Kur'an'da ayet kelimesinin hangi anlamlarda kullanıldığı, mu'cizenin aslının ayet olduğu, mu'cizelerin sadece Peygamberlere ait olmadığı, evrendeki her yaratığın mu'cize (ayet) olduğu hakkında bir online ders.

Hüseyin K. Ece

22.01.2024 – 09 Receb 1445

Zaandam

 

MU’CİZE Mİ ÂYET Mİ?

Eksik anlaşılan Kur’an kavramlarından ikisi de âyet ve mu’cize kavramlarıdır. Pek çok kesim, özellikle halk, bu iki kavramı da yanlış demeyelim ama eksik biliyor.

Bir kavramın eksik veya yanlış bilinmesi, o kavramın yüklendiği anlamın, mesajın ve hükmün de yanlış anlaşılmasına yol açar. Bu da akidede, ahlâkta, tasavvurda, uygulamada bir sürü yanlışı beraberinde getirir.

Önce âyet kelimesinin Kur’an’da hangi manalarda geçtiğini, mu’cize anlamı da olduğuna bakalım, sonra da mu’cizeyi açıklamaya çalışalım.

-Âyet

'Âyet' sözlükte, bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren açık alâmet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret demektir.

Açıkça ortada görülmeyen şey âyetiyle; izi ile bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola ait alâmetleri bilirse yolu tanır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 40)

Âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir. Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını veya utandığını anlarız. Demek ki yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir.

Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a, O’nun varlığına, Rab oluşuna, kudretine ait alâmetler, işaretlerdir. O’nun büyüklüğünü hatırlatırlar.

Kur’an’da âyet ve bu kökten gelen kelimeler 382 yerde bir kaç manada geçmektedir.

 

-Delil anlamında:

Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden delillere âyet denir. ‘Kevnî âyetler’ dediklerimiz de buna dahildir.

 

-Alâmet, nişan anlamında:

İsrailoğullarına başkan (hükümdar) olarak gönderilen Talût’un bu görevinin âyeti (alâmeti),Tabût’un onlara getirilmesiydi. Burada âyet; alâmet, belirti, nişan anlamında kullanılıyor.

َقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿248﴾

“Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alâmeti (âyeti), size o sandığın gelmesidir.

Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır.” (Bekara 2/248)

Helâk edilen kavimlerden arta kalanlar âyetler (kanıtlar) vardır.

“Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fâsıklık ettiklerinden dolayı gökten bir azap indireceğiz.

Andolsun biz, aklını kullanacak bir kavim için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil (âyet) bıraktık.” (Ankebût 29/34-35)

 

-Acayip iş anlamında:

Hz. İsa (as)’nın babasız olarak dünyaya gönderilmesi, Allah’ın kudretine işaret eden bir âyettir, acayip bir iştir. Bir yönden mu’cizedir, diğer yönden insanların görmediği, alışmadığı bir iştir.

وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُٓ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمَٓا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ۟ ﴿50﴾

“Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir mu’cize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik..” (Mü’minûn 23/50)

 

-İbret anlamında:

Peygamberlerin çabalarına ve gösterdikleri mu’cizelere rağmen azgınlığa ve zulümlerine devam edenler, dünyada iken bazı cezalara çarptırıldılar. Arkadan gelenler ibret alsın diye bu cezalara dair bazı âyetler (alâmetler) bırakılmıştır.

اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ ف۪ي مَسَاكِنِهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ ﴿128﴾

“Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidâyete yöneltmedi mi?

(Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyet’ler vardır.” (Tâhâ 20/128. Ayrıca bkz: Hûd 11/103. Hıcr 15/74. Kasas 28/36. Ankebût 29/15. v.d.)

﴾ آٰلْـٰٔنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنْتَ مِنَ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿91﴾ فَالْيَوْمَ نُنَجّ۪يكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ اٰيَةًۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِ عَنْ اٰيَاتِنَا لَغَافِلُونَ۟ ﴿92﴾

Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret (âyet) olman için, kurtaracağız. Çünkü insanlardan bir çoğu âyetlerimizden gerçekten habersizdir.” (Yûnus 10/92)

insanın uykuda veya uyanıkken canının alınması;

اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿42﴾  

Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.

Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler (âyetler) vardır.” (Zümer 39/42)

geceni gündüzün, Güneşin ve Ayın yaratılması; 

وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِاَمْرِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَۙ ﴿12﴾

“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir.

Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler (âyetler) vardır.” (Nahl 16/12)

-İlâhi kanun (yasa) anlamında;

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ فَتَعْرِفُونَهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿93﴾

“De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Neml 27/93)

سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ

 اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ

“Varlığımızın delillerini, ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

Buradaki âyet ve ‘âyât’ Allah’ın insan bünyesinde ve insanın dışındaki  âlemde yarattığı, yürürlüğe kayduğu ilâhi yasalar anlamına da gelir.

 

-Alâmet veya kıyâmet alâmeti anlamında:

Bazı kimseler ellerinde fırsat varken iman etmezler. Allah'ın bazı âyetleri  geldiği zaman iman ederseler bu imanları kabul olmaz.

هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ اَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَۜ يَوْمَ يَأْت۪ي بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا يَنْفَعُ نَفْسًا ا۪يمَانُهَا لَمْ تَكُنْ اٰمَنَتْ مِنْ قَبْلُ اَوْ كَسَبَتْ ف۪ٓي ا۪يمَانِهَا خَيْرًاۜ قُلِ انْتَظِرُٓوا اِنَّا مُنْتَظِرُونَ ﴿158﴾

“(Ey Muhammed!) Onlar (iman etmek için) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar?

Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış olan bir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez. De ki: “Siz bekleyin. Şüphesiz biz de bekliyoruz.” (En’am 6/158)

Buradaki ‘âyât-âyetler’; son saat belirtisi, alâmeti şeklinde anlaşılmıştır.

 

-Risâlet (peygamberlik) anlamında:

وَاِذَا جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ قَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ حَتّٰى نُؤْتٰى مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ رُسُلُ اللّٰهِۜ اَللّٰهُ اَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُۜ سَيُص۪يبُ الَّذ۪ينَ اَجْرَمُوا صَغَارٌ عِنْدَ اللّٰهِ وَعَذَابٌ شَد۪يدٌ بِمَا كَانُوا يَمْكُرُونَ ﴿124﴾

“Onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilinceye kadar asla inanmayacağız” derler.

Allah, elçilik görevini kime vereceğini çok iyi bilir. Suç işleyenlere Allah katından bir aşağılık ve yapmakta oldukları hilekârlık sebebiyle çetin bir azap erişecektir.” (En’am 6/124)

Bazılarına göre burada geçen ‘âyet’ konu gereği risâlet (peygamberlik) (el-Hâzin, Tefsir, 2/154. Celâleyn, Tefsir s: 143), bazılarına göre mu’cize  anlamındadır.

Çünkü kendilerine bir elçi aracılığı ile gelen âyeti inkâr edenler aslında sadece bir âyeti veya mu’cizeyi değil, bütünüyle risâleti inkâr ederler.

 

-Kur’an’ın tümü veya belli bölümleri anlamında:

Kur’an’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli/numaralı bölümleri de âyettir.

 تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَمَا اللّٰهُ يُر۪يدُ ظُلْمًا لِلْعَالَم۪ينَ ﴿108﴾

«İşte bunlar Allah’ın, sana hak olarak okuduğumuz âyetleridir. Allah, âlemlere hiç zulüm etmek istemez.” (Âli İmran 3/108)

Bu anlamda genellikle âyetin çoğulu olarak ‘âyât’ şeklinde Kur’an’da çokça geçmektedir.

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ ﴿39﴾

“İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bekara 2/39)

وَلَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۚ وَمَا يَكْفُرُ بِهَٓا اِلَّا الْفَاسِقُونَ ﴿99﴾

“Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bekara 2/99)

بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ ﴿49﴾

 “Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder.” (Ankebût 29/49)

Gerek Kur’an’ın tümü, gerekse her bir âyeti, insanların hepsi bir araya gelseler bile bir benzerini yazamayacakları bir mu’cize (âyet)dir.

Öyleyse Kur’an, peygamberimizin en büyük mu’cizesi olmakla birlikte Allah’ın kudretinin alâmeti, belgesi, isbatı, delili olan bir âyet’idir.

 

-Mucize anlamında:

Ku’an’da mu’cize kelimesi yerine âyet kelimesi geçer. Onun da bir kaç anlamda kullanıldığı yukarıda geçti. Bunlardan bir tanesi de mu’cize anlamıdır…

Bazıları mu’cize deyince peygamberlere verilen olağanüstü olaylar akla gelir. Ancak bu tanım mu’cize hakkında eksiktir. 

Kelâmcılar, mu’cize terimini, nebilik (peygamberlik) iddiasında bulunanların göstermesi gereken olağanüstü bir olgu olarak tanımlamışlardır.

Ancak mu’cize, sadece nebilere ait özel bir durum değildir.

Ya nedir?

