Sene 1977. Erzurumdayım. Fakülte yılları. Ve genel seçimler öncesi.

Seçim öncesi ya, bütün Türkiye’de olduğu gibi Erzurum’da da ortalık toz duman. Solda B. Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi. Sağda üç parti yarışıyordu. S. Demirel’in Adalet Partisi, A. Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi ve N. Erbakan’ın Milli Selâmet Partisi.

 

Müthiş bir siyasi çekişme vardı. Hatta buna çekişme veya yarış değil, kavga demek mümkündü. O zamanki adıyla anarşi almış başını gidiyordu. Dışarıdan bakıldığı zaman sağ-sol çatışması gibi görünen, ama kimin ne için kavga ettiği belli olmayan bir anarşi vardı. Şehirlerin büyük bölümünde, sokaklarda, okullarda, pazarlarda, mahallelerde, iş yerlerinde güvenlik yoktu. Hatta hatta karakolarda bile.

Birileri havayı geriyordu. Ya da kavga ortamı hazırlıyordu. Bazıları kavga ediyordu, bazıları da birbirini öldürüyordu. O bazıları dava dedikleri şey adına meydanlara çıkıp boy gösteriyordu ama kim kimi neden öldürüyordu belli değildi dersek yanlış sayılmaz. İş başında olanlar bu sorunu çözemiyorlardı, ya da çözmüyorlardı. (Nitekim yıllar sonra anlaşıldı ki o zaman birileri yangına körükle gidiyordu, birileri de anarşiden, kaos ortamından besleniyordu.) Siyasi partiler (siyaset) çözüm üretemiyorlardı. Zira asıl işleri ülke sorunlarına çözüm üretmek, biraraya gelip bir şeyler yapmak değil; birbirleriyle kıyası mücadele etmekti.

1977 Milletvekili genel seçim öncesi atmosfer hiç de iç açıcı değildi. Sağ-sol kavgası gibi partiler arası rekabet de çetindi. Herkes birbirini suçluyor, herkes birbirini alabildiğine kötülüyor, hasım saydığı karşıdakine saldırıyor, onu alt etmek, rezil etmek, gözden düşürmek, minderden kaçırtmak için elinden geleni yapıyordu.

O zamanın basının bir bölümü aynen bugünkü gibi siyasi yelpâzede kendilerine yakın partilerin sözcüsü gibi davranıyorlardı. Yalan söylüyorlar, iftira ediyorlar, asparagas haber yapıyorlar, ortamı geriyorlardı.

Kısaca çirkin bir siyasi çekişme vardı. Gruplara/partilere mensup olanlar, rakiplerini yenmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kazara bir seçim çalışmasına, bir seçim toplantısına yolunuz düşse, tiksinirdiniz. Politika bu kadar mi seviyesiz, politika yapanlar bu kadar mı terbiyesiz diye şaşar kalırdınız. Nitekim o günlerde bir akşam bir partinin propoganda toplantısına tesadüfen denk geldim. Ama sonuna kadar dinlemeye tahammül edemedim. Küfürler, iftiralar, seviyesizlik. Kısaca sokak kavgası, sen-ben çekişmesi. Ülke sorunlarını, bu sorunlarla ilgili projeleri konuşmaktan çok, hakaret, aşağılama, saldırılar revaçta idi.

Bir gün Erzurum’un en büyük caddesi Cumhuriyet caddesinde üzerindeki Lala Paşa camiinde öğle namazını kıldım. Çıkarken bir arkadaşla karşılaştım. Şehir merkezinden üniversiteye personel taşıyan servis otobüsünde onu görüyordum ve selâmlaşıyorduk. Camii çıkışında karşılaşınca tekrar selâmlaştık. Merhaba, nasılsın iyi misin faslından sonra her zaman olduğu gibi söz siyasete geldi. O zaman pek çok kişinin konusu siyaset idi.

Ben oldum olası siyasi çekişmelerden hoşlanmam. Taraf olmamaya çalışırım ama o günkü şartlarda çevrede olanlara bigâne kalmak, hiç ilgilenmemek mümkün değildi. Sonuçta bir ülkede yaşıyorsunuz ve olaylar uzaktan veya yakından sizin ilgi alanınıza giriyordu.

