Kur'an'da ribat fiili, cihad terimi olarak ribat, Kur'an'a göre rabıta, tasavvufçulara göre rabıta hakkında bir online ders

Hüseyin K. Ece

12.02.2024 – 02 Şa’ban 1445

Zaandam-Hollanda 

60 KUR’AN’DA RİBÂT ve RÂBITA KAVRAMLARI

‘Ribat, râbıta, murâbıt’ daha çok birer cihad terimidir. Bunlar hem dış düşmanlara, hem de iç düşmanlara karşı bir mücadeleyi ifade eder.

-Kur’an’da ribât fiili

Râbıta kelimesinin kökü ‘rabeta’ fiilidir. Bu da sözlükte, bir şeyi bağlamak, birinin kalbini sabırla kuvvetlendirmek, korku anında cesaretli olmak, ya da kalbe cesaret vermek demektir.

Birisi hakkında; ‘ribâtü’l-ce’şü’ denilirse onun cesur yürekli oluşu anlatılmış olur.

Kalbe cesaret vermek anlamıyla ‘rabeta’ fiili Kur’an’da 3 yerde geçmektedir. Birisi Musa’nın (as) annesi hakkında:

وَاَصْبَحَ فُؤٰادُ اُمِّ مُوسٰى فَارِغًاۜ اِنْ كَادَتْ لَتُبْد۪ي بِه۪ لَوْلَٓا اَنْ رَبَطْنَا عَلٰى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿10﴾

“Musa’nın annesi ise, yüreği boşluk içerisinde sabahladı. Eğer, mü’minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş (lev rabetnâ) olsaydık, neredeyse onu (Musa’nın durumunu) açığa vuracaktı.” (Kasas 28/10)

İkincisi Bedir ashabı (mücâhidleri) hakkında: 

اِذْ يُغَشّ۪يكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه۪ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَۜ ﴿11﴾

“Hani (Allah) kendi tarafından bir güvenlik olarak sizi hafif bir uykuya daldırıyor; sizi temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek (li-yerbita) ve ayaklarınızı sağlam bastırmak için üzerinize gökten yağmur yağdırıyordu.” (Enfâl 8/11)

Üçüncüsü Ashab-ı Kehf hakkında:

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ ﴿13﴾ وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا ﴿14﴾

“Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti.

Onların hidâyetlerini artırmış ve kalblerini pekiştirmiştik (rabetna).

Durup, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki bâtıl söz söylemiş oluruz.” (Kehf 18/13-14)

 Bir kısmını Türkce’de de kullandığımız ‘râbıta’, ‘ribât’, ‘murâbıt’, ‘irtibat’, ‘merbût’, ‘rabtetmek’, ‘rabt-ı kalb’, ‘râbıt’ gibi kelimeler bu kökten türemiştir.

Türkçe’de bağ veya bağlantı kurmak anlamında kullanılan ‘‘râbıta’/irtibat’, aslında saldırgan düşmana karşı hazır olmak demektir. 

 

-Kavram olarak ribât

 ‘rabeta’ fiili ve onun masdarı ‘ribât’,  kavram olarak; iki açıdan açıklanabilir:

Birincisi; maddî (görünen) ribât: Sınır boylarındaki nöbet, eğitim ve barınma binaları,

düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak, yani sınır boylarında nöbet tutmak,

düşmanlara karşı savaş atları (veya malzemeleri) hazırlamak, 

Allah yolunda yoğun çaba (cihad) için hazır olmak veya hazırlık yapmak,

ayrıca, bir hayırlı işe (sâlih amele) sarılıp devam etmek demektir.

İkincisi; bilinç olan (manevî) ribât: Bir çeşit nefsi hapsetmek (özellikle nefsini Allah yolunda çalışmaya ve savaşmaya bağlayanlar hakkında kullanılır), nefsi güzel şeylere yöneltmek şeklinde de açıklanmış.

Güzel işlerin başında Allah yolunda mücâdele için hazırlık yapmak, Allah yolunda cihad (cehd) etmek ve nöbet beklemek gelir.

düşmanlara karşı uyanık ve cesur olmak,

nefsi namaza ve diğer ibadetlere bağlamak, ibadete devam etmek, gönlü ve duyguları en samimi bir şekilde ibadet şuuruna raptetmek,

bir namazı ifa ettikten sonra diğerini, bir ibadeti yaptıktan sonra diğerini coşku ve bilinç ile beklemek demektir. Bu bir hadiste geçiyor:

Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle dedi:

“Allah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?''