Kâinatta insan gücünü aşan her ne varsa hepsi mu’cizedir. Zira Kur’an onları âyet olarak niteliyor. Yani Allah’ın gücünün alâmetleri, belgeleri, izleri, isbatları, delilleri, göstergeleri…

-Sözlükte mu’cize

Kur’an’da mûcize kelimesi yer almamakla birlikte ‘acz’ kökünden fiil ve sıfat kalıpları; “âciz kalmak, güçsüz bırakmak, Allah’ın âyetlerini yalanlamak amacıyla yarışmak” mânalarında yirmibir âyette geçer

Mu‘cizenin aslı ‘acz’ sözü, aslında bir şeyden geride kalmak, bir şeyin, meselenin arka tarafında meydana gelmesi demektir.

Buradan hareketle bir şeyi yapmada eksik veya âciz kalmanın, bir şeye güç yetirememenin ifadesi olmuştur ki, kudretin-gücün zıddıdır.

فَبَعَثَ اللّٰهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الْاَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَار۪ي سَوْاَةَ اَخ۪يهِۜ قَالَ يَا وَيْلَتٰٓى

 اَعَجَزْتُ اَنْ اَكُونَ مِثْلَ هٰذَا الْغُرَابِ فَاُوَارِيَ سَوْاَةَ اَخ۪يۚ فَاَصْبَحَ مِنَ النَّادِم۪ينَۚۛ

 “Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?” dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (Mâide 5/31)

“Falancayı aciz bıraktım, aciz hâle getirdim” denir.

فَس۪يحُوا فِي الْاَرْضِ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّٰهِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ مُخْزِي

 الْكَافِر۪ينَ

“Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Şunu bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise, inkârcıları perişan edecektir.” (Tevbe 9/2)

وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِۚ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ

“Yeryüzünde O'nu aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da yardımcınız da yoktur.” (Şûrâ 42/31)

Acz kökünden gelen ‘muâciz’; aciz bırakmaya çalışan demektir.

وَالَّذ۪ينَ سَعَوْا ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ

 “Âyetlerimizi geçersiz kılmak için çaba gösterenler var ya, işte onlar cehennemliklerdir.” (Hacc 22/51)

 ‘Mû’cize (âciz bırakan)’ ‘acz’ fiilinin ism-i fail (özne) şeklidir.

Hadislerde de mu’cize kelimesi görülmemekte, fakat acz kökünden türeyen çeşitli kelimeler sözlük anlamında kullanılmaktadır.

Bu kökten gelen ‘acûz’, kocakarı demektir. 

اِذْ نَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اَجْمَع۪ينَۙ اِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِر۪ينَ

Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lût'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık.” (Sâffât 37/134-135. Ayrıca bkz: Hûd 13/72)

-Kavram olarak mu’cize

Rasûllerin peygamberliklerini isbatlamak veya desteklemek için onların eliyle veya yanlarında gerçeklesen olağanüstü olaylara mu’cize denmiştir.

Bunlar ya Allah’ın uygun gördüğü elçisine onun bir talebi olmadan halketmesi, ya da elçilerin isteği üzerine gerçekleşir. Bu da genelde muhatapların mu’cize istemelerine bağlı olur.

Bu açıklama biçimi mu’cizeyi sadece peygambelere verilen olağanüstü  olaylar tarifine dayanır.

Bu tanım eksiktir ve Kur’an’ın kelimesi değil, geleneğin meşhur ettiği bir tanımdır.

Zira Kur’ân peygamberlerin Allah tarafından gönderilmiş gerçek elçiler olduğunu isbat eden hârikulâde olayları çok defa âyet (âyât) kelimesiyle ifade ediyor. Bunlar, peygamberlerin kendi işi değil, Allah’ın gücünün göstergeleridir.

Kur’an ayrıca beyyine (A‘râf 7/73), 

burhân, sultân (Kasas 28/32. Nisâ 4/153. Hûd 11/96), 

hak (Yûnus 10/76)

ve furkān kelimelerini de (Bekara 2/53) yer yer mûcize anlamında kullandı.

Hadislerde de peygamberlik delilleri genellikle âyet kelimesiyle ifade edilmiş, inkârcıların elçilerden mu’cize talepleri bu kelime ile anlatılmıştır.

Mu’cizenin bir kelâm terimi olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı kesin bir şekilde bilinmiyor. Ama bunun 4. Hicri, 10. Milâdi yüzyıldan sonra yazılan eserlerde görülmeye başladığı biliniyor.

