Kur'an'da râbıta ve ribâtın Allah yoluna bağlılık olduğu, tasavvufa göre râbıta hakkında bir online ders

Hüseyin K. Ece

22 Kasım 2022 –

27 Rabiu’l-âhir 1444

Zaandam

 

66.Ders

RÂBITA; ALLAH YOLUNA BAĞLILIK 1

‘Râbıta, ribât, murâbıt’ daha çok birer cihad terimidir.

Bu hem dış düşmanlara karşı hem de imanın iç düşmanlarına karşı bir cihad anlayışını kapsar.

-Kur’an’da ribât fiili

Râbıta kelimesinin kökü ‘rabeta’ fiilidir. Bu da sözlükte, bir şeyi bağlamak, birinin kalbine sabır vererek kuvvetlendirmek, korku anında cesaretli olmak, kalbe cesaret vermek demektir.

Birisi hakkında ‘ribâtü’l ce’şü’ denilirse onun cesur yürekli oluşu anlatılmış olur.

 ‘rabeta’ fiili ve onun masdarı ‘ribât’, Kur’an’da 5 yerde geçmektedir:

وَاَصْبَحَ فُؤٰادُ اُمِّ مُوسٰى فَارِغًاۜ اِنْ كَادَتْ لَتُبْد۪ي بِه۪ لَوْلَٓا اَنْ رَبَطْنَا عَلٰى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿10﴾

“Musa’nın annesi ise, yüreği boşluk içerisinde sabahladı. Eğer, mü’minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş (lev rabetnâ) olsaydık, neredeyse onu (Musa’nın durumunu) açığa vuracaktı.” (Kasas 28/10)

اِذْ يُغَشّ۪يكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه۪ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَۜ ﴿11﴾

“Hani (Allah) kendi tarafından bir güvenlik olarak sizi hafif bir uykuya daldırıyor; sizi temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek (li-yerbita) ve ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gökten yağmur yağdırıyordu.” (Enfâl 8/11)

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ ﴿13﴾ وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا ﴿14﴾

“Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalblerini pekiştirmiştik (rabetna). Durup, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz.” (Kehf 18/13-14)

‘râbıta’, ‘ribât’, ‘murâbıt’, ‘irtibat’, ‘merbût’, ‘rabtetmek’, ‘rabt-ı kalb’, ‘râbıt’ gibi kelimeler bu kökten türemiştir.

‘Râbıta’; bağ, bağlantı, bağlamak, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak gibi manalara gelir.

Bir görüşe göre ribât bir çeşit nefsi hapsetmektir. Özellikle nefsini Allah yolunda çalışmaya ve savaşmaya bağlayanlar hakkında kullanılır.

Gönüllü olarak ribât yapanlara da ‘murâbıt’ denir.

Şimdi bu üç kelimeye; ribât, murâbıt, râbıta sırasıyla bakalım.

 

1-Ribât;

Ribât masdarı kavram olarak; “düşman saldırılarını önlemek için sınır boylarında nöbet tutmak,

düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak, ya da düşmana karşı uyanık ve cesur olmak,

 Allah yolunda yoğun çaba (cihad) için hazır olmaktır.

‘Ribât’ ayrıca, bir işe sarılıp devam etmek, düşmana karşı savaş atları (veya malzemeleri) hazırlamaktır. 

Bu da aslında “düşmanın saldırılarını önlemek için atı bağlayıp hazır etmek anlamındaki “ribâtu’l-hayl-cihad için bağlanıp beslenen atlar ifadesinden alınmıştır. Bir âyette geçiyor.

 

-Bir cihad terimi olarak ribât

‘Ribât’, bir başka anlamıyla nefsi güzel şeylere yöneltmektir.

Güzel işlerin başında Allah yolunda mücadele için hazırlık yapmak, Allah yolunda cihad etmek ve nöbet beklemek,

nefsi namaza ve diğer ibadetlere bağlamaktır.

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ ﴿60﴾

Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.  (Enfâl 8/60)

Buradaki ‘ribât’, hem savaş için dayanıklı olmayı, hem de savaş için gerekli malzemeyi hazırlamayı ifade etmektedir.