-"Evet ey Allah'ın Rasülü, söyleyin'' dediler. Bunun üzerine saydı:

-"Zahmetine rağmen abdesti tam almak. Mescide çok adım atmak. (Bir namazdan sonra diğer) namazı beklemek.

İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır. İşte bu ribâttır." (Müslim, Tahâret/14(41)-251 no: 587. Muvatta, Sefer/55. Tirmizi, Tahâret/39 no: 51-52 Hasen sahih kaydıyla... Nesâi, Tahâret/107 no: 143)

Mü’min her an ibadete hazırdır, ibadetinde süreklidir. O böyle yapmakla, ic düşmanlara karşı kendini korumuş olur, imanını koruma altına almış olur.

 

-Bir cihad terimi olarak

İslâm hukukçuları ribâtı; müslümanları saldırgan düşmana karşı korumak için sınırlarda beklemek diye tanımlamışlardır.

Bu da süvarilerin atlarını bağlamalarından (ribâtü’l-hayl) gelen bir anlamdır.

Bir âyette geçiyor. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ ﴿60﴾

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.

Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. ” (Enfâl 8/60)

Buradaki ‘ribât’, hem savaş için dayanıklı olmayı, hem de savaş için gerekli malzemeyi hazırlamayı ifade etmektedir.

Eğer mü’minler, düşmanlarına karşı hazırlıksız olurlarsa, düşmanların saldıracakları gediklerde, sınır boylarında nöbet tutmazlarsa, yani her an saldırı olacakmış gibi hazırlıklı olmazlarsa; düşmanları onları gafil avlar ve onlara zarar verebilirler.

Mü’min ayrıca, sınır boylarında onların vatanlarını, ırzlarını ve dinlerini korumak için düşmanlara karşı hazırlıklı olan İslâm askeri gibi, o da imanın yeri olan kalbinin kapısında imanı tehlikeye düşüren tehlikelere karşı ‘ribât’ yapar, yani adeta nöbet tutar, uyanık ve dikkatli olur, ibadetine sürekli devam eder. Bu konuda gafil olmaz. Bir hadiste buna işaret ediliyor:
أَحَبُّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللهِ أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ     : (صلم)   قَالَ رَسُولُ اللَّه:

Aişe’den (r.anhâ) nakledildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle dedi: “Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Müslim, Müsâfirîn/30(218-784) no: 1830. Buhârî, İman/32 no: no: 43, Rikâk/18 no: 6464)

-Hadislerde ribât yapmanın faziletleri

Ribât terimi hadislerde, Allah yolunda savaşmak için atların veya savaş malzemelerinin hazır tutulmasının yanı sıra daha çok “nöbet tutmak” ve “sınır muhafızları” anlamlarında kullanılmıştır.

Selmânu’l-Hayr, Rasûlüllah’ın şöyle dediğini nakletti: “Bir gündüz ve gece ribât yapmak (Allah yolunda nöbet beklemek) bir aylık nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır.

Ölse bile bu işlediği amelin sevabı kesilmez. Bununla rızıklanır, fitnecilerden emin olur.” (Müslim, İmâre/49(163-1913) no: 4938. Nesâî, Cihâd/39 no: 3170, az bir farkla: Cihâd/39 no: 3169, 3171)

Sa’d b. es-Sâidî’nin ve Sehl b. Sa’d’in naklettiklerine göre Allah’ın Rasûlü (sav) şöyle dedi:  "Allah yolunda sınırda bir gün bile nöbet tutmak (murâbıt olmak), dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır.

Birinizin Cennette kamçısının yeri, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır.

“Kulun, Allah yolunda her yürüyüşü, adım atması dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır." (Buhârî, Cihâd/73 no: 2892. Tirmizî, F. Cihâd/26 no: 1664 Hasen kaydıyla)

(Bu rivâyetteki son cümle ayrıca: Buhârî, Vasâyâ/5 no: 2792-2794, Rikâk/2 no: 6415. Müslim, İmâre/30(112-114/1880-1881) no: 4873-4875. Tirmizî, “Cennette kamçı kadar bir yer” ilavesiyle: F. Cihâd/17 no: 1648)

“Kim Allah (cc) yolunda bir murâbıt olarak ölürse, kendisine, işlemekte olduğu sâlih amelinin sevabı (sanki ölmemiş gibi verilmeye) devam edilir. Rızkı da sürekli olarak verilir. Kabirdeki hesaba çekicilerden emin olur.