Kelâmcıların mûcizeyi farklı tarif etmisler. Mesela; Mâtürîdî mu’cizeyi “peygamberin elinde ortaya çıkan ve benzeri öğrenim yoluyla meydana getirilemeyen olay” diye tanımlar. (Kitâbü’t-Tevḥîd, s: 289-290)

Kādî Abdülcebbâr’a göre Allah tarafından yaratılan, nübüvvet iddiasında bulunan kişinin doğruluğunu göstermeyi amaçlayan ve insanları benzerini getirmekten âciz bırakan olağanüstü hadisedir. (el-Muġnî, 15/199)

Nesefî de mu’cizenin meydan okuma (tehaddî) ile birlikte dünyada vuku bulan hârikulâde bir vak‘a olması özelliğine dikkat çeker. (Tebsıratü’l-edille, 1/469, 473, 475) (Bulut, H. İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 30/348)

Mu’cizede iki temel husus öne çıkar. Birincisi; ilâhî fiil olması ve sadece peygamberlerin elinde zuhur etmesidir. Dolayısıyla herhangi bir kimsenin gösterdiği hârikulâde olaya mûcize denmez

İkincisi de; mu’cizenin peygamberlik görevini ilanından sonar ve davet düşmanlarına bir anlamda meydan okumdan sonra meydana gelir.  

Kelâm âlimleri mu’cizeleri anlaşılmaları açısından üç grup altında topladılar: 

1.Hissî mu’cizeler. İnsanların duyularına hitap eden hârikulâde olaylardır. Bunlara tabiatla ilgileri sebebiyle “kevnî-yaratılışla ilgili mu’cizeler” de denir.

Mesela| Hz. Sâlih’in devesi (Hûd 11/64-68. Şems 91/11-15. A‘râf 7/73),

Hz. Mûsâ’nın asâsının yılana dönüşmesi ve elinin parıltılı bir ışık vermesi (A‘râf 7/106-108, 117-122. Tâhâ 20/19-22, 67-70. Hud 11/96. Kasas 28/31-32, 35),

Hz. Îsâ’nın kuş şekline soktuğu çamuru canlandırması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmesi (Âl-i İmrân 3/49. Mâide 5/110) gibi.

Hissî mûcizeler peygamberin yaşadığı zaman ve mekânla sınırlıdır.

İslâm âlimlerine göre Rasulüllah’ın en büyük mu’cizesi Kur’an’dır. Ona aynı zamanda hissi mu’cize de verildi derler. Ancak Kur’an’da yoruma açık birkaç tanesi dışında Rasûlullah’a nisbet edilen hissî mûcizelerin hiçbiri tevâtür yoluyla sabit olmamıştır. (Bulut, H. İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 30/348)

Bunlar daveti kabul edenler için teskin (mutmain) edici nitelik taşırlar denilebilir.

2.Haberî mu’cizeler. Peygamberlerin Allah’tan gelen vahye dayanarak verdikleri gayb haberleridir.

Mesela; isyankâr toplumların başlarına geleceğini önceden bildirdikleri felâketlerin aynen gerçekleşmesi, Hz. Îsâ’nın muhataplarının evlerinde ne yiyip ne biriktirdiklerini haber vermesi (Âl-i İmrân 3/49),

Rasûlüllah’ın Bizanslılar’ın Farslıları mağlûp edeceğini (Rûm 30/1-4), kisrânın saltanatının yıkılacağını (Beyhakī, 6/325)

İslâm dininin doğuda ve batıda yayılacağını (Buhârî, Menâḳıb/25) bildirmesi bu tür mu’cizelerdendir. 

3.Aklî mu’cizeler. Bunlara “mânevî mu’cize, bilgi mu’cizesi” denir. Bunlar akla hitap edip kişiyi somut delillerle baş başa bırakan gerçeklerdir. Bunlar tefekkürle algılanır, belli bir zaman ve yerle sınırlı değildir. 

Mesela; elçilerin güvenilir, doğru sözlü, güzel ahlâk sahibi, merhametli olmaları, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları, ilâhî mesajı bizzat uygulayıp insanlara örnek teşkil etmeleri, tebliğ ettikleri ölçülerin kişi ve toplum için fazilet kazandırması, çağırdıkları kitabın vahye dayalı olması gibi. (el-İsfahânî, R. el-İʿtiḳādât, s: 128-129)

Mu’cizeler amaçları bakımından da üçe ayrılmıştır. 

