Allah (cc) tarafından insanlığın iki dünya mutluluğu için gönderilen İslâm’ın herkesi sulh ve selâmete davet ettiğini, ya da bu dine inananların kendi hayatlarını ve çevrelerini  barış ve huzur ortamı yapmalarını emrettiğini söyleyebiliriz. Bu dinin kaynaklarına baktığımız zaman bu ilkeyi, bu müstesna hedefi görürüz.

Ancak ne yazık ki ilk dönemlerden beri bu dine yapılan eklemelerde, mezhep, meşrep, grup, cemaat, tarikat ve ülke eksenli algılarda İslâmın bu barış ve huzur çağrısı başka şeylerle yer değişmiştir.  İnzal edilen (indirilen) din insanlara sulh ve selâmeti sunarken, uydurulan (bid’at) din bunun tersi bir anlayışı icat etmiştir.  Bugün özellikle cihad, gayri müslimlerle ilişkiler, komşuluk ilişkileri, kabile, vatan ve millet anlayışlarında sorun olduğunu, bu gibi konularda müslümanların tasavvurlarını indirilen dinin değil, içinde bulunulan, bağlı olunan yapıların, bir anlamda uydurulan dinin inşa ettiğine şâhit oluyoruz.

Halbuki insan Allah’ın indirdiği dine karşı sorumludur. İnsanlar tarafından şekil verilmiş, ilke ve prensipleri belirlenmiş dünya görüşleri, din algıları, yorumlar -eğer İslâmın kaynaklarına uymuyorsa- müslümanlar için bağlayıcı değildir.  

Bu bağlamda bazı sorular sorup cevaplarını aramak durumundayız.

Esefle görüyoruz ki bazıları İslâm ile kavgayı, şiddeti, savaşı, hoşgörüsüzlüğü yanyana görmek istiyorlar, ya da müslümanların yanlışlarını İslâma fatura ediyorlar.

Sulhu ve salahı, insanlara fayda verecek şeyleri, yani “maslahatı” öngören fitne ve fesadı, yani “mefsedet” olan şeylerin azalmasını emreden İslâm neden anlaşmazlık, terör ve kaos ile birlikte anılmaya başlandı?

Allah’a, insanlara ve varlıklara ait hakları tanıyan, bu hakları korumayı imanî bir görev olarak tanımlayan İslâm nasıl oldu da hak ihlallari ile birlikte anılır oldu?

İman edenleri yaşadığı beldeleri ‘dârusselâm’ yani barış ve güvenlik veya esenlik yurdu yapmaya davet eden İslâm nasıl oldu da kendisine inandığını iddia edenler için huzursuzluk, güvensizlik ve korku ülkeleri haline geldi?

İslâmın bizzat kendisi barış ve barışın teminat olduğu halde neden son yıllarda bütün dünyada terör ile birlikte akla geliyor? Merhamet, adalet ve insafın medarı olan İslâm nasıl oldu da hoşgörüsüzlüğün, acımasızlığın yanına konuldu?

Biz buna ‘inanılır gibi değil ama bir gerçek’ diyoruz. Zira bir din ki adı bile barışı, selâmeti, selâmı içinde barındırıyorken,  bütün ilkeleriyle insanın kendisiyle, çevresiyle barış içinde yaşamasını hedefine koymuşken, nasıl oluyor da bu kadar yanlış anlaşılabiliyor?

Bir din, bırakın başkasını haksız yere öldürmeyi; başkasını  silahla korkutmayı, tehdit etmeyi, başkasının hakkına tecavüz etmeyi, hattta incitmeyi, aleyhine olumsuz konuşmayı (gıybeti) dahi haram sayıyor. Bir din ki, insanların her türlü haklarına saygı göstermeyi ibadet, herkesin hak ettiğini vermeyi adalet, insanların haklarına saldırıyı da kul hakkı sayıp en büyük günah kabul ediyor. Bir din ki, çekişme ve savaşı değil sulhu ve selâmeti (barış ve güvenliği),  düşmanlığı değil kardeşliği, sömürmeyi değil yardımlaşmayı, insanları öldürmeyi değil diriltmeyi hedef alıyor. Nasıl oluyor da bu dine taraftar olanlar bile yukarıdaki iddiaların yanlış olduğunu anlatamıyorlar?

