Ramazan.... Oruç...Kadir Gecesi... Fıtır (Ramazan) bayramı... Bunlar sıradan kelimeler değil.

Teknik olarak (fıkıh diliyle) oruç; İmsaktır, yani sahur vaktinden iftar vaktine kadar yeme içmeden, ...’den uzak kalmak demektir.

Lakin oruç, Ramazan, imsak, sahur, iftar, itikâf; yani oruçla ilgili bu şeyler bu teknik tanımdaki kadar dar ve basit değil. Daha muhteşem, daha etkileyici, daha ulvi.

Orucun dünyasına girince, yani içeriden bakınca farklı görünür. Oruçla yola çıkınca onun değişik bir ibadet olduğu anlaşılır. Oruç bedenden yüreğe, boğazdan gönle, mideden bilinci inince farklı olduğu hissedilir. Oruçla birlikte yolculuk yapıldığı zaman onun farklılığı bizzat yaşanır.

Oruç sanıldığı gibi yalnızca gündüz saatlerinde aç kalmak değildir. Mideyi çok ihtiyaç duyduğu şeylerden mahrum bırakmak değildir. Bedene, gıdasını vermeyi akşam vaktine tehir etmek değildir. Tehir edilen bu gıdayı, yani lezzetli yemekleri iftarda abur cubur yemek, bunun adına da “iftar bereketi” demek değildir.

Elbette Ramazanın, orucun, iftarın ve sahurun bereketi vardır. Ancak aklına, nefsine, yüreğine, organlarına, isteklerine, iradesine oruç tutturmayıp, bunun mide ile olduğunu sananlar iftarı sofraları/yemek masalarını lezzetli yemeklerle donatma zannederler.

Oruç ötelere seyahat, samanyolunda ziyafet, aklın uçsuz bucaksız dünyasında bir fenomen, gönlün geniş ufuklarında bir seyir, insanın inişli çıkışlı iç dünyasında bir tefekkür mevsimi, şu fani hayatta elde edilebilecek sınırsız kârdır.

Derler ki deniz derindir ve gizemlidir. Hafif şeyleri yüzdürür. Pahası az olan şeyler suyun yüzünde kalır. Ama pahası biçilemeyen inciler denizin derinliklerindedir. Orucu mide ile tutmaya çalışan su üzerinde amaçsız yüzen sıradan şeylere, orucu şuur ve yürek ile tutanlar ise derinliklerde inci arayanlara benzer. Herkes inci avcısı olamaz. Hatta herkes inciyi tanıyıp değerini bilemez. Ama inci avcısı o derinlerde de olsa onu arayıp bulur. Zahmetli olur onu bulmak. Ama sonuç kazançlıdır, değerlidir. Böyle bir sonuç için zahmete katlanmaya değer.

Orucu zahmetine rağmen hakkıyla tutan, derin sularda değerli inci sevdalısı gibidir. Zahmet eder, yorulur, emek sarfeder; ama sonuçta incisine kavuşur. Oruç, sevilen şeylerden kısa bir müddet ayrı kalmanın vuslatı, mahrum olunan şeylerin özlemi, onsuz da hayat devam edebiliyor deyip midenin isteklerine sınır koymanın iradesidir.

Oruç tutmak yiğitliktir, pehlivanlıktır. Pehlivanlıktır, zira nefisn hevâsının isteklerine direnmek her yiğidin harcı değildir. Nefsin hevâsı (aşırı istekler) güreşteki çok güçlü rakibe benzer. Nefisle mücadele de güreş minderinde güreşmeye benzer. Mindere çıkmamak, minderden kaçmak, kondisyonum az demek yok. Sen ondört-onbeş yaşından ölene kadar o minderdesin. Güçlü bir rakibin var ve onunla müsabaka yapmak durumundasın. Bu güçlü rakip seni her zaman alt etmeye çalışmakta, seni tuşla mağlup ilan etmeye, açığa düşürüp seni rezil etmeye uğraşmakta. Güreşe devam etmeye, rakibine mağlup olmamaya, minderden kaçmamaya mecbursun.

Oruç sevenin sevdiğine iltifatıdır. Değer vermesidir. Sevdiğinin rızasına taleptir. Sevgiliye yönelmedir akılıyla ve yüreğiyle. Yani kişi sevdiğini iddia ettiği birisi ondan bir şey isteyecek; iddia sahibi bunu duymamazlıktan gelecek. Aldırmayacak, kulağının arkasına atacak. Bu isteğe değer vermeyecek. İsteği yerine getirmeyecek??? O zaman adama“bu ne biçim sevgi” diye sorarlar.