Eğer mü’minler, düşmanların saldıracakları gediklerde, sınır boylarında nöbet tutmazlarsa, yani her an saldırı olacakmış gibi hazırlıklı olmazlarsa; düşmanları onları gafil avlarlar ve onlara zarar verebilirler.

Aynı kökten ‘râbitû  وَرَابِطُوا  ’ emri (Âl-i İmrân 3/200) “Cihad için hazırlıklı olun” şeklinde açıklanmıştır.

Ribât terimi hadislerde, Allah yolunda savaşmak için atların veya savaş malzemelerinin hazır tutulmasının yanı sıra daha çok “nöbet tutmak” ve “sınır muhafızları” anlamlarında kullanılmıştır.

 

-Hadislerde ribât yapmanın faziletleri

Selmânu’l-Hayr’dan, Rasûlüllah’ın şöyle dediğini nakletti: “Bir gündüz ve gece ribât yapmak (Allah yolunda nöbet beklemek) bir aylık nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. Ölse bile bu işlediği amelin sevabı kesilmez. Bununla rızıklanır, fitnecilerden emin olur.” (Müslim, İmâre/49(163-1913) no: 4938. Nesâî, Cihâd/39 no: 3170, az bir farkla: Cihâd/39 no: 3169, 3171)

Sa’d b. es-Sâidî’nin naklettiğine göre Allah’ın Rasûlü (sav) şöyle dedi:  "Allah yolunda sınırda bir gün bile nöbet tutmak (murâbıt olmak), dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Birinizin cennette kamçısının yeri, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. “Kulun, Allah yolunda her yürüyüşü, adım atması dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır." (Buhârî, Cihâd/73 no: 2892. Tirmizî, F. Cihâd/26 no: 1664 Hasen kaydıyla)

(Bu rivâyetteki son cümle ayrıca: Buhârî, Vasâyâ/5 no: 2792-2794, Rikâk/2 no: 6415. Müslim, İmâre/30(112-114/1880-1881) no: 4873-4875. Tirmizî, “Cennette kamçı kadar bir yer” ilavesiyle: F. Cihad/17 no: 1648)

“Kim Allah (cc) yolunda bir murâbıt olarak ölürse, kendisine, işlemekte olduğu sâlih amelinin sevabı (sanki ölmemiş gibi verilmeye) devam edilir. Rızkı da sürekli olarak verilir. Kabirdeki hesaba çekicilerden emin olur. Allah (cc) onu kıyâmet günü en büyük korkudan güvene kavuşturur.” (İbni Mâce, Cihâd/7 no: 2767)

Fadâle b. Ubeyd Rasûlüllah’ın şöyle dediğini işitmiş: “Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu
kimseler kabrin fitnelerinden emin olurlar.”
(Ebû Dâvûd, Cihâd/15 no: 2500. Tirmizî, F. Cihâd/2, 26 no: 1621, 1665, Hasen sahih kaydıyla)

Abdullah b. Abbas’ın naklettiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: “İki göz vardır ki, onlara ateş değmez: Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz.” (Tirmizî, F. Cihâd/12 no: 1639, Hasen-garib ve Hasen kaydıyla. Bir benzeri F. Cihâd/26 no: 1669 Hasen-garib kaydıyla)

Sehl b. Sa’d Rasûlüllah’ın şöyle dediğini nakletti: "Allah yolunda sınırda bir gün bile nöbet tutmak (murâbıt olmak), dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Allah yolunda her yola çıkmak, her adım dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Birinizin cennette kamçısının yeri, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır." (Tirmizî, F. Cihâd/26 no: 1664, Hasen-sahih kaydıyla)

Osman b. Affan (ra) Rasûllah’ın (sav) şöyle dediğini işitmiş: "Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.” (Nesâî, Cihad/39 no: 3171)

 Selmân-ı Farisî, Şurahbil b. es-Semtı’ya uğradı. Arkadaşlarıyla bir hadis üzerinde tartıştılar. Bunun üzerine Selmân Şurahbil’e: “Sana Rasûlüllah’tan duyduğum bir hadisi söyleyeyim mi?” O da “evet” dedi. Selmân, Rasulüllah (sav) “Allah yolunda bir gün ribât (nöbet beklemek) bir ay boyunca nafile oruç ve gece namazından efdaldir veya hayırlıdır. Kim bu hâlde ölürse kabir fitnesinden korunur, ameli kıyâmate kadar nemâlanır” dedi. (Tirmizî, F. Cihâd/26 no: 1665, Hasen kaydıyla)

 

-Tarihte ribât

İslâm hukukçuları ribâtı; müslümanları saldırgan düşmana karşı korumak için sınırlarda beklemek diye tanımlamışlardır. Bu da süvarilerin (at binenlerin) atlarını bağlamalarından (ribâtü’l hayl) gelen bir anlamdır.

