Evet, zaman da, makam da, servet de geçici. Akıllı kişi zamanı iyi değerlendiren, insanlara iyilik eden ve arkasından iyi bir eser bırakandır. Kötü kişi de kendine de başkalarına da hayrı olmayan, kendine ve başkalarına zarar verendir.

Zaman keskin bir bıçak gibidir. Sen onun değerini bilmezsen, o seni hissettirmeden, yavaş yavaş keser. Bir törpü gibi yavaş yavaş törpüler. Eski bir elbise gibi yıpratır, eskitir, pişman ettirir.

Zaman insana verilmiş en önemli emanetlerden biridir. Kıymetini bilenlere vefalı, bilmeyenlere vefasız derler. Emanet ‘emin’ adam işi. Sen emin olmadıktan sonra, emaneti nasıl koruyacaksın ki? Öyle ‘emin’ ol ki, emanet sahipleri sana güvensinler. Hatta zaman bile senden yana pişmanlık duymasın.

Nasıl ‘emin’ olunur? ‘Emin olma ahlâkı’ nereden öğrenilir? Artık onu da sen araştır. Onu bulacağından emin olmalısın.

Kişi yüklendiği her emanetten sorumludur. Zamanın hesabını da vermek zorunda. “Nerede harcadın?” diye...

Zaman, ayna gibidir. Kişinin boyunu, posunu, iç ve dış görüşünü önüne koyar, ona kendini değerlendirme imkanı verir. İşte sen busun, bu kadarsın, eserin karşında duruyor dedirtir.

Aynalar yalan söylemez. Kendisine bakmaya cesaret edenlere gerçeği olduğu gibi söyleyiverirler. Bir şeyi saklamaya çalışırsın, ya da görmemzlikten gelmeye çalışırsın ama ayna onu sana gösteriverir. Zaman, senin hatıra defterini, hesap ve kitabını, kâr ve zararını önüne koyar. İstersen anlarsın, istersen es geçersin.

Zaman, yürekteki servet gibidir. Yerinde ve zamanında harcanırsa hesapsız kazanç elde edilir. Ya da bilmem hangi yerin altında saklı değerli maden, kıymeti biçilemeyen hazine gibidir. Sen ondan gafil oldukça, ne istifade edebilirsin, ne de onun değerini anlayabilirsin.

Zaman, bazen de rüya gibidir. Uyudun, uyandın, gelir geçer. Bir de bakarsın ki rüya bitmiş, sabah olmuş. ‘Yahu bu kadar hayatı ben mi yaşadım, bu kadar rüyayı ben mi gördüm’ dersin. Böyle dersin de ne geceyi, ne de gördüğün rüyayı, film gibi başa saramazsın.

Zaman, kimi zaman da dalda duran kuş gibidir. Onu usta avcılar yakalar.  Beceriksizler onu tutmayı akıl edemezler, akıl etseler bile ellerinden kaçırırlar. Sonra da ‘kuş şu kadar güzeldi, bu kadar alımlıydı’ derler. ‘Ah şöyle olsaydı, böyle olsaydı onu yakalardım’ diye gevezelik ederler.

Zaman bir açıdan da sudaki balık gibidir. Aç insan için besin kaynağı, güzel manzaraya aşina gözler için ev süsü, sudaki hayatı merak edenler için bir araştırma konusu, çocuk için bir gülücük sebebi olabilir.

Aç kişi becerip o balığı yakalayamaz. Sonra da çevresine ‘kaçırdığım balık şu kadar büyüktü’, ‘az kalsın tutuyordum’, ‘elimin üzerinden sıçrayıp kaçtı’ diye  hikâye anlatır durur.

Bilindiği gibi “kaçan balık her zaman büyük olur”.

Halbuki zaman, bütün avazı ile haykıran bir tellâl –hoperlör mü demeliydim- gibi, her gün ya bir taşın üstünden, ya bir merdiven başından, ya bir minarenin şerefesinden, ya bir musalla taşından haykırıp duruyor:

“Zamana/asra yemin olsun ki insan zarardadır. Yalnız... ”

Mevlanâ Celâleddin Rûmî der ki: “Güz mevsiminde ağaçlardan düşen sarı yaprakları sıradan yaprak zannetme. Onların her biri sana gelen bir mektuptur. O mektupları al oku. Göreceksin ki her birinde ‘ölüm var’ diye yazıyor.”

Alıcı gözle bakan herkes, düşen yapraktaki manayı çözebildiği gibi, sönen her lambadan, geçen her cenazeden, devrilen her ağaçtan, batan her günden, ağaran her bir saç telinden, ayrılıklara yanan her damla göz yaşından bir ibret dersi çıkarır. Aynaya baktığı zaman beyazlayan saçlarının ne haykırdığını hâl diliyle anlar.

Eldeki servet ve makam gözleri büyüleyen bir aldanış gibidir. Bunun bir rüya olduğunu unutanlar; onun peşine koşturur durur. Koşturur da, bir yandan akıl almaz kibre kapılır, bir yandan haddini aşacak denli şımarır, bir yandan da unutur. Yani vaktin gelip geçtiğini, zamanın insanı çepeçevre kuşattığını unutur. Elindekiyle dostlara (yani diğerlerine) faydalı olmak yerine, onları kullanmaya kalkışır. Ne kendi rahat eder, ne de diğerlerini rahat bırakır.

Heyhat, bu gibiler ne iflah oldular, ne de fazilet listesinin başına yazıldılar.

Çevremizdeki ihtiyarlardan biri sürekli; “Geçtiii, geçtiii” derdi. ‘Geçen ne?’ diye sorulduğu zaman, “Ah neler neler yapacaktım ya, zaman yetmedi. Şimdi keşke yirmibeş yaşımda olsaydım” diye cevap vermişti.

Pek çoğumuzun aklından aynen böyle geçtiğini duyar gibiyim.

Zamanın değerini bilenlere selâm olsun.

 

Hüseyin K. Ece

3.6.2005 Zaandam