(Her ne kadar Ramazan 2009 geçse de biz, çocukluğumuzda yaşadığımız, duyduğumuz, biraz da özlediğimiz Ramazanları anmaya devam edelim.) ............

Evet, çocuk halimizle sahurları gözümüzde çok büyütürdük. Bu Ramazanın bereketi mi idi, yoksa anneler sahurda daha mı lezzetli yapıyorlardı, yoksa gündüz yiyemediğimizi zannettiğimiz yemekleri kaçamak olsa da sahurde yeme fırsatı bulduğumuz için mi; bilemem, sahur yemeklerinin tadı bir başkaydı.

 

Aslında sahurlarda yenilen yemekler, Ramazandan önce gündüz yenilen yemeklerin hemen hemen aynısıydı. Köyümüzdeki yemek malzemesi zaten belliydi. Kartol, pakla, zuluf pakla, un, kavut, bulgur, yarma, lahana, kurutulmuş pancar, çırtılmış pakla, kabak, hoşaf, yufka, erişte, makarna, ziron ve benzeri şeylerdi. Eh durumu iyi olanlar güz aylarında hayvan keser kavurma yaparlardı. Ya da bir köşede etleri olurdu. O zaman etli yemeklerin lezzeti bir başka idi elbette.

Sahura kalkmak hem kardeşler arasında hem de yaşıtlar arasında tatlı bir rekabetti. Öyle ya sabah olunca; “yank bilii misin, bu gece ben sevre ğahdım?” diyecektik. Bununla güya hava atacaktık. Bir başka gün diğer yaştaş aynı övünmeyi yapardı.

Tıpkı 1960lı yıllarda bir arkadaşın, “Ama biz şeher ehmeğü yedük” diye övünmesi gibi.

Hani o zamanlar beyaz etmek çok farklıdı ya. Ancak şehire gidenler ve parası olanlar getirirdi ya. Bizimki de o beyaz ekmek yemekle hava atıyordu diğer Edişeli çocuklara.

İlk oruçta sabah uyanır uyanmaz, güya oruçluyuz ya tükrüğümüzü yutmuyoruz. Orucumuz bozulur diye. Ha bire tu tu diye, gelen tükrüğü dışarı atıyoruz. Diğer çocuklarla buluşuyoruz. Hepimiz oruçlu, hepimiz de tükrüğü yutmuyoruz. Oruç niyetimize bu kadar sadıkız. Akşama kadar bu böyle devam edecek. Yemek yemeyeceğiz, gizli açıkta su içmeyeceğiz ve illa da tükrük de yutmayacağız. Zira orucumuz ‘kerif’ olabilirdi.

Sonra bu durumu gören bir büyüğümüz bizi ikna etti. Hayır çocuklar ağıza inen tükrükle oruç bozulmaz demişti de bizi bir işkenceden kurtarmıştı. Önce tereddüt etmiştik ama amcanın dedikleri aklımıza yatmıştı. Zira dakikada bir kaç defa tükürmek zor bir işti.

Okula gittiğimizde 10 yaşından büyük çoğu arkadaşların oruç tuttuklarını görürdük.

O zamanlar sahura kalkmak gibi oruç tutmak da köy çocukları arasında bir rekabetti.

Bir de oruca dayanmak... Bakalım kim hangi saate kadar oruç tutacak?

Ya da kaç gün dayanabilecek?

Bazıları dayanamaz öğleye kadar, bazıları okul bitimine kadar, bazıları ikindiye kadar oruç tutardı. Kimileri bütün Ramazan’da bir kaç gün, kimileri günlerce... Ramazan’ı oruçla tamamlayanlar bu rekabeti kazanmış olurlardı.

O günlerin tatlı bir hatırası da iftariyeliklerdi.

Duyduğumza göre Peygamberimiz (sav) orucunu hurma veya su ile açardı. Ümmetinin de böyle yapmasını tavsiye eymişti. Galiba bu güzel tavsiyeye uyan bir anlayışla biz de orucumuzu tatlı bir şeyle açmak isterdik. Ama bizim memlekette hurma olmazdı ki. O zaman hurma ne gezerdi? Köye ilk hurma köyümüzden ilk defa hacca giden rahmetli Hacı Abdullah Kuş ve rahmetli babamla geldi. İlk defa hurmayı onlar sayesinde görmüştük, ilk defa böyle farklı ve enterasan bir meyve yeme nasip olmuştu. Hatta bunun zemzem suyu gibi mübarek topraklardan gelen mübarek bir meyve olduğunu düşünmüştük. 

O zaman okulumuzda her yıl Aralık ayının –sanırım- ikinci haftasında “Yerli Malı Haftası” kutlanırdı. Biz de o kendi çapımızda bu haftayı güya kutlardık.