Sorular uzatılabilir.

Bütün bunlara kimler sebep oldu?

Evet; baltada suç var. Ama sapta hiç suç yok mu? Kalplerinde İslâma ve müslümanlara karşı insaflı olmayanlar, onlar hakkında yanlış düşünebilirler. Tamam da, müslümanlar dinleri hakkında dışarıya nasıl bir mesaj veriyorlar? Dinlerini nasıl temsil ediyorlar? Sormaya değer.

İslâm insanların barış ve huzur içinde, herkesin hakkına saygı göstererek, iyilik etmeyi ilke edinerek, başkasını da hesaba katmayı, kendisi için istediğini başkası için de isteyerek, hayatlarını, çevrelerini küçük cennetlere benzeterek yaşamalarını ister. Kendi elleriyle evlerini ve çevrelerini cehenneme çevirmelerini istemez.

İslâm bunun ölçü ve ilkelerini koymuş, sınırlarını çizmiş ve bu hedefi müslümanlara imanî bir görev olarak farz kılmıştır. Bu hedeften ayrılanlar kulluk görevi açısından hatalıdırlar, yanlıştadırlar. Bulundukları yerde fitneye, fesada, kaosa, kavgaya, şiddete, terörer, savaşa ve yıkıma sebep olanlar, demek ki inandıkları dinin ilkeleriyle değil, yani Allah’ın indirdikleri ile değil, hevâ’ları ile, yani yanlış görüşleriyle hareket ediyorlar demektir. Ya da uydurulan dinden etkileniyorlar.

İslâm barış ve selâmet, huzur ve mutluluk dinidir. Saadetin diğer adıdır. Ve insanları barışa, huzura, dünya ve ahiret mutluluğuna-dareyn saadetine davet ediyor.

İslâmın hedefi toplumda rahatsızlık değil huzur, fesat değil ıslah, karışıklık değil güvenlik, hasımlık değil kardeşlik, yabanîlik değil komşuluk, çıkara dayalı bir ilişki değil hakkı-hukuku ve hayr’ı önceleyen bir anlayıştır.

Biz, İslâmın insanları barışa çağırdığını iddia ediyoruz. Nasıl mı?  

 

  • İslâmın bir anlamı da barıştır

‘İslâm’ kelimesinin aslı Arapça’da, ‘se-li-me’ fiilinin masdarı ‘selâm/selâmet, islâm’ şeklinde gelir. Bu da kurtuluş, tehlikeden, dış ve iç afetlerden uzak olma manasındadır.[1]

‘se-li-me’ fiili ve onun türevlerinde; barış, teslim olma, güvende olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, selâmet-kurtuluş ve güvenlik, gönül rızası ile teslim olmak manaları vardır.

Bundan türeyen ‘selâm’, emin olmak, güvenlik içinde olmak, barış ve esenlik içerisinde olmak, ‘silm’ ise barış demektir.

‘İslâm’ kelimesi, inanmanın da ötesinde teslimiyeti, barış ve güvenliği de beraberinde getiren son derece kapsamlı bir kelimedir. Bütün organlarıyla Allah’a teslim olmuş birisi hem imanın emniyetine, hem de İslâmın getirdiği ‘silm’e (barışa) girmiş demektir. Çünkü İslam kendine hakkıyla teslim olana silm’i ve selâm’ı, barışı ve selâmeti söz veriyor.

Müslüman olan kimse, bir taraftan Allah’a teslim olmakta, bu teslimiyetiyle yalnızca O’na boyun eğmekte; bir taraftan da gerçek ‘selâm’a (barışa) ve güvenliğe kavuşmaktadır.