O arkadaşla cadde boyu hem adımladık hem de sohbet ettik. Arkadaş biraz sonra dedi ki “isterseniz buyur dershaneye gidelim.” Olur dedim. Dershane dediği de Risale-i Nur talebelerinin kaldıkları ev.

Beni Ulu Camiin karşısında üç veya dört katlı bir apartmanın birinci katında iyi döşenmiş bir daireye götürdü. Burası talebe evi. Ev beni şaşırttı. Şimdiye böyle bir öğrenci evi görmemiştim. Böyle bir evde öğrencilik yapma imkanım olmadı. Burası öğrencilerin kaldığı bir ev. Vay be… demişimdir belki de. Bugüne kadar hep mütevazi evlerde veya yurtlarda kaldığım için böylesine iyi döşenmiş talebe evi ister istemez beni şaşırttı. Bizi orada kalan –hatırladığım kadarıyla- üç genç karşıladı. Oturduk ve sohbete başladık. Ama ne sohbet! Sohbet değil, sanki tek taraflı sorgulama Ya da beyin yıkama seansı.

Beni soru yağmuruna tuttular. Biri bir şey soruyor, ona cevap vermeye çalışıyorken diğeri başka bir şey soruyordu. Ona cevap ver meye çalışırken bir diğeri başka bir konuyu göndeme getiriyordu.

Ancak soruların ve konuların hepsi Milli Selâmet Partisi ve rahmetli N. Erbakan, onların suçları, yanlışları, açıkları, kötülükleri hakkında idi. O zaman ne kadar aleyhde dedikodu varsa, (etikten yoksun) basında onların aleyhinde ne kadar aslı astarı olmayan iftiralar varsa, ne kadar karalama ve önyargılar varsa söz konusu edildi.

Ben her ne kadar “arkadaşlar ben ne politika uzmanıyım, ne de Selâmet Partisinde siyaset yapan biriyim. Ben öğrenciyim. Sizin gibi olayları dışarıdan takip etmeye çalışıyorum” dediysem de soru yağmurundan, ya da sorgulamadan kurtulamadım.

İster istemez saldırılan tarafı savunmak zorunda kalıyordum. Zira ortada düpedüz iftiralar vardı, haksızlık vardı, din açısından kardeş olduklarımız hakkında yanlış değerlendirmeler vardı. Hatta hasmâne duygular vardı. Haksızlık karşısından susan dilsiz şeytan olmamak için sorularına cevap yetiştirmye çalışıyordum.  Sorular bir oradan, bir buradan, bir sağdan bir soldan geliyordu. Beni öylesine sıkıştırdılar ki, anlatamam.

Baktılar ki ben pes etmeyeceğim, onların bunca aleyhteki soruları ve ileri sürdükleri iddialarla ikna olmayacağım, birisi dedi ki “Peki şimdi buna ne diyeceksin?”

Böyle dedikten sonra yandaki odaya gitti ve elinde bir teyple döndü. Önceden hazırlandığı belli idi ki hemen düğmesina bastı. Kasette konuşan N. Erbakan’dı. O da ne… Ses onun sesi ama ifadeler onun değildi. Kasette konuşulanları şimdi hatırlamam mümkün değil ama on tane cümle kullandı ise en az sekiz tanesinde hasımlarının kendi aleyhine kullanılabileceği ifadeler vardı. Hani Erbakan ve partisi o zaman milliyetçi-mukaddesatçılar tarafından  Halk partisi ile koalisyon kurmakla, komünistleri affetmekle suçlanıyordu ya, kasette “tekrar iktidara gelirsek yine CHP ile hükümet kuracağız, tekrar komünistleri affedeceğiz” gibi şeyler söyleniyordu.

Bunları duyan Erzurumlunun N. Erbakan’a oy vermesi mümkün değildi. Kaset devam ederken benim tüylerim diken diken oldu. Duyduklarımdan ve şaşkınlığımdan yüzüm ve boynum kızarmaya başladı. Şaşkınlık içerisinde ve hüzünlü bir şekilde “bunu da mı yaptınız? Yazık, çok yazık” dedim.

Anladılarki kaset de beni ikna etmeyecek hemen teybi kaldırdılar ve tekrar soru sormaya, bir anlamda konunun üzerini soru ile kapatmaya çalıştılar.  Ben bu sahtekârlığı, bu iğrençliği niye yaptınız diye soracaktım ama, sorulara cevap vermekten araya girmek mümkün olmadı.

