Herkes olup gidiyor. Madem ki hayat devamlı; öyleyse her şey neden ölüyor? Her canlı neden ölümü tadıyor?

Siz hiç ölmeyen bir canlı gördünüz mü?

İşte kıyamet kopuyor ya... İşte hayatın sonu geliyor ya…

Sen öldükten sonra, hayat devam ediyor veya etmiyor; bu seni ne kadar ilgilendirir ki? Sen oldun ve işin bitti. Öte tarafa gittin, bu tarafla hiç bir bağlantın kalmadı.

Öyleyse niye ikide bir öte dünya yok deyip duruyorsun?

Diyebilirsin ki canlılar ölüyor ama, cansızlar ölmüyor. Burada da yanılıyorsun. Her doğan olur. Her başlangıcı olanın mutlaka sonu da vardır. Her fâni, mutlaka fena bulacaktır.

Yaratılışın bir başlangıcı olduğunu senin güvendiğin kaynaklar isbat ediyor. Bu evren böyle değildi. Bazı aşamlardan sonra böyle oldu diyorlar. En azından her şeyin şimdiki gibi olmadığını, her şeyin çok köklü değişiklik geçirdiğini aynı kaynaklar söylüyorlar.

Öyleyse, başı olanın sonu da vardır. Bunun böyle olduğunu gören göz, düşünen akıl anlar.

Kaldı ki, gözümüzün önünde her saniye, belki sayısız ölüm ve sayısız doğum oluyor. Biz her onlarla karşılaşıyoruz. Sanki bütün bunlar insana, ölüm gerceğini duyurmak için oluyor.

Ölümden sonra bir hayatın olmadığını sananlar, sadece bu inançlarıyla kalsalar, haydi neyse; deriz ki zararları kendilerine. Onlar da varsın öyle inansınlar.

Sabah olunca, uykular sona erince, çevre aydınlanınca, görülenlerin, yaşananların bir rüya olduğu anlaşılacak. Sonra da ´bizi bu tatlı uykumuzdan kim uyandırdı?´ (Yasin, 36/) diye sorulacak. Bir var idi, bir yok idi. Göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman geçti.

Sahi ne idi o öyle? Dünya hayatının hepsi bu kadar mıydı? Bir lahza mi idi? Bir salise kadar mıydı?

Halbuki insanoğlu neler neler yapmıştı. Koca bir hayatı yaşamıştı. Neler görmüş, neler geçirmiş, neler yapmıştı? Neler kaybetmiş, neler kazanmışdı…

Nereye gitti bunca faaliyet, bunca endişe, bunca koşuşturma?

Fesübhanallah! Bir an idi, çabucak tükendi.  Geriye baktığımız zaman, bütün bir ömür bir ışık yanıp sönmesi kadarmış meğer… Ya da bir göz açıp kapayıncaya kadar...

Bunu herkes anlayacak. Ölümden sonrasını kabul etmeyenler de, âlemi bu görünen fizik âlem olduğunu zannedenler de.

Ama kimileri ahirete inançsızlıklarıyla kalmıyorlar; ahirete imanı esas alan bir daveti istemiyorlar. Ahireti kabul eden bir yaşama anlayışından nefret ediyorlar. Kendileri ahiret hesabına inanmadıkları gibi, inanılmasını da istemiyorlar. Ahirete inananlardan da hoşlanmıyorlar.

Onlara göre, ahirete imanı esas alan bir hayat anlayışı modern zamana uymuyor. Böyle bir inanç eskide kalmış bir şeydir.

Zira eskiden insanlar, zor sartlarda yaşıyorlardı. İstediklerini elde edemiyorlardı. Dolaysıyla bazı ümitlerini, hayal ettikleri ve kuvvetle inandıkları bir tanrıdan öte dünyada bekliyorlardı. Bu dünyada elde edemedikleri mutluluğu, zorluklara katlanarak gelecek bir dünyada elde edeceklerini sanıyorlardı.

Yine eskiden insanlar haklarına kavuşamıyorlardı. Güçlüler haklı, güçsüzler haksız çıkıyorlardı. Bundan dolayı gelecekte bir adil mahkemenin onların haklarını alacağını, zalimlerden hesap sorulacağını ümit ediyorlardı.