Allah (cc) onu kıyâmet günü en büyük korkudan güvene kavuşturur.” (İbni Mâce, Cihâd/7 no: 2767)

Fadâle b. Ubeyd Rasûlüllah’ın şöyle dediğini işitmiş: “Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır.

Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabrin fitnelerinden emin olurlar.” (Ebû Dâvûd, Cihâd/15 no: 2500. Tirmizî, F. Cihâd/2, 26 no: 1621, 1665, Hasen sahih kaydıyla)

Abdullah b. Abbas’ın naklettiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: “İki göz vardır ki, onlara ateş değmez: Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz.” (Tirmizî, F. Cihâd/12 no: 1639, Hasen-garib-Hasen kaydıyla. Bir benzeri F. Cihâd/26 no: 1669 Hasen-garib kaydıyla)

Osman b. Affan (ra) Rasûllah’ın (sav) şöyle dediğini işitmiş: "Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad hâlinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.” (Nesâî, Cihad/39 no: 3171)

 Selmân-ı Farisî, Şurahbil b. es-Semtı’ya uğradı. Arkadaşlarıyla bir hadis üzerinde tartıştılar. Bunun üzerine Selmân Şurahbil’e: “Sana Rasûlüllah’tan duyduğum bir hadisi söyleyeyim mi?” O da “evet” dedi. Selmân, Rasulüllah (sav) “Allah yolunda bir gün ribât (nöbet beklemek) bir ay boyunca nafile oruç ve gece namazından efdaldir veya hayırlıdır.

Kim bu hâlde ölürse kabir fitnesinden korunur, ameli kıyâmate kadar nemâlanır” dedi. (Tirmizî, F. Cihâd/26 no: 1665 Hasen kaydıyla)

-Tarihte ribât

Ribât başlangıçta yalnızca nöbet beklemeyi ifade ederken, zamanla sınır boylarında nöbet için  kullanılmış ve  mücâhidlerin barınmaları, düşmanı gözetlemek için yapılan yerlere ad olmuştur.

Bu ribâtlar ayrıca mücahidlerin yetişme ve nefis eğitim yerleri, müslümanların tehlike anında sığınma mekanları da olmuşlardır.

Bir kısmı da zamanla kervansaray gibi kullanılmışlardır.

Enfâl 8/60 ve Âl-i İmran 3/200. âyetin hükmünün İslâmın ilk devirlerinden itibaren uygulandığını, savaş atları hazırlandığını, sınır boylarında mekan olarak ribâtlar yapıldığı naklediliyor.

O dönemde sınır şehirleri ribât sayılmış, savaş için hazılanan atların bağlandığı, murâbıtların konakladığı çadırlara/yerlere ribât adı verilmiş, sonraki dönemlerde ise donanımlı kaleler inşa edilmiş.

Bunlar ilk defa Hz. Osman döneminde Kuzey Afrika’da Bizanslılara karşı yapılmış.

Bu durum Emevîler döneminde de devam etmiş, fethedilen yerlerin sınırlarında ribât niteliğinde şehirler kale ve karakollar yapıldı. Kuzey Afrika’nın fethinin ardından Akdeniz sahilinin güvenliği kurulan ribâtlarla sağlandı.

Aynı uygulamayı bu işe çok önem veren Abbasîler döneminde fethedilen orta Asya’da ve Kuzey Afrika’da, Horasan’da görüyoruz. Bu bölgelerde ve diğerlerinde sayısız ribât yapılmış. Bazılarının vakıfları vardı.

Bu ribâtlardan günümüze kadar gelenler var.

Ribâtlar sayesinde düşman saldırıları davullar çalınarak bölgedeki merkezlere bildirilir, oralardan asker toplanırdı.

Bazı ribâtlar esirleri kurtarma merkezi, savaş zamanlarında halkın sığınağı, bazıları da gemiler için korunak olarak, bazıları yolların emniyeti için inşa edilmiş.

Zenginler ribât yapmakla beraber bu iş devletlerin görevi idi.

Murabitûn denilen gönüllüler buralarda barınırlar, askerî eğitim ve dinî eğitim alırlardı.

Lâkin İran ve Mâverâünnehir bölgesindeki ribâtlar tahminen 10. Yüzyıldan itibaren askerî özelliğini kaybedip tasavvufî karakter kazandılar.

İslâm’ın yayılmasının, fetihlerin ve düşman saldırılarının sona ermesinden itibaren ribâtlarda zikir ve riyâzet, askerî eğitim ve hazırlıkların yerini aldı.