Ribât başlangıçta yalnızca nöbet beklemeyi ifade ederken, zamanla sınır boylarında nöbet için  kullanılmış ve  mücâhidlerin barınmaları, düşmanı gözetlemek için yapılan yerlere ad olmuştur.

Bu ribâtlar ayrıca mücâhidlerin yetişme ve nefis eğitim yerleri, müslümanların tehlike anında sığınma mekanları da olmuşlardır. Bir kısmı da zamanla kervansaray gibi kullanılmışlardır.

Ancak zaman içerisinde ‘ribât’ daha geniş bir mana kazanmıştır.

Enfâl 8/60 ve Âl-i İmran 3/200. âyetin hükmünün İslâmın ilk devirlerinden itibaren uygulandığını, savaş atları hazırlandığını, sınır boylarında mekan olarak ribatlar yapıldığını görüyoruz.

Hz. Ömer zamanında bir bir eyâletde savaşa hazır 40.000 at hazır tutulduğu (Taberî, Tarih, 4/51-52’den), Irak bölgesine gönderilen komutanların sefer için at hazıladıkları kaynaklarda anlatılıyor. (İbni Sa’d, Tabakât 2/195, 6/34’den)

O dönemde sınır şehirleri ribât sayılmış, savaş için hazılanan atların bağlandığı, murâbıtların konakladığı çadırlara/yerlere ribât adı verilmiş, sonraki dönemlerde donanımlı kaleler inşa edilmiş.

Bunların yapımı Hz. Osman döneminde Kuzey Afrika’da Bizanslılara karşı yapılmış.

Bu durum Emevîler döneminde de devam etmiş, fethedilen yerlerin sınırlarında ribât niteliğinde şehirler kale ve karakollar yapıldı. Kuzey Afrika’nın fethinin ardından Akdeniz sahilinin güvenliği kurulan ribâtlarla sağlandı.

Aynı uygulamayı bu işe çok önem veren Abbasîler döneminde fethedilen orta Asya’da ve Kuzey Afrika’da, Horasan’da görüyoruz. Bu bölgelerde ve diğerlerinde sayısız ribât yapılmış. Bazılarının vakıfları vardı.

Bu ribâtlardan günümüze kadar gelenler var.

Ribâtlar sayesinde düşman saldırıları davullar çalınarak bölgedeki merkezlere bildirilir, oralardan asker toplanırdı.

Bazı ribâtlar esirleri kurtarma merkezi, savaş zamanlarında halkın sığınağı, bazıları da gemiler için korunak olarak, bazıları yolların emniyeti için inşa edilmiş.

Zenginler ribât yapmakla beraber bu iş devletlerin görevi idi.

Murabitûn denilen gönüllüler buralarda barınırlar, askerî eğitim ve dinî eğitim alırlardı.

Lâkin İran ve Mâverâünnehir bölgesindeki ribâtlar tahminen 10. Yüzyıldan itibaren askerî özelliğini kaybedip tasavvufî karakter kazandılar.

İslâm’ın yayılmasının, fetihlerin ve düşman saldırılarının sona ermesinden itibaren ribâtlarda zikir ve riyâzet askerî eğitim ve hazırlıkların yerini aldı.

Tasavvufun gelişmesi ribâtlara yeni bir işlev kazandırdı ve ribâtlar giderek çoğunlukla birer tekke ve zâviyeye dönüştü.  (Yiğit, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 45/76-79)

 

2-Murâbıt kime denir?

