Sükûtun dili yoksa atalar o zaman niçin “Sükût ikrardan gelir” demişler. Demek ki susmak aynı zamanda ikrarmış.

Demek ki insan susayarak da bir şey diyebilirmiş.

“Bazen en iyi cevap susmaktır” diyenler doğru mu söylemişler?

Haddini bilmeyen birisi ötekine, ya da vakarlı, kendi seviyesine inmeye tenezzül etmeyen olgun birine söver sayar, hakaret eder, ağır konuşur. Küfürlü karşılık bekler. Bekler ki bir cevap gelsin de daha fazla sövsün, hakaret etsin, şirretliğini artırsın. Bir an gelir sözlerinin dozunu daha da artırır. Yine bir reaksiyon bekler. Bir karşılık bekler ki çekişmeye, döğüşmeye, sövüşmeye zemin olsun, sebep doğsun, bahane yakayabilsin.

Bir cevap gelmeyince daha kızar, azar, bozulur. Böyle bir durumda “en iyi cevap susmaktır” denilmiş. Bu gibi adamlara cevap vermek onu muhatap almaktır, onun seviyesine inmektir.

Susmak bazen işkence de olabilir.

İnsan kimi zaman bir söz duymak ister, birisiyle hasbıhal etmek ister. Duygularını, bildiklerini, gördüklerini, bildiklerini paylaşmak ister. Yani sesiyle bir şeye, bir kimseye dokunmak ihtiyacı duyar. Yaşadığının, yanında birilerinin olduğunu anlamak ister.

Böyle bir durumda kişi sesine yankı bulamazsa, sıkılır, bunalır, daralır.

Hikâye bu ya: Anlatılır ki padişahın biri memleketin meselelerini çözecek ehil/âkil bir adam arar. Arar da o sıralarda ülkede adam kıtlığı (kaht-ı ricâl) vardır. İşten anlayan, adam gibi adam nerede?

Danışmanlar bir âlimi işaret etmişler. Bu işi yapsa yapsa o âlim yapar demişler. Âlimi derhal huzuruna getirtir ve sorunları sıralayp ona ihtiyacı olduğunu söyler.

Âlim; sultanım beni bu işten affedin, ben bu işin ehli değilim der.

Padişah ısrar eder. Olmaz. Yalvarır, yakarır; âlim yine kabul etmez.

Padişah sonunda kızar ve atın bunu zindana der. Atarlar.

Günler geçer, durum değişmez. Padişahın teklifini kabul etmez.

Padişah onu razı etmenin çarelerini ararken aklına bir fikir gelir. Emir verir.

Ülkenin en nâdân (cahil, kaba, patavatsız) adamını bulun ve bunun yanına atın diye emreder. Adamları ararlar, tararlar, sonunda bir çoban bulurlar. İşte bu ülkenin en nâdân adamı budur derler. Ve zindandaki âlimin yanına atarlar.

Derler ki bu adam bir ay boyunca hiç konuşmaz, sorulara cevap vermez, âlime arkadaşlık etmez. Arada bir ağlayıp sızlar. Niçin ağladığına dair sorulara aldırmaz.

Âlimin onu konuşturma çabaları boşa gider.

Bir gün nasıl olduysa hafifçe güler.

Âlim, bizimkisi galiba insanlığını hatırladı. Baksana gülümsedi. Cesaretini toplayıp sorar: Arkadaş, niçin güldün?

Adam epey bekledikten ya da düşündükten sonra kısaca;

“Dağda bir keçim vardı. Sakalı senin sakalına benziyordu. Az önce senin sakalın haraket edince aklıma keçim geldi. Onun sakalı da tıpkı senin  sakalın gibi oynuyordu. İşte ona güldüm” demiş.

Âlim derhal padişaha haber salmış; “tamam, teklifini kabul ediyorum, böyle bir adama katlanmaktansa devlet işlerinin zorluğuna katlanırım daha iyi” diye.

İşte bu da susmanın verdiği işkence. Demek ki susmanın da dili varmış, mantığı varmış, mesajı varmış.

Sükût renginde sözler olur mu, olur.

Bu sükûtun neş’et ettiği kaynağa göre değişir.

Söyleyene aşk olsun...

Susmasını bilene de...

Susarak konuşana da...  

Susmak ama bir şeyler diyebilmek...

Sükût etmek ama çok şey anlatmak...

Ağız diliyle değil, yürek diliyle, yani hâl diliyle konuşabilmek...

Acaba bunu kazanmak için kişinin kaç fırın etmek yemesi gerekir?

Hangi terbiyeden geçmesi, hangi edebi kuşanması, hangi bilge insanı örnek alması gerekir?