Tasavvufun gelişmesi ribâtlara yeni bir işlev kazandırdı ve ribâtlar giderek çoğunlukla birer tekke ve zâviyeye dönüştü.  (Yiğit, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 45/76-79)

 

-Murâbıt

Gönüllü olarak hangi anlamda olursa olsun-ribât yapana ‘murâbıt’ denir.

Bunun açıklamasını başka bir derse bırakalım.

 

-Râbıta

‘Râbıta’; bağ, bağlantı, bağlamak, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak gibi manalara gelir.

Râbıta bir âyette fiil olarak şöyle geçmektedir:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿200﴾

“Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya kararlılıkta yarışın), ribât yapın (hazırlıklı olun) ve Allahtan hakkıyla korkup-sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Âli İmran 3/200)

Âl-i İmrân Sûresinin özellikle baş taraflarında tevhid, nübüvvet ve âhiret gibi dinin esaslarını oluşturan itikadî konular yer alır. Daha sonra hacc, cihad ve benzeri amelî/ibâdî konulardan bazıları sıralanır. Mü’minlere görevleri hatırlatılır.

Bu görevler ya kulun kendisiyle, ya da başkalarıyla ilgilidir. Son âyet de bunlardan biri...

Allah yolunda gayret, düşmanların aniden saldırıları karşısında gafil avlanmasını önlemek için sınır boylarında ribât yapmayı (uyanık ve hazırlıklı), düşmanlara karşı her zaman dikkatli olmayı tavsiye ediyor. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 1/558)

Burada Allah (cc) mü’minin kendisi ile ilgili görevleri hakkında sabrı, başkalarıyla ilgili olanlar hakkında da müsâbere-karşılıklı sabretmeyi, kararlılıkla direnmeyi emrediyor diyebiliriz.

R. Isfehânî bu âyette geçen “râbitû-ribat yapın” emrinin iki manaya geldiği söyler.

Bunlardan biri ordugâhlarda düşmana karşı nöbet tutmak, hazır olmak manası, -ki buradaki “râbitû  وَرَابِطُوا  ribat yapın” emri “Cihad için hazırlıklı olun” şeklinde açıklanmıştır.

diğeri ise namazdan sonra diğer namazı bekleyerek nefse karşı uyanık olmaktır. (İlgili hadis yukarıda geçti) (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 271)

 

-Tasavvufta râbıta

Kendisine yazık edilen kavramlardan biri de râbıta’dır.

“Sözlükte “bağlamak” mânasındaki rabt kökünden türeyen ve “iki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” anlamlarına gelen râbıta kelimesi tasavvufta; sâlikin (tasavvuf yoluna girenin) kâmil bir mürşide –bağlamak manasından hareketle- gönlünü bağlaması, onun sûret ve sîretini (hem yüzünü hem ahlâk ve davranışlarını) düşünmesini ifade eder.” (Tosun, N. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/378-379)

Tasavvuf ehli bu âyette geçen “rabitû-ribât yapın” emrini, ‘râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar.

Onlara göre râbıta, müridin veya sâlik’in şeyhini (hocasını) düşünerek kalbinden dünyayı çıkarması, şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a ve Peygamber’e bağlamaya çalışması demektir.

Onlara göre mürid sürekli Allah’ı düşünmelidir, O’nunla bağ (irtibat) kurmalıdır. Ama bunu tek başına başaramaz. Bu bağı (râbıtayı) şeyhiyle kurmaya çalışmalı (!)

Mürid, râbıta anında dizüstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhinin alnını (çünkü burası feyiz mahalli imiş) hâyal ederek onun aracılığıyla Hz. Muhammed’le ve Allah’la manevi bağ kurmaya çalışır (!)  

Bu anlayış Tevhid açısından tartışmalı olsa da pek çok tarikatlarda hâlâ devam eden önemli bir uygulamadır.

Tasavvuf tarihinde önceleri şeyhi sevmek, kalbini ona bağlamak, bu sayede ondan feyiz almak ve davranışlarını taklit etmek gibi uygulamalar bulunurken zamanla bunlar şeyhin sûretini düşünme şeklini almıştır.

Bu konudaki diğer rivâyetlerden râbıta uygulamasının basit şeklinin H6. (M12.) ve H7. (M13.) yüzyıllarda mevcut olduğunu anlaşılıyor.

Tasavvuf kaynakları sâlike ilk başlarda râbıtanın gerektiğini, olgunlaşınca gerekmediğini söylerler.

