka insanlar ve hayvanlar için faydalı ürünler meydana getirir.

Müslümanın yüreğine kökleşen ‘vahy’ de böyledir. Müslüman ondan etkilenir. Vahiy ve onunla birlikte ‘hayat verecek olan ‘ilahî davet’ (Enfal, 8/24), onun bütün hücrelerine siner, boyanın bütün kumaşa nüfuz ettiği gibi müslümanın benliğini kaplar. Tıpkı hayat kaynağı suyun, toprağın damarlarına/hücrelerine ağması gibi. Sonra da bu imanın sonuçları, yani meyveleri güzel davranışlar (salih ameller) olarak onun hayatında görülür.

Ebu Mûsa Abdullah İbnu Kays el-Eş'arî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. (Bilindiği üzere), bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenab-ı Hakk insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar ne ot bitirir.

Bu temsilin biri Allah'ın dininde ilim sâhibi kılınana delalet eder, böylesini Allah benimle göndermiş olduğu hidâyetten yararlandırır; yani hem öğrenir, hem öğretir. Temsilden biri de, buna iltifat etmeyen Allah'ın benimle gönderdiği hidâyeti hiç kabul etmeyen kimseye delalet eder". (Buhârî, İlm 20; Müslim, Fedail 15 (2282).

Bu anlamda müslüman hayatı ıslah eden, güzelleştiren, anlamlı hale getiren insandır. Müslüman emredilen ibadetleri yerine getirdikçe adım adım bu güzellikleri gerçekleştirir, nefislerin fesada verdiği hayatı ıslah etmeye çalışır. O ibadetleriyle önce kötülükler, edepsizlikler ve haksızlıklardan uzak kalmaya çalışır. Sonra da bunlara karşı mücadele etmeyi öğrenir.

Kavga, çekişme, savaş ve zulüm ıslah değil, fesattır.

Kötü söz, yalan, sahtekârlık, haksızlık ve hak yeme, baskı ve şiddet; din diliyle münker olduğu gibi aynı zamanda fesattır.

          Ramazan öyle yaşanmalı, öyle bir oruç tutulmalı ki kötülükler asgariye insin, fesat azalsın, güzellikler, erdem ve insanî duygular artsın.

Yunus Emre’ye rahmet olsun, ne güzel demiş: “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı/Söz ola ağulu aşı/Yağ ile bal ede bir söz”.

Şimdilerde: “oruç ola kese savaşı, oruç ola kese kin ve düşmanlıkları, oruç ola kese günahları ve kötülükleri, oruç ola dirilte yürekleri, oruç ola ıslah ede bizleri” demenin zamanıdır.

Kur’an, Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanların ve iyiliğe çalışanların ücretlerinin tastamam verileceğini müjdeliyor. (A’raf, 7/170)

Bu ücretin bir kısmının dünyada verileceğini bekleyebiliriz.

İyiliğe çalışanların mükâfatı bu dünyada faziletler, güzellikler ve saadet niçin olmasın.

Hüseyin K. Ece

20.8.2008

Zaandam/Hollanda