Sınır boylarında askerlerin atlarını bağlayıp nöbet tuttukları mekânlara ve buralarda inşa edilen müstahkem yapılara ribât,

cihad sevabı almak için ribâtlarda toplanan gönüllü piyade veya yaya askerlere, kışla veya karakollarda duran nöbetçilere de murâbıt adı verilmiştir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, (sad.), 2/490)

‘Murâbıt’ aynı zamanda bir şeyle,-İslâmî manada söylersek- imanın gerekleriyle irtibat kuran ve iç ve dış düşmanlara karşı hazırlıklı olan,

bir ibadeti yapınca diğerini yapmak üzere bekleyan, imanının başında olgun bir nöbetçi olan müslüman kimse demektir.

 

-Tarihte murabıtûn

Murabıtın çoğulu ‘murabıtûn’dur. Bu aynı zamanda bugünkü Fas’ta (Mağrib’te) kurulan bir devletin adıdır.

“Abdullah b. Yasin adındaki bir İslâm davetçisinin Lamtuna Berberileri arasında tebliğ faaliyetinde bulunmuş ve gördüğü tepki üzerine aşağı Senegalda, Nijer nehrinde bulunan bir adaya sığınmış ve burada Ribât adını verdiği bir tekke kurmuştu. Onun ısrarlı çalışmaları sonucu bu ribât özellikle Lamtuna kabilesine mensup savaşçı dervişlerin merkezi hâline geldi.

Abdullah b. Yasin'e olan bağlı, son derece cesur bu topluluğa ve kurdukları devlete murabıtûn denildi. Abdullah b. Yâsin'in Sanhaca kabileleri arasında yaptığı çalışmalarla ihtida eden kitlelerin lideri oldu ve askerî bir gücü eline geçirdi. Arkasından da fetih hareketlerine girişti.

Murâbıtlar verdikleri başarılı savaşlarla, devletin hudutlarını Atlas Okyanusundan Tunus’a, oradan da Endelüs'e, batı Sudan’a kadar genişletmişler.  (Tellioğlu, Ö. Şamil İslam Ansiklopedisi, 5/260)

448 (1056)da kurulup 541 (1147) yılında yıkılan bu devlet  Fasta birliği sağladı. 465 (1073)de tahta geçen Yusuf b. Tafşin’den Endülüs müslümanları yardım istediler. O da 479 (1086)da Endülüs’e geçip, hıristiyanlarla farklı yerlerde savaştı. Onları mağlup edip müslümanların 400 yıl daha orada kalmalarını sağladı. 481 (1088) ve 483 (1090) yıllarında istek üzerine tekrar oraya gitti ve orasını Murabıtûn devletine kattı.

Murabıtlar bu askeri başarılarının yanında bölgenin kalkınması için çaba gösterdiler. Onların döneminde pek çok âlim yetişti. Mimari eserlerin bir kısmı ve kendilerinin kurduğu Marakeş şehri hâlâ dimdik ayakta.(Yiğit, İ. TDV İslam Ansiklopedisi, 31/152-157)

 

3-Râbıta

Râbıta bir âyette fiil olarak şöyle geçmektedir:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿200﴾

“Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya kararlılıkta yarışın), ribât yapın (hazırlıklı olun) ve Allahtan hakkıyla korkup-sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Âli İmran 3/200)

Âl-i İmran Sûresinin son âyetinde sûre boyunca işaret edilen görevlerin yerine getirilebilmesi için mü’minlerin yapması gerekenlere değinildi. Bu görevler kişinin ya sadece kendisiyle ilgilidir, ya da kendisiyle başkaları arasındadır.

Allah (cc) mü’minin kendisi ile ilgili görevleri hakkında sabır, başkalarıyla ilgili olanlar hakkında da müsâbere-karşılıklı sabretmeyi, kararlılıkla direnmeyi emrediyor.

Allah yolunda gayret, düşmanların aniden saldırıları karşısında gafil avlanmasını önlemek için sınır boylarında ribât (uyanık olmayı), düşmanlara karşı her zaman dikkatli olma uyarısında tavsiye ediyor. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 1/558)

Bu uyarıyı yukarıda geçen hadislerde de dolaylı olarak görüyoruz.