Modern zamanlarda, hem insanlar refaha erdiler, istediklerinin çoğuna ulaştılar. İstediklerini yiyorlar, içiyorlşar. İstedikleri gibi giyiniyorlar. Canları istediği kadar eğleniyorlar, Bir anlamda hayatın tadını çıkarıyorlar. Doyasıyla mutlu oluyorlar. Hem de pratik olarak, bizzat yaşayarak.

Artık hayali ve gelecekte olabilecek cennet beklentilerine gerek yoktur.

Modern devletler, hem insan haklarını koruyor, hem de herkesi kontrol edip, suçluların cezasını veriyorlar. Bundan dolayı gelecekte bir adalet beklentisine gerek yok. Zira burada, şimdi adalete kavuşuyorlar.

Onlar, her şeyin burada olup bittiğine kanaat ediyorlar.

Ancak, onlar bu konuda oldukça fanatikler. Bu kanaatlerine sonuna kadra bağlılar. Bundan taviz vermiyorlar. Çünkü ahiret inancı onları rahatsız ediyor. Ahiret inancına sahip olanlara şüpheli gözle bakıyorlar.

Kur’an’ın geldiği döneme baktığımız zaman, benzer bir kafa yapısını cahiliyye toplumunun önderlerinde de görüyoruz.

Davet edildikleri din, ahiret inancını esas alıyordu. İnsanların öldükten sonra, hayatlarını hesabını vereceklerini anlatıyordu. Ama onlar bunu istemiyorlardı. Zira yüzleri kara, yükleri çok, suçları fazla idi. Kendilerine hesap soracak bir merci istemiyorlardı. Hesaba çekilmeyi kabul etmiyorlardı. Çünkü onlar suçlu idiler, zalim idiler, başkalarının haklarını yeyici idiler. Zulmettikleri ve haklarını yedikleri kimselerin kendilerinden hak almaya kalkışmasını kabullenemiyorlardı.

İşte bunu hatırlatan her şeyden nefret ediyorlardı. Üstelik boyle bir inancı kabul etmek, onların dünyadaki konumlarını da etkiliyordu.

Eşitliği, adaleti, vermeyi, bölüşmeyi, üstünlük taslamamayı, ehil olmadıkları makamı terketmeyi kabul etmeleri gerekirdi. Sömürmeyi, çalmayı, haksız yere almayı, her davada haklı çıkmayı terketmeleri gerekiyordu. Köle edinmeyi, insanları kendi çıkarları için kullanmayı, atalar dinini takip etmeyi, geleneksel töreleri bırakmaları gerekiyordu.

Ahiret inancını esas alan din, onlara bunları teklif ediyordu. Onlar ise, böyle şeyi akıllarından geçirmiyorlardı.

Onun için o dini tebliğ edenlere de, o dini benimseyenlere de düşman oldular. Tavırları, kızgınlıkları, taşkınlıkları, haddi aşmaları; tıpkı, yarası olup da gocunanların, suçluların tavrına benziyordu. 

Suçlu olan cesur olur, çok konuşur, çok bahane üretir, suçunu kapatmak icin çok çok martavallar dizer, düzenler ve tuzaklar, hileler ve oyunlar sergiler. Aynı şeyi hak davete karşı da yaptılar o suçlular, Kur’an’ın deyişi ile; ‘mücrim’ler…

Bir anlamda zalimler. Yani hakka karşı çıkanlar. Yani cürüm işleyerek kendi nefislerine zulmedenler. Yani Allah’ın ve insanların hakkına öyle veya böyle tecavüz edenler. Yani insanları hak yoldan çevirenler. Yani sömürü ve sihirbaz düzeni kuranlar…

Kur´an peygembere onlara şöyle söylemesini emrediyor:

´De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de yapacağım. Yurdun (dünyanın) sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmazlar.` (En’am, 6/135)

Hadi, elinizden geleni yapın bu hak davete karşı. Şeytanınızı yardıma çağırın, yoldaşlarınızı, taraftarlarınızı yardıma çağırın. Sizin düzeninizden yemlenen yardakcılarınızı yardıma davet edin. Yapacağınız ne ise onu yapmaya çlışın. Elinizden geleni ardınıza koymayın.