1.Hidâyet mu’cizeleri. Meydan okumadan sonra inkârcıların gözü önünde ve onları acze düşürecek şekilde gerçekleşen mu’cizeler. Bunlar önyargısız kişilere etki edebilir. Mesela; Hz. Sâlih’in devesi, Hz. Mûsâ’nın asâsı ile parıltılı eli, Hz. Îsâ’nın şifa mûcizesi ve Hz. Muhammed’in Kur’an mu’cizesi bunlar arasında sayılabilir. (Bekara 2/23-24)

Bu mu’cizeler genelde hitap edilen toplumun maharetli oldukları alanlarda gerçekleşir. Asıl hedef ilgili elçiyi desteklemektir.

3.Yardım mu’cizeleri. Mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılayan ilâhî yardımlardır. Bunlara bilinen anlamda mu’cize demeyenler de var. Mesela; Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları için Allah’ın emriyle kayadan su çıkarması (Bakara 2/60),

gökten kudret helvası ve bıldırcın, kavminin gölgelenmesi için bulut getirmesi (A‘râf 7/160),

Hz. Îsâ’nın gökten yiyecek dolu bir sofra indirmesi (Mâide 5/112-115),

Bedir ve Hendek gazvelerinde meleklerin müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân 3/123-127. Ahzâb 33/9),

çeşitli münasebetlerle suyun çoğalması ve yemeğin bereketlenmesi (Buhârî, Menâḳıb/25) bu türdendir.

Kur’an’da bu nevi hadiseler “nusret” kelimesiyle ifade edilir (Bekara 2/214. Âl-i İmrân 3/123. Enfâl 8/10. Tevbe 9/25. Rûm 30/47).

Üç çocuğun vaktinden önce konuşması da buna katılabilir. (Bkz: Ahmed b. Hanbel, 2/385, 434. Buhârî, A. Salât/7 no: 1206, Meẓâlim/35 no: 2482, Enbiyâ/48 no: 3436, 3466. Müslim, Birr/2(7-8 no: 6508)

3.Helâk mu’cizeleri. İnkârda ısrar eden kavimlerin cezalandırılmasına yönelik mu’cizelerdir. Kur’an’da bunların örneği; Nûh kavminin tûfanla, Semûd, Âd ve Medyen halkının korkunç bir gürültüyle, Lût kavminin zelzeleyle (Ankebût 29/40), Firavun ve ordusunun denizde boğulmak suretiyle yok edilmesi bunlardandır ve bunlar sünnetullahtır ve sonrakiler için uyarıcıdır. (Bulut, H. İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 30/348)

Rasûlüllah (sav) kendisine Kur’an mu’cizesi verildiğini söylüyor. Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre Rasulüllah (sav) şöyle dedi: “Her peygambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mu’cize) ise vahiydir ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple kıyâmet günü, diğer peygamberlere göre takipçisi  en çok olan elçinin ben olacağımı ümid ediyorum." (Buhârî, F. Kurʾân/1 no: 4891, İʿtiṣâm/1 no: 7274. Müslim, Îmân/70(239) no: 385)

اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلٰى عَلَيْهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرٰى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟

“Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebut 29/51)

 

-Sonuç

Görüldüğü gibi bütün bu açıklamalar 4. hicri asırdan sonra âyet yerine kullanılan mu’cize kavramı ilgili açıklamalardır ve tümüyle risâletle yani peygamberlikle igilidir.

Halbuki –yukarıda geçtiği gibi- evrende insan gücünü aşan ve onu  yapmaktan aciz bırakan her bir olgu, her oluşum, her fenomen mu’cizedir. 

Mu’cizelerin sadece nebilere ait olduğunu sananlar ile çevrelerinde mu’cize bekleyenler tabiata, evrene, canlı ve cansızlara baksınlar. Onlardaki olağanüstü niteliklere, özelliklere, yapılara, hayatlara baksınlar da Allah’ı tefekkür etsinler.

Nitekim Kur’an pek çok âyette varlığa ve varlıkta oluşumlara dikkat çekmektedir. Onlara dikkatlice ya da basiret ile bakanlar mu’cizeden başka bir şey göremezler, fakat kendi âcizliklerini görürler.

Yani Allah’ın yarattığı bu şeyler insanın âciz olduğunu gösterir. Âciz bırakma açısından hepsi mu’cizedir.

Kâinattaki mu’cizeleri bu gözle görmeyenler de Kur’an’daki âyetleri, yani mu’cizeleri de yeterince algılayamazlar. (Bkz: Nahl 16/65-69)

وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ

 “Göklerde ve yerde nice âyetler/mucizeler vardır ki insan yanından geçip gider de onlara dönüp bakmaz bile!” (Yûsuf 12/105)

          سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿53﴾

 “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyleki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun.

Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)