Nasıl mı?

Bizim köyde benim yaşımda olanlar bilirler. Meyvesi olanlar yazları elma, kayısı, erik ve armut, bazen de vişne kuruturlardı kışın hoşaf yapmak için. Eh bizim oranın meyveleri oldum olası lezzetli idi.

Bu kurutulan, yani hoşaflıklardan bir kısmını bu hafta için ayırırdık. Yerli Malı Haftası gelince okula götürürdük. Bazı arkadaşlarımız da kuru üzüm, kurabiye veya şekerleme getirirlerdi. Sonra onları birbirine kadar birlikte yerdik. Sonra da resmi sloganı tekrar ederdik.

“Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı”

Yerli Malı haftasından aklımda kalan biraz kaysı kurusu, biraz da hoşaf.

İşte yerli malı haftası için biriktirdiğimiz meyve kuruları, ya da birisini verdiği akide şekerleri, ya da şöyle iki parmak büyüklüğünde açık yeşil renkli kurabiyeler iftarlıklarımız idi.

Benim gibi kendisine henüz oruç farz olmayan çocuklar elbette iftarı iple çekerlerdi. Bir elimizde iftariyelikler, kulağımız ezanda, beklerdik. Köyde o zaman ezanı Molla amca okurdu. Ama onun ezanını bizim taraftan duymanın imkanı yoktu. Hem mesafe uzaktı, hem de rahmetlinin sesi o kadar gür değildi.

Peki iftarın geldiğini nasıl anlayacağız? Onu da babam belirlerdi. Hadi iftar oldu dedi mi yemeğe başlardık.

12, 13 veya 14 yaşında oruç tutmaya başlamak… Bir açıdan zor, ama bir açından çok hoş. Köydeki akranlarla birlikte… Tatlı rekabetler yaparak. Fakat oruç şuuruyla. Ramazana saygı ile. Oruç tuttuğıumuzun farkında olarak. Yani onca zorluğuna rağmen o yaştaki bir çocuk için, hiç bir zaman gizlide bir şey yemek, su içmek aklımızdan geçmezdi. Şimdi bu dikkatimiz aklıma geliyor da hem seviniyorum, hem gıbta ediyorum. 11-12 yaşında bir çocuk, oruç henüz tam farz olmamış. Oruç tutacağım diyor ve ağzını bağlıyor. Akşama kadar oruca saygı duyuyor, ona karşı hainlik yapmıyor. (Hatta bazı çocuklara anne-babaları "sana oruç farz olmadı, tutmayabilirsin" dedikleri halde onlar ısrarla tutmaya çalışırlardı. Bazılarının anne babası, ablası vaya ağbisi orucunu bozması için zorlardı, bozmazsa ağzına zorla su dökmeye çalışırlardı.)

Zira o ailesinden böyle bir terbiye aldı. O böyle öğrendi, büyüklerinde bunu yaşadı.

Zaten çocuklar hıyanet etmezler ki. Onlar dürüst ve temiz yüreklidir. Aynı zamanda samimidirler. Allah’ın kendilerini sevdiğini bilirler ve onlar da Allah’ı çok severler.

O zamanlar köyde oruç tutmanın böyle güzel hatıraları var. İnsan hatırladıkça “hey gidi günler” diyor. Köyün genelinde bir Ramazan havası olurdu ve bütün komşular o havayı birlikte yaşarlardı.

Nereden nereye?

Zaman ne kadar çabuk geçiyor ve ne kadar hızlı değişiyor. Ama değişmeyen bir şey var: İnsan gerçeği.

Nerede olursak olalım, hangi yaşta olursak olalım, nihayetinde Allah’ın kuluyuz, O’ndan geldik yine O’na döneceğiz. O’nun verdiği izin ve nimetlerle hayatımızı sürdürüyoruz. Öyleyse O’na şükür borçluyuz. Ramazan’ı imana uygun yaşamak ve değerlendirmek de bu şükrün bir parçasıdır. Önemli olan zaten Allah’ın emrine değer vermek, itibar etmek ve gereğini yapmaktır.

Elbette Ramazanları, bayramları, özel günleri birlikte yaşamak, değerlendirmek, dayanışma içinde geçirmek, sahip olduklarımızı bölüşmek güzeldir. Böyle yapmak, aynı zamanda bu güzel günleri bizden sonra gelecek olan nesillere aktarmanın da yoludur. Arkadan gelenler büyüklerinden bu anlamda çok şey öğrenirler.

Acaba ne yapsak, bir dahaki Ramazan’ı köyde mi geçirsek?

Hüseyin K. Ece

25-09-2009

Zaandam/Hollanda