Dedeler torunları çok severler. Doğrudur. Ya sekseninde baba olanlar çocuklarını ne kadar sever? Tahmin edilebilir mi? Belki böyle bir şeyi yaşayanlar daha iyi anlarlar.

Bir de şu var, bir şeyin değerini, içinde değer ölçüsü olanlar daha iyi anlar. Zihninde değer ölçüsü olmayanlara istediğiniz kadar değerli şeylerden bahsediniz, anlamaz ki... Metrenin kaç santim olduğunu bilmeyen birine istediğin kadar de ki buardan istanbul’a kadar 1200 km. Anlamaz ki.

 İsmail’in değerini en iyi İbrahim bilir. İsmail’in değerini bilmek için İbrahim olmak gerek demeye bilmem lüzum var mı?

Bir İsmail, ihtiyar bir Nebi’nin müstesna, seçkin ve sevimli oğlu. Gökten yere inmiş bir ‘büşra/müjde’. Yerden göğe doğru yükselen bir peygamber duası. En gözde adak, en seçkin sunak, en kabul edilmiş kurban.

İşte bu İsmail; kimbilir on yaşında mı idi, onbir yaşında mı idi; babasının aldığı emir gereği feda edilecekti, ait olduğu yere geri verilecekti, geldiği yere geri dönecekti.

Değil mi ki her şey O’nundu... Öyleyse O’na ait olan, ama insanda biraz emanet olarak bırakılan bir parçayı asıl sahibine vermek niçin zor olsun?

Değil mi her şey O’ndan geldi ve her şey O’na geri dönecekti. Ha bugün, ha yarın... Ha genç yaşta, ha ihtiyarlık çağında... Ne farkeder?

Tabi söylemesi kolay... ‘Hadi gel ver de göreyim seni’ derler adama. Doğru ‘hadi ver bakalım, kolay mı vermek’?

Ama İbrahim verdi. İsmail verdi. Onun için onlar büyük oldular. Onun için onlar sevimli oldular. Onun için onlar insanlığa örnek kılındılar.

Düşünün ki, onlar da bizim gibi verseydiler, ya da hiç vermeseydiler; İbrahim ve İsmail olabilirler miydi?

Deneme bu... İlahi imtihan... Sebebi sorulmaz... Hikmetinden sual olunmaz...

İsmail, işte o yaşa gelince, yani zamanı gelince... Seksen sene yolunu bekleyen baba, tam onunla sefa sürecekken. Tam delikanlılık çağına yaklaşmışken, tam doyumca seviliyorken...

İşte öyle bir zamanda bir emir geliyor: En değerli varlığını O’nun için feda edeceksin!

Yani feda edebilir misin? En değerli varlığını, en sevdiğini, ciğerpâreni, göz nurunu, seksen yıllık hasretini, bir ömürlük hasılanı, yüreğinin bir parçasını...

Feda edebilecek misin?

O’nun uğruna, O’nun yoluna, O’nun rızası için verebilecek misin?

İbrahim yürekten ‘EVET’ dedi. Hiç tereddüt etmeden. Hiç pazarlık yapmadan. Sağına soluna bakmadan.

Ama bir de İsmail’e sormak gerekir.

“Baba, emrolunduğu şeyi yap, beni sabredenlerden bulacaksın!”

Böyle babanın böyle oğlu... Böyle bir ataya böyle oğul layıktır.

Peygamber, neslini işte böyle terbiye eder, işte böyle yetiştirir.

“O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz” gerçeğine işte böyle inanılır. Yürekten, sımsıkı, şüphesiz ve pazarlıksız... 

İbrahim... o nasıl bir fedakârlık ki, bunca senedir hasretine yandığı biricik İsmail’i, hiç tereddüt etmeden feda etmeye hazırdı? İsmail’i O vermişti, geçici bir zaman için. Bir değerli emanet olarak. Şimdi emaneti geri ödemenin zamanı geldi. Çünkü sahibi geri istiyor.