Sûfîlere göre râbıta kalbi dünyevî düşüncelerden temizlemek ve korumak, mürşidin ruhâniyetinden feyiz almak, onun vasıtası ile Allah’ı hatırlamak, gıyabında onunla mânevî beraberlik ve muhabbet kurmak amacıyla yapılır.

Mürid, şeyhinin davranışlarını taklit edebilmek ve onun mânevî hâlini kendi üzerine yansıtabilmek için şeyhini sevmelidir. 

19. ve 20. yüzyıllarda râbıtayı eleştirenlerin çoğu onu ibadet kabul ederek bid‘at olarak görürken, bazıları ona hem bid’at, hem şirk, hem de putperest âdeti dediler.

Özellikle Nakşîler râbıtayı savunmak üzere eserler yazdılar.  Âyet ve hadisleri kendilerine göre yorumladılar.

Bazı sûfîlere göre râbıta bir ibadet değil, şeyh ile mürid arasında sevgi ve feyiz alış-verişine vasıta olacak bir metottur.

Bazı sûfîler râbıtayı “şeyhe tam bir muhabbet” diye tarif etmişler. (Tosun, N. TDV İslâm Ansiklopedisi, 34/378-379)

S. Ateş günümüzdeki rabıta anlayışının yanlışlığına işaret ediyor.

“İlk sûfiler mürşidin gerekli olduğuna inansalar da 6. Hicri asra kadar, bugünkü anlamda bir râbıta uygulamadılar. O döneme kadar yazılan kitaplarda da böyle bir şey yok... 

Onlar şeyhi sevmek gerektiğini söyleseler de şeyhin sûretini göz önünde hâyal etmek gibi bir şey demediler.

İslâm kul ile Allah arasında düşünülen bütün aracıları, vasıtaları reddeden bir dindir. Bütün sûretlerin yaratıcı da O’dur. 

Şeyh bir eğitici, rehber, mürşid olarak, öğrencilerine şeytanın tuzaklarından korunmayı öğretir. Allah yolunda yürümek isteyenlere bu yoldaki engelleri tanıtır ve onları nasıl aşacağını öğretir.

Kısaca ona yardımcı olur. O yol göstericidir. 

Önceki sûfiler sadece Allah’ı tefekkür ediyorlardı. Bugünkülerin yaptığı gibi şeyhinin hâyalini karşısına alıp, âdeta olağanüstülük verircesine Hakkı bırakıp şeyhle meşgul olmak, İslâm’a uygun değil...

Üstelik şeyhle meşgul olmak tasavvuf yolunda yürümeye engeldir. Peygamberden feyz almaya perdedir.

Zikir ve ibadet de Allah’a yapılır. Bunlarda aracı bulmak Tevhid inancına aykırıdır.” (Ateş, S. İslâm Tasavvufu, s: 135-137)

Bir muhterem yazar râbıta’yı yumuşatmaya calışmış:

“Kur’an’da fiziki (lafzi) anlamda geçen bu kelimenin metafizik ve mistik anlamı da var. Nitekim râbıt zâhid anlamında kullanılmış.

 Râbıtaya “kültürlerarası ortak özelliktir” denilebilir. Zira ideal kahramanların ahlâkından faydalanma, onlarla aynîleşme mümkündür. Görüntü, ahlâk ve kişilikler başkalarını olumlu veya olumsuz etkiler.

Tasavvufta da kâmil insan yetiştirmek için gönüllere kâmil model konulmaya çalışılır. Kalbî bağlılık ve fizik beraberlik etkiyi de beraberinde getirir.

Râbıtanın gayesi “râbıta-i huzur”dur, yani sâlike sürekli Allah’ın huzurunda olduğu duygusunu sağlamaktır. Her an Allah’ı görüyor gibi yaşamaktır.

Bu ise ise imkansızdır (!) Zira Allah cisim değil. Bunu sağlayacak olan da görünen bir objeye ihtiyaç var (!)  -Hâşâ billah-

Bu da Allah’ın tecellilerinin mazharı insan-ı kâmil sûretindeki şeyhtir(!)

Sâlik önce insan-ı kâmile, sonra Rasûlüllah’a, ardında da Allah’a kalbi raptetmek ile sağlanabilir.

Râbıta, başkasına benzeme, taklid etmenin görüntüsü olarak tasavvuf eğitimindeki bir araçtır.  Bu çocuğun ebeveyni, öğrencinin hocasını benzeme çabasına benzer (!)