Sonunda göreceksiniz gerçeği.

Sonunda gerçek kafanıza dank edecek.

Sonunda öleceksiniz ve nereye gideceğinizi ayne’l-yakin göreceksiniz.

Sonunda hangi yurda, hangi yuvaya, hangi yatağa kavuşacağınıza şahit olacaksınız.

Bu dünyada elinde güç olduğunu sanan, bununla da kendini yaratana karşı, Yaratan’ın davetine veya Yaratan’ın kendisine takdim ettiği güzelliklere karşı düşmanlık yapmaya kalkışan, sonunda çıplak gerçekle yüzyüze gelecektir.

Hadi elinizden geleni yapın… Hakka bağlılara ayrımcılık yapın, aşağılayın, dışlayın, haklarından mahrum edin. Hadi, göz hapsinde tutun, tutuklayın, hesaba çekin, işkence edin, hapsedin…

Hadi onların varlıklarını talan edin. Ülkelerini yağmalayın, yakın yıkın.

Ahirete imanı hayatın esası sayanları isterseniz tek tek, isterseniz topluca öldürün. Katliama tabi tutun.

Sözlerinizle, yazılarınızla, görüntülerinizle, haberlerinizle, resimlerinizle, karikatürlerinizle alay edin, aşağılayın.

Maddi ve manevi silahlarınızı seferber edin, toplayın, hücuma geçin…

Fakat, bu gerçeği asla değiştiremeyeceksiniz: Hepiniz günün birinde öleceksiniz. Hem de çok yakında. Ve ahiret yurdunun nasıl olduğunu göreceksiniz. Yaptıklarınız karşınıza gelecek.

Hadi bakalım elinizden geleni yapın hakka ve hak davete karşı.

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın. Azıcık bir menfeattir bu. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (Âli İmran, 3/196-197)

“De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mu’minler de görecekler. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O da size yapmakta olduklarınızı haber verecek.” (Tevbe, 9/105)

“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidayete erenleri de en iyi bilen odur.” (Kalem, 68/7)

Belki zengin olabilirsiniz. Belki maddi açıdan, yani görünürde güçlü olabilirsiniz. Belki son derece refah icinde yaşayabilirsiniz. Belki hayatiniz lüks, bol nimetler, bol imkanlar içinde olabilir.

Ama bu, gerşeği hiç bir zaman değiştirmez.

Kiminiz hastalıktan, kiminiz ihtiyarlıktan, kiminiz yaptıklarının karşılığı belâ ve musibetten, kiminiz başka bir sebepten zayıf kalacaksınız. Gücünüz, üzerinize konan sineği dahi kovmaya yetmeyecek. Kiminiz saltanatını kaybedecek, kiminiz rezil rüsvay olacaksınız. Kiminiz için, ‘geberse de kurtulsak’ diyecekler. Kiminize ‘mendebur’, kiminize ‘hortlak’, kiminize ‘ bunak’, kiminize ‘kartlamış’, kiminize ‘başımızın derdi’  diyecekler. Koktuğunuz zaman, yandaşlarınız belki de sizi -Ebu Leheb gibi- uzun soplarla bir çukura itecekler.

Ya yağcılıklarından, ya da sizin isminizi, yaptıklarınızı kendi çıkarları için kullanmak isteyenler, üzerlerinize süslü mezarlar, koca koca yapılar da yapabilirler. Adınıza ilkeler koyup , onunla birlikte bir düzen de kurabilirler.

Bu bile gerçeği değiştirmez. Allah (cc), zalimler için insanların kalbinde asla bir sevgi yaratmaz. Sizin için uygun olan akibete kavuşacaksınız.

Düşünmüyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?

Sizden önceki azgınlar da aynı sonuçla karşılaştılar. Hatta günümüzde bile sizin gibi zalimlerin hangi akibet ile karşılaştığına şahit olmaktasınız.

Hadi elinizden geleni yapın bakalım ahirete imana karşı.

Hadi zalimler…

Ama unutmayın:

ŞU BİR GERÇEK Kİ ZALİMLER ASLA İFLAH OLMAZLAR

 

Hüseyin K. Ece

13.4.2006

Rotterdam