Niçin biliyor musunuz? Kurban için. Yani yakınlaşmak için.

İbrahim zaten O’na yakın seçkin bir kuldu. O, pek çok denemeyi başarıyla tamamlamış, razı olan ve razı olunan müstesna bir insandı. Daha yakın olması için, bu kurbiyeti (yakınlığı) sağlayacak bir fedakârlık daha yapması gerekecekti.

O da onu yaptı. Sahip olduğu en değerli şeyi, O’nun uğruna feda etmeye hazırlandı.

İşte bu kadar. İbrahim, bir denemeyi daha başarıyla tamamladı. Ve kazandı. Ve çok büyük karşılıklar kazandı.

Ondan istenen oğlunu kesmesi değil, en değerli varlığını asıl sahibine verebilmesi, bu cömertliği gösterebilmesi, bu denemenin altında yatan ilahî hikmeti kavrayabilmesi idi.

İbrahim, yakın olmak için kurbanını adadı. Kurbanı kabul edildi. Artık İbrahim bayram yapabilirdi. İbrahim bayramı hak etmişti.

Kabul edilen sadece kurbanı değil; gökten bağışlanan kurban, peygamberlerin atası olmak, tevhidin babası sayılmak, kıyamete kadar hoş bir şöhrete sahip olmak, adı Son Peygamberle birlikte sürekli anılmak, insanlığa örnek olmak, beşere lider olmak...

Dahası Allah’a dost olmak, ‘Halilullah’ olmak... Hepsi İbrahim için.

Bu bayramın dengi olur mu? Bu mükâfatlara paha biçilir mi? 

İbrahim bayramı hak etti. Hem de öyle bir bayram ki dünya durdukça kutlanacak, Kâbe var oldukça yaşayacak, Hac ibadeti devam ettikçe, hacılar “buyur Ya rabbi” dedikçe sürecek bir bayram.

Zira o kurbanını iyi adamıştı. O seçkin bir sunum yapmıştı O Yüce kapıya. Kurbanına göre bayramı hak etmişti.

O bayramın bir sonucu da Allah’ın İbrahim ve İsmail’e Kâbe’yi yapma emrini vermesidir. Onlar ki ilâhî denemyi başarıyla tamamladılar, Beytullah’ı inşa etme şerefi kazandılar. Ne büyük bir mükâfattır bu, ne güzel bir kazançtır bu, ne güzel makamdır bu.

Öyle değil mi, kurbanın ne ise bayramın odur. Hangi değeri O’nun yoluna feda edebiliyorsan, işte bayramın o kadardır. Ademin kötü oğlu gibi en değersiz malını güya kurban adadım diye verdiğini sanırsan, sonunda gökten senin kurbanına nûr değil, nâr iner.

Her nimet, bir külfetin, bir zahmetin, bir çabanı, bir çalışmanın, bir mücadelenin sonucudur. Kişi bir sonuç ede etmek istiyorsa o sonuca ait o başarıya ait bedeli ödemek zorundadır.  

Bugün İbrahim ve onun oğlu İsmail en güzel bir isimle anılıyorsa, bunun sebebi onların verdikleri imtihan, Allah yolunda ödedikleri bedel, verdikleri kurbandır. Bundan dolayı Allah onların kurbanını anlayacak bir kalbe sahip  olanlara bir örnek, bir ibret yaptı.

“Eski bayramlar kalmadı” “Nerde eski bayramlar” diye hayıflanma. Bayram seninledir, senin niyetinde ve kurbanın boyutundadır.

İbrahim gibi en değerli varlığını O’nun yolunda feda etmeye hazır ol, göreceksin ki bayramın büyük olacak, bayramın değerli olacak, bayramın anlam kazanacak.

Küçük kurban adayıp da büyük karşılık beklemek uyugun değildir.

Kısaca, kurbanın ne ise bayramın odur.

 

Hüseyin K. Ece

2.12.2008

Zaandam/Hollanda