Bu da fıtrîdir. Bu taklit de geçici heves değil, aynîleşmedir. Taklid edenler farkına varmadan bir biçim kazanır.

Râbıta kâmil ahlâk sahibi kişilerle kurulması istenen sevgi bağıdır. Sevenin sevilen ile bir olmasıdır. (Yılmaz, H. K. Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s: 327-330)

Şüphesiz bu görüşlerde eleştirilecek pek çok şey var.

Sevilen Allah ise, seven kul O’na Kur’an’ın ve Elçi’nin öğrettiği gibi, ibadetle, dua ile, zikir ile, secde ile bağ kurar.

Kul Allah (cc) ile doğrudan bağlantı kurması gerekirken veya mümkünken neden araya başka bir obje, başka bir insan girsin? Üstelik ihsan ve takva bilinciyle yaşamak her müslümana farz iken...

Kâmil insan, kâmil mürşid iddiası ise hem tartışmaya açık, hem de isbat  edilmeye muhtaç bir görüştür.

 

-Âli İmran 3/200deki râbıta

Bu âyete ve bu âyetin tefsirlerine baktığımız zaman böylesine bir ‘râbıta’nın kasdedilmediği kolaylıkla anlaşılır.

Âyette geçen sabretmek ve müsâbere yapmak (sabretmekte direnmek), ribât yapmak bir yönüyle cihadla, bir yönüyle de imanı korumakla, ibadette sabretmek ve Allah’tan hakkıyla çekinmekle ilgilidir.

1.Âyette geçen sabır; nefsi kendisinde bulunan zorluklara katlandırmaktır. Musâbere ise, nefsi hem kendisindeki hem de kendi dışındaki zorluklara katlandırmaktır.

Meselâ hastalık nefsin kendindendir. Hastalığa dayanmak sabırdır. Allah yolunda çalışmak ise nefsin dışındaki bir zorluktur. Nefsin o zorluğa katlanması ise ‘musâbere’dir. Âyette hem sabredin, hem de sabretmekte direnin, yani ‘musâbere’ edin bu anlamdadır. (Allahu a’lem)

2.Bu âyette; gerektiği zaman düşmana karşı saf bağlamak, müslümanların sınırlarında nöbet beklemek, İslâm düşmanlarına karşı devamlı hazırlıklı olmak, bir namazdan sonra diğerini beklemek ve Allah yolunda gerektiği gibi sabırlı olmak tavsiye edilmiş olabilir. (Muhtasar İbni Kesir, 1/351)

Görüldüğü gibi ribât veya râbıta cihadla, sabırla, ibadetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Bu hem dış düşmanlara karşı hem de imanın iç düşmanlarına karşı bir cihad anlayışını kapsar.

Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahabeler, ne de sonradan gelen büyük alimler böylesine bir rabıtaya baş vurmadılar. Bu sonradan uydurulmuş bir şeydir.

3.Bu âyet aynı zamanda mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını (râbitû  وَرَابِطُوا bağ kurun, birbirinize bağlanın, irtibatlı olun), birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emrediyor.

Nitekim Kur’an’ın bir çok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları, onların kardeş oldukları vurgulanıyor.

Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır.

İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm en iyi şekilde, bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.

Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve İslâmın varlığını ortadan kaldırmaktan hiç bir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar cemaat halinde kuvvetli olurlar ve düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar.

4.Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor.

Bu bağ, sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olmalıdır.

Tarihi olaylar ve bugün içerisinde yaşadığımız gerçekler, İslâm ümmetinin çektiği acılar karşısında bu ‘rabitû-birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun’ emri ne kadar yerindedir.

Âli İmran sûresinin 200. âyetinin bu şekilde de anlaşılması mümkündür. En doğrusunu ise yalnızca Rabbimiz bilir.

 

-Netice

Mü’minler, Kur’an’ın emrine uyarak imanlarını ve İslâmî hayatlarını sabrederek, sabırda yarışarak korurlar. Bunun için kalplerinin, imanlarının, ailelerinin ve İslâm vatanının kapılarında gereği gibi ve bir nöbetçi gibi beklerler.

Gönülleri de imanlarıyla ve Kur’an’la irtibatlıdır.

Tekrar edelim ribât, mutâbıt ve râbıta öncelikle cihadla, sabırla, ibadetlere bağlanmakla ve onlara devam etmekle ilgili kavramlardır.

Buna bağlı olarak eziyetlere karşı sabrı ve takvayı tavsiye eden şu âyeti de hatırlamak gerekir:

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz.

Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Âli İmran 3/186)