R. Isfehânî bu âyette geçen “râbitû-ribat yapın” emrinin iki manaya geldiği söyler.

Bunlardan biri ordugâhlarda düşmana karşı nöbet tutmak, hazır olmak manası,

diğeri ise namazdan sonra diğer namazı bekleyerek nefse karşı uyanık olmaktır. Bu anlam bir hadiste geçiyor.(el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 271)

 

-Tasavvufta râbıta

“Sözlükte “bağlamak” mânasındaki rabt kökünden türeyen ve “iki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” anlamlarına gelen râbıta kelimesi tasavvufta sâlikin kâmil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun sûret ve sîretini (hem yüzünü hem ahlâk ve davranışlarını) düşünmesini ifade eder.” (Tosun, N. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/378-379)

Tasavvuf ehli bu âyette geçen “rabitû-ribât yapın” emrini, ‘râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar.

Onlara göre râbıta, müridin veya sâlik’in (tasavvuf yoluna girenin) şeyhini (hocasını) düşünerek, kalbinden dünyayı çıkarması, şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a ve Peygamber’e bağlamaya çalışması demektir.

Onlara göre mürid sürekli Allah’ı düşünmelidir, O’nunla bağ (irtibat) kurmalıdır. Ama bunu tek başına başaramaz. Bu bağı (râbıtayı) şeyhiyle kurmaya çalışmalı.

Mürid, râbıta anında diz üstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhinin alnını hâyal ederek, onun aracılığıyla Hz. Muhammed’le ve Allah’la manevi bağ kurmaya çalışır.  

Bu anlayış Tevhid açısından tartışmalı olsa da pek çok tarikatlarda hâlâ devam eden önemli bir uygulamadır.

Tasavvuf tarihinde önceleri şeyhi sevmek, kalbini ona bağlamak, bu sayede ondan feyiz almak ve davranışlarını taklit etmek gibi uygulamalar bulunurken zamanla bunlar şeyhin sûretini düşünme şeklini almıştır.

Necmeddîn-i Kübrâ (ö. 618/1221) sâlikin kalbini şeyhe bağlamasının önemini vurgulamış,

Şehâbeddin es-Sühreverdî de (ö. 632/1234) bu konuda, “Müridin şeyhine nazar ederek bütün dikkatini onda toplaması ve Allah’tan şeyhi üzerine gelen tecellîleri seyre dalması semâda kendi kendine hareket etmesinden daha hayırlıdır” demiş.

Bu konudaki diğer rivâyetlerden râbıta uygulamasının basit şeklinin H6. (M12.) ve H7. (M13.) yüzyıllarda mevcut olduğunu anlaşılıyor.

 Tasavvuf kaynakları sâlike ilk başlarda râbıtanın gerektiğini, olgunlaşınca gerekmediğini söylerler.

Ubeydullah Ahrâr’a göre râbıtada şeyhin iki kaşının arasını düşünmek gerekir. Çünkü burası feyiz mahalli olarak telakki edilmektedir.

Sûfîlere göre râbıta kalbi dünyevî düşüncelerden temizlemek ve korumak, mürşidin ruhâniyetinden feyiz almak ve onun vasıtası ile Allah’ı hatırlamak, gıyabında mürşidle mânevî beraberlik ve muhabbet tesis etmek amacıyla icra edilir.

Mürid, şeyhinin davranışlarını taklit edebilmek ve onun mânevî hâlini kendi üzerine yansıtabilmek için şeyhini sevmelidir. Bu sevginin gücü nisbetinde müride şeyhten mânevî hâl sirayet eder.

19.yüzyıla kadar râbıta hakkında önemli bir eleştiri yapılmamıştır. 19. ve 20. yüzyıllarda râbıtayı eleştirenlerin çoğu onu ibadet kabul ederek bid‘at olarak görürken bazıları ona hem bid’at, hem şirk hem de putperest âdeti dediler.

Özellikle Nakşîler de râbıtayı savunmak üzere eserler yazdılar.  Âyet ve hadisleri kendilerine göre yorumladılar.

Bazı sûfîlere göre râbıta bir ibadet değil şeyh ile mürid arasında sevgi ve feyiz alış-verişine vasıta olacak bir metottur.

Bazı sûfîler râbıtayı “şeyhe tam bir muhabbet” diye tarif etmişler. (Tosun, N. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/378-379)

S. Ateş günümüzdeki rabıta anlayışının yanlışlığına işaret ediyor.

“İlk sûfiler mürşidin gerekli olduğuna inansalar da 6. Hicri asra kadar, bugünkü anlamda bir râbıta uygulamadılar. O döneme kadar yazılan kitaplarda da böyle bir şey yok. 

