Farklı tanımlanan pek çok şey var. Bunlardan biri de mutluluk denilen fenomendir. Herkesin kendine göre bir mutluluk tarifesi var.

 Kişiden kişiye, zamandan zamana, toplumdan topluma değişebilir. Zira herkesin zevki, kendine göre huzur anlayışı, rahatlık ölçüsü ayrı ayrıdır. Birinin huzur duyduğu şeyden diğeri huzursuzluk duyar. Birinin zevk aldığı bir şeyden diğeri zevk almaz, hatta nefret eder. Birinin mutlu olduğu bir ortam diğerini rahatsız eder. Birinin “oh be” dediğine bir başkası “yazık” der. Birini sevindiren bir olay, bir başkasının acısı olabilir. 

Bütün bunlar bize mutluluk denilen şeyin duygusal ve göreceli (izafi) olduğunu gösterir. Buna göre mutluluğun herkesin kabul edecebileceği bir tanımı yoktur. Kişi sayısı kadar mutluluk çeşidi vardır dense yanlış olmaz.  

Ama yine de herkesin hayal ettiği, elde etmek için çaba sarfettiği ideal bir mutluluk olabilir. Hani “yaşamanın tadı, yaşama sevinci” derler ya, öyle bir şey... Şiirlerin anlattığı, türkülerin dile getirdiği, ressamların tablolaştırdığı, kıssacıların hikayeleştirdiği bir şey... Belki de Mecnun’un çöllerde aradığı Leylâ, bir prensin kafdağında bulmaya gittiği altın bülbül... Belki günün birinde kişinin kafasına veya gönlüne konan talih kuşu.. 

Mutluluk acaba her türlü araç denenerek anlatılmaya çalışılan, ama hâlâ anlatılmaya muhtaç bir hayal mi? Ya da bir serap mı? Elde edilmesi mümkün olmayan bir kaçak ve kurnaz ufuk mu? Hani sen gidersin, o gider, sen ona kavuşmak için koşarsın o habire kaçar... Yahut altından geçilmeye çalışılan, ama bir türlü yanına varılamayan gökkuşağı mı? Hep naz eden, kendini ağırdan satan vefasız bir sevgili, kurnaz bir işgüzâr, elem vermekten zevk alan bir dolandırıcı mı? 

Belki hiç biri değil... Mutluluk Hasan Sabbah’ın yalancı cennetleri, ya da Babil’in asma bahçeleri, İrem bağının ağaçları, köşkleri, sarayları arasına saklanan, kendini aratan bir şey de değil... Krallık, saltanat, makama, rütbeye, mal mülke, maddeye, çok şeye sahip olma, yani dünyalık açısından çok imkanı olma hiç değil...  

Bunlara sahip olduğu halde mutlu olmayan olduğu gibi, bunlara az sahip olduğu halde mutlu olanlar da vardır. Çok zor şartlara, eziyet ve baskıya, hicrete ve mahrumiyetlere rağmen Rasulüllah’ın ve sahabelerin yaşadığı günlere “asr-ı saadet” denildiğini hatırlayalım. 

Fuzuli şiir diliyle anlattı: Aşk derdiyle Mecnun olan Kays’ı babası dua edip bu dertten kurtulması için Kâbe’ye götürür. Hani orada dualar kabul edilir ya... Zira babaya göre Mecnun hastadır. Ama Mecnun’un derdi başka. 

“ya râb belâyı aşk ile kıl âşinâ beni/bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni/az eyleme inâyetini ehli derdden/yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni” Yani, bana daha çok aşk derdi ver, beni bir an olsun bu dertten ayrı koyma. Zira ben bundan memnunum, bahtiyarım. Aşka derdi benim mutluluğumdur.  

Kur’an’da “tayyibe bir hayat” diye bir deyim var. Yani hoş, memnuniyet verici, huzurla dolu bir hayat. Gözü arkada komayan, bıktırmayan, pişman ettirmeyen, verimli, üretken, dolu dolu bir yaşayış. Ayet şöyle:  

“Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel (tayyibe) bir hayatla yaşatırız ve yaptıklarının karşılığını en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl 16/979 

Tayyibe hayat, gerçek saadeti sağlayan, taddıran, yaşatan bir hayattır... Kişinin asr-ı saadetidir... Toplumların da saadet çağı, mutluluk devridir... Hatta kişiye öteki dünyanınn saadetini de kazandıran bir hayattır... Ama şartı var: Sağlam imandan sonra salih amel... Yani iyi, sağlam, yerinde, sahih, kişiye ve topluma faydalı... Kısaca Allah’ın seveceği işler, eylemler yapmak... Böyle yapanlar dünyada ideal mutluluğu elde ederler. Ölümden sonrasına da hazır olurlar.  

Müslümanların şöyle bir iddiası var: Bizim dinimiz İslam mutluluğun diğer adıdır. İslam insanlara, ailelere, toplumlara dareyn (iki dünya) saadetini sağlamak için gelmiştir. Onu yaşayan, koyduğu ilkelere ve ölçülere uyan hem dünyada, hem de Ahirette mutluluğa ulaşır. 

Çokları bunu bilmez. Hatta bu dine inandığını söyleyenlerden bazıları da... Bu yüzden mutluluğu başka yerlerde, başka şeylerde, başka adreslerde ararlar. Ya da mutluluğu yanlış tarif ederler. Aslında kendisi için hayırlı olmayan, gelip geçici ve zararlı, anlık veya dünyalık zevklere mutluluk adı verebilirler. Bazıları da yanıbaşındaki hazineden haberi olmayanlar gibi mutluluğu arayıp dururlar. Elde ettikleri küçük, değersiz, fani belki de zararlı kazanımları mutluluk sayarlar 

Bir soru: Dünyada gerçekten mutluluk var mıdır?  Cevap: Vardır... Hem de insanın yanıbaşında... İnsanın fıtratında... Ve insanın fıtratına uygun ilahi ilkelerde... Her şeyi bilenin bildirdiklerinde...  

Bazen uzaklarda aranan, kişinin çok yakınındadır... Hikâye bu ya... Adamın biri çift sürmeye gitmiş. Tarlası uzakmış. Sabah erkenden öküzleri, malzemeleri, azığını almış, sabanın kayışı da kaybolmasın diye boynuna asmış ve yola çıkmış. Tarlayı sürmeye başlayacağı sırada bakmış ki sabanın kayışı yok. Onsuz saban koşması imkansız. Üzülmüş, hayıflanmış. Tekrar kayışı almak için eve dönmüş. Onu gören karısı telaşla: “Bey, hayrola niçin döndün, bir şey mi oldu” demiş. “Hanım kayışı unuttum da onu almaya geldim.” Hanımı demiş ki: “Bey, kayış boynunda ya.” Adam bir de bakar ki kayış gerçekten boynunda. “Eyvah demiş, gaflet olur da bu kadar olur. Biz kayışı uzaklarda arıyoruz, meğer o bizim yanımızda imiş.” 

Mutluluğu uzaklarda, yanlış yerlerde ve şeylerde aramak da böyle bir şey mi? 

Hüseyin K. Ece