 

Anlatılır ki zamanın birinde bir tekkedeki eski şeyhin yerine gelen yeni şeyh neredeyse hiç konuşmazmış. Müridleri günlerce beklemişler ki yeni üstad bir şeyle anlatana. Anlatmayınca, konuşmayınca bir gün sormuşlar:

“Sizden önceki üstadımız bir şeyler anlatırdı, söylerdi, istifade ederdik. Siz ise hiç konuşmuyorsunuz. Hikmeti ne ola?”

Demiş ki: “Sükûtumuzdan bir şey anlamayan sözümüzden ne anlasın ki?”

Yani “günlerden beri susarak bir şeyler anlatmaya çalıştım. Ama siz anlamadınız. Bundan sonra konuşsam ne fayda verir?”

Demek ki sükûtun dili varmış.

Heyhat ki sükûtun dili anlayanlar o kadar az ki...

Sûkût’u anlamak...

Ya da sükûtu okumak... O da başlı başına bir mesele...

Sükûtun dili var, konuşuyor...

Meramını anlatıyor...

Neler neler dile getiriyor...  

Asıl sorun onu hangi kulak duyacak, hangi duygu anlayacak, hangi yürek hissedecek, hangi mikrofon ilân edecek?

Sükûtun dili, muhatabına göre çözülür. Sükûtun dili muhatabına göre ete kemiğe bürünür. Muhatap o dili anlarsa, sükûtu okur. Bu da asla ağızdaki kelâm, lügatteki kelime, dillerdeki söz, piyasadaki lâf biçimde olmaz.

Onun kendine ait bir hâli, bir dili, bir misali vardır.

“Sükûtumuzu anlamayan sözümüzü anlayamaz ki?”

Bir sükût bazen yüzlerce söze bedel olabilir. Bazen satırlar dolusu sözün demek istediğini bir suskunluk anlatıverir.

Bakınız:

“Varmıştı makama arz-ı hal için

Bey; dedi, yutkundu, eğdi başını

Bir zılgıt yedi ki oldu o bişim

Şey; dedi, yutkundu, eğdi başını”

Yutkunup başı eğmek...

Bir şey diyememek...

Herkesin bildiği kelimeleri sıralayamamak...

İçinde birikenleri anlatamamak...

Ama yutkunup susmak, başı eğmek, nutku tutulmak...

İşte asıl konuşma, nutuk, mükâleme budur...

İşte asıl feryat budur...

İşte asıl isyan budur...

İşte asıl dil bu, kelâm bu, söz bu, meram bu...

Anlayana, neler anlatmaz ki bu suskunluk, bu yutkunuş...

“Şeyyy; dedi, yutkundu, eğdi başını”

Bazı anlar olur ki, ağız kapanır, söz tükenir, sözlükte kelime kalmaz. O zaman gözler konuşur, yüzler konuşur, sırlar konuşur, hâller konuşur...

O ana ‘kâl dili değil, hâl dili’ denir arkadaş.

Öyle bir anda susumaktır asıl konuşmak. Burada iletişimi hâlin dili sağlar. Burada ne harfe, ne de kelâma ihtiyaç vardır.

Anlayan anlar, anlamayan denir ki, “sükûtumuzdan anlamayan sözümüzden ne anlar ki?”

İnsanlığın Efendisi; “Sükûtumun tefekkür olmasını dilerim...” derken bu gerçeğe de işaret etmiyor mu?

“Tefekkür hür irfanın kalesi” olduğuna göre onu koruyan da hâl’in dili olsa gerek.

Kunta Kinte filminin son bölümünde bir sahneyi hatırlıyorum.

Kölelik amerika’da resmen, yani kağıt üzerinde kaldırılmış. Köleler, daha doğrusu köleleştirilmiş siyah derili insanlar seviniyorlar. Bayram ediyorlar.

Ancak köle sahiplerinden biri bunu duyunca:

“Kölelik kalktı, öyle mi? dedi ve sustu.

Siz öyle sanın dercesine. Sonra da anlamlı anlamlı öyle bir baktı, öyle bir baktı ki, işte her şey o bakışta, o susuşta gizli idi. O bakış o tarihten sonra ABDlilerin zencilere karşı uyguladıkları ayrımcılıkları, muameleleri, anlayışları özetliyordu.

Siz o anlamlı sükûtta ABD’nin bugüne kadar süren ayrımcı yüzünü, başka insanlara bakış açısının fotoğrafını görebilirdiniz.

O susuş tv’nin başında beni bile ürkütmüştü.

O bakış, o anlamlı bakış, o çok şey, ama korkunç şey söyleyen susuş hâlâ aklımda, gözlerimin önünde. (Artist iyi rol yapmıştı)

Demek ki sükûtun da dili var. Okuyana anlayana göre.

O zaman bazen sükûtun diliyle konuşmayı ve o dil ile konuşanları anlamayı denemek gerekir.

 

Hüseyi K. Ece

26.6.2010

Zaandam/Hollanda