İyice yoruldum, bunaldım. Üzüldüm, şaşırdım, kafam allak bullak oldu. Bu nedir yahu diye kendi kendime soracak halim bile kalmadı. İzin istedim ve beni oraya götüren arkadaşla birlikte çıktık.

N. Erbakan’ın sesini öylesine ustalıkla taklit ettiler ki çoğu kişi o konuşanın N. Erbakan olduğu sanırdı. Usta birini bulup taklit etmişler. Ancak N. Erbakan’ı yakından dinleyenler kasetteki konuşmanın taklit olduğunu anlarlardı. O zama ki montaj teknolojisi bu kadardı. Ancak ses taklidi, ya da resim montajı yapılabiliyordu.

Yolda o arkadaşa dedim ki: “Doğru ve samimiyetle söyle. N. Erbakan ve partisi hakkında ne düşünüyorsun?” Arkadaş “onun siyonizmin adamı olduğunu ve Türkiye için ve müslümanlar için tehlikeli olduğuna inanıyorum” dedi. Ben ağzım açık, “tamam tamam kardeşim, görüşlerin sana kalsın, bana eyvallah. İlişkimiz buraya kadar” dedim ve o arkadaşla bir daha görüşmeye ihtiyacım olmadı. Basireti bu kadar bağlı bir kimseyle görüşmenin bir faydası yoktu.

O seçimde M. Selâmet ve N. Erbakan aleyhine sadece bu sahte kaset değil, başka malzemeleri de kullanıldı. Meselâ Gırgır Dergisinin kapağına gırgır için koyduğu Erbakan Hoca’nın abdest alma resmi gibi. Seçimden bir gün önce seçim yasakları başlayıncaya kadar kiraladıkları pikaplara ve arabalara çocukları doldurdular ve akşama kadar, sokak sokak, cadde cadde “komünist Erbakan” diye bağırttırdılar.  Erzurum’un köylerine gittiler ve köylülere “eğer önceki seçimde Erbakan’na oy verdiyseniz, önce abdest almalısınız, sonra bu hatanızdan dolayı tevbe etmelisiniz. Ondan sonra ancak sizi partimize kabul ederiz” diye çalışmalar yaptılar.

Sonuçta 1977 seçimlerinde MSP’nin Erzurum’daki milletvekili sayısı dörtten bire düştü, AP’nin milletvekili sayısı birden dörde çıktı.

Büyük başarı… (!).

Ülkemizde bugünlerde telefon dinlemeleri, dosyalar, kasetler, dinlemeler, şantaj dedikoduları gündeme gelince aklıma 1977 yılında yaşadığım bu eski kaset olayı geldi.

Hani bu işler günümüze mahsus şeyler değil. Rakibini oyunun kurallarına uyarak yenmekten çekinen korkaklar ve beceriksizler hileye başvururlar. Haklı olan, söyleyecek doğru sözü olan elbette bunlara tevessül etmez.

Yiğit kişi hasmının da yiğit olmasını ister.

Hani bir insanın hatası varsa ve sizi veya kamuyunu ilgilendiriyorsa uygun bir dille uyarırsınız. Olmadı yetkili yerlere şikayet edersiniz. Olmadı siyasi arenada veya basında fikir ile, delil ile, inandırıcı argümanlar ile yani uygun bir şekilde mücadele edersiniz. Suçu mahkeme tarafından isbatlanmadan kimseyi suçlamazsınız. Suçu sabit olursa hakimliğe soyunmadan, bir de siz yargılamadan diyebilirsiniz ki “şu kadar ceza aldı”.

Ama rakibinizi alt etmek için gizli dinlemeler, fotomontajlar, montaj veya yapma kasetler, gizli dinlemeler, belden aşağı vurmalar devreye girerse bunun adına ne denir?

Üstelik bunu yapanlar kendilerini bir dine, bir dinî gruba, bir cemaate, bir davaya nisbet ediyorlarsa… Böyle şeyler bir dine hizmet adına, davet adına, hele hele cihat adına yapıldığı iddia ediliyorsa; buna koyacak isim bulamayız.

Bu durumda;

Neredesin ey insaf ve merhamet!

Neredesim ey mürüvvet!

Neredesin ey sorumluluk bilinci!

Neredesiniz ey insanî değerler!

Diye haykırmak gerek…

 

Hüseyin K. Ece

24.02.2014

Zaandam