Onlar şeyhi sevmek gerektiğini söyleseler de şeyhin sûretini göz önünde hâyal etmek gibi bir şey demediler.

İslâm kul ile Allah arasında düşünülen bütün aracıları, vasıtaları reddeden bir dindir. Bütün sûretlerin yaratıcı da O’dur. 

Şeyh bir eğitici, rehber, mürşid olarak, öğrencilerine şeytanın tuzaklarından korunmayı öğretir. Allah yolunda yürümek isteyenlere bu yoldaki engelleri tanıtır, nasıl aşacağını öğretir. Kısaca ona yardımcı olur. O yol göstericidir. 

Önceki sûfiler sadece Allah’ı tefekkür ediyorlardı. Bugünkülerin yaptığı gibi şeyhinin hâyalini karşısına alıp, âdeta olağanüstülük verircesine Hakkı bırakıp şeyhle meşgul olmak, İslâm’a uygun değil.

Üstelik şeyhle meşgul olmak tasavvuf yolunda yürümeye engeldir. Peygamberden feyz almaya perdedir.

Zikir ve ibadet de Allah’a yapılır. Bunlarda aracı bulmak Tevhid inancına aykırıdır.” (Ateş, S. İslâm Tasavvufu, s: 135-137)

Tasavvuf ve tarikatlar hakkında bir kitap yazan bir muhterem râbıta’yı yumuşatarak şöyle savunmaya çalışmış:

Râbıta etrafında kıyâmetler koparılan, bazılarınca şirk olmakla itham edilen bir tasavvuf problemidir. Yanlış algılar sebebiyle neredeyse mahkûm edilen bir kavram. Bu kavram, önceki sûfilerde yoktu.

Kur’an’da fiziki anlamda geçen bu kelimenin metafizik ve mistik anlamı da var. Nitekim râbıt zâhid anlamında kullanılmış.

 Râbıtaya “kültürlerarası ortak özelliktir” denilse yeridir. Çünkü ideal kahramanların ahlâkından faydalanma, onlarla bütünleşme ve aynîleşme mümkündür.

Görüntü, ahlâk ve kişilikler başkalarını olumlu veya olumsuz etkiler. Mesleklerin pirlerinin örnek alınması da öyle...

Tasavvufta da kâmil insan yetiştirmek için gönüllere kâmil model konulmaya çalışılır. Kalbî bağlılık ve fizik beraberlik etkiyi de beraberinde getirir.

Râbıtanın gayesi “râbıta-i huzur”dur, yani sâlike sürekli Allah’ın huzurunda olduğu duygusunu sağlamaktır. Her an Allah’ı görüyor gibi yaşamaktır. Bu ise ise imkansızdır. Zira Allah cisim değil. Bunu sağlayacak olan da görünen bir objeye ihtiyaç var. Bu da Allah’ın tecellilerinin mazharı insan-ı kâmil sûretindeki şeyhtir.

Sâlik once insan-ı kâmile, sonra Rasûlüllah’a, ardında da Allah’a kalbi raptetmek ile sağlanabilir.

Râbıta, başkasına benzeme, taklid etmenin görüntüsü olarak tasavvuf eğitimindeki bir araçtır.  Bu çocuğun ebeveyni, öğrencinin hocasını benzeme çabasına benzer.

Bu da fıtrîdir. Bu taklit de geçici heves değil, aynîleşmedir. Taklid edenler farkına varmadan bir biçim kazanır.

Râbıta kâmil ahlâk sahibi kişilerle kurulması istenen sevgi bağıdır. Sevenin sevilen ile bir olmasıdır. (Yılmaz, H. K. Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s: 327-330)

Şüphesiz bu görüşlerde eleştirilecek pek çok şey var. Her şeyden önce takva, ihsan ve zikir bilinci kişiyi Allah’ı görüyor gibi davranmasını sağlar.

Sevilen Allah ise, seven kul O’na Kur’an’ın ve Elçi’nin öğrettiği gibi bağ kurar. Kul Allah (cc) ile doğrudan bağlantı kurması gerekirken veya mümkünken neden araya başka bir obje, başka bir insan girsin?

Kâmil insan, kâmil mürşid iddiası ise hem tartışmaya açık, hem de isbatı edilmeye muhtaç bir görüştür.