Anlatılır ki bilge adamın bir bir köyden geçiyormuş. Ya da kendinin bilgili ve hikmet sahibi olduğunun sanan biri. Köye yaklaşınca genç bir kadının elinde sepeti ile yürüdüğünü görmüş. Selâm vermiş, hal hatır sormuş. İzninizle bir şey sorabilir miyim demiş. Kadın da; buyur sor demiş. Sepetinde ne var? Elma var efendim. Kime veya nereye götürüyorsun? Kadın: Nişalıma, o biraz ileride, tarlada güneşin altında çalışıyor. Bilge adam: Peki sepette kaç tane elme var deyince kadın; “amca sen şaşırdın mı? Hiç insan sevdiğine götürdüğü hediyeyi sayar mı?” Bilge adam bu cevap karşısında sarsılmış, sonra da bu kadındaki anlayışa hayran olmuş. Kendisinin hikmet ehli olduğunu zannederken asıl bu kadının hikmet ehli olduğunu düşünmüş.

Oruç mü’minin en sevdiği ve değer verdiği En Yüce Kapı’ya sunmaya cür’et  ettiği bir hediyedir. Tıpkı nişanlısına değer veren hatun gibi içten ve samimi. Sayısı hiç önemli değil. Yani orucun beş dakika önce ve sonra başlaması ve bitmesi, uzun veya kısa günlerde olması, havanın sıcak veya serin olması, şu veya bu iftariyelik ile açılması, iftarda veya sahurda o ya da bu yemeğin olması, yemeğin az veya çok olması söz konusu değil.

Hediyenin hangi kapıya sunulduğu, hangi sevgiliye götürüldüğü önemli. Oruçlunun sevgiliye yönelirken koluna taktığı sepeti yüreğidir. O sepetin içinde de elma değil iman vardır, samimiyet vardır, ihlas vardır, sevgilinin rızası vardır.

Oruç zamanı tanımaktır. Zamanın değerini bilmektir. Zamanın sahibni anlamak ve zamanı verimli geçirmektir. İnsan zamanında içindedir. Kısa veya uzun bir sürer bu zamanın içinde. Siz buna insan ömrü deyin isterseniz. Ama fani, ama sınırlı. Üstelik kişiye emaneten veriliyor. Günü gelince her emanet gibi asıl sahibine verilmesi gerekir. Zaman aynı zamanda bir mahlûktur. Öyleyse onu bir yaratan var, onun bir sahibi var. İnsan hayatı için arzı yayıp düşeyen ona zamanı da vermiş. Dakika, saat, gün, ay, mevsim, yıl ve ömür olarak. Oruç; zamanı ve değerini, zamanın sahibini, zamanı hayırlı işlerle geçirmenin önemini hatırlatır.

Oruç en güzel empatidir. Başkasının yerine kendisini koymaktır. Nefis muhasebesidir. Dünyalık nimetler açısından herkes orucu kolaylıkla tutan gibi değildir elbette. Çevrede ve yeryüzünün öte taraflarında, oruçlunun sahip olduğu kadarına sahip olmayanlar vardır. Ya kendisi aynı durumda olsaydı... Ya kendisi oruç tutamaycak kadar bitap, takatsiz, bikes, gariban, engelli olsaydı... 

Oruç, elde olan nimetlerin kıymetini bilmektir. Eldeki nimetin kıymetini bilmek, o nimete şükretmeyi hatırlatır. Öyle elde çok çok nimet var. Bu nimetleri bir veren var. Öyleyse ona teşekkür etmek, nimetin kadrini bilenlerin işidir. Nimete en iyi teşekkür (yani şükür) öncelikle onun nasibedeni tanımaktır. Sonra da o nimeti paylaşabilmektir. O nimeti ona muhtaç olanlara verebilmektir. Eldeki nimetin bir kısmından nefsi bir müddet mahrum etmek ve başkalarıyla bölüşebilmektir. 

Allah’a ve Âhirete inandığını söyleyen ama oruç tutmaya gücü yettiği halde oruç tutmayan kardeşler, gençler!

Hele bir deneyin oruç tutmayı, hele bir başlayın... Ne kadar tad verici ve ne kadar sevindirici olduğunu göreceksiniz. Ne kadar ulvi ve seviyeli bir amel (iş) olduğna şâhit olacaksınız.

Hele bir deneyin... Ama işe mideden, yemek takıntısından değil, yürekten/gönülden başlayın... Göreceksiniz.

Ramazanınız mübârek, oruçlarınız makbûl, kitabınız “âlây-i ‘ılliyyîn”de ola.

Hüseyin K. Ece

17.04.2018

Zaandam