İslâm, yalnızca inanç değil, aynı zamanda dünya hayatının barışı ve güvenliği için de bir yoldur.

İslâm, evrendeki bütün varlıkların uyduğu, teslim olduğu ve insanın da isteyerek uyması istenen ‘hayat’tır, yaşama biçimidir. Evrendeki bütün varlıkların hayatı ‘İslâm’dır. Yani bütün varlıklar evrenin Sahibine, yani O’nun kendileri için koyduğu kurallara teslim olmuşlardır. Bunun sonucu olarak barış ve güvenlik içerisinde hayatlarını devam ettiriyorlar. (Âli İmran 3/83)

İnsanlar da İslâmı kendilerine hayat yaparlarsa, aynı sonucu elde ederler. Böylesine Allah’a teslim olmuş insanlardan kurulu toplum da ‘selâm’ toplumudur, barış ve güvenliğe kavuşmuş toplumdur. Onların yaşadıkları yerler o zaman ‘darü’s selâm/İslâm-barış ve esenlik yurdu’ olur.

 

  • Selâm vermek barışa çağrı çağrıdır

İslâmda selâm vermek bir anlamda karşıdakine barış çağrısıdır. 

‘Selâm’ın aslı da ‘se-li-me’ fiilidir.[2]  

Selâm, insanlar hakkında kullanıldığında, ‘selâm vermeyi’, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade eder.

Araplar İslâmdan önce ‘selâmün aleyküm’ şeklinde selâmlaşırlardı. Bu da onların aralarındaki barışın, tehlikesizliğin, güvenin bir alâmeti gibiydi. Sanki ‘burada savaş yok, tehlike  yok (rahat ol)” demiş olurlardı. İslâm geldikten sonra bunu aynen benimsedi.[3]

Müslümanlar muhataplarına ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler.  Dinde bir şeyi yapmak mükellef (yükümlü) olan müslümana emrediliyorsa o farz anlamında vaciptir.  (Nisa 4/86. Nûr 24/61. Bir benzeri: Nûr 24/27)

Selâm, insanlar arasındaki güveni, kardeşliği pekiştirir, insanların birbirine iyi dileklerini sunmalarını sağlar. Onları barışa, esenliğe, selâmette olmaya, karşıdakine güven vermeye bir çağrıdır. 

Birisine “selâmün aleyküm“ veya „es-selâmü aleyküm“ diyen bir kimse, „selâm senin üzerine olsun, selâm üzere olasın, selâmette olasın, benden salim ol (benden sana zarar gelmez)“ demiş olur. Selâm verenler böylece kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini diğer kimseler için de isterler.

es-Selâm olan Allah (cc), İslâm ile insanları selâmet yollarına iletiyor. Bununla dünyada ‘es-silm’e yani barışa’ veya selâm’a-barışa ve esenliğe’ (Bekara 2/208. Nisa 4/90, 91) davet ediyor.

 

  • İslam insanları dâru’s-selâm’a (esenlik yurduna) davet ediyor

Siz buna barış ve güvenlik beldesi de diyebilirsiniz.

Bu şu demektir: İslâm insanların önce kendi evlerini , sonra da yaşadıkları beldeleri

huzur, güvenlik, barış ve mutluluk yurdu yapmalarını istiyor.  Huzur ve güveni sarsacak, toplumsal barışı ve emniyeti tehlikeye atacak bütün faaliyetleri yasaklıyor.

Dâru’s-selâm nedir? Selâm yurdu, esenlik ve güven yurdu demektir.

Allah (cc), bütün insanları bu ‘selâm yurduna’ davet ediyor.

(Bilin ki) Allah, (insanı) huzur ve güvenlik ortamına (daru’s-selâm’a) çağırmakta ve dileyeni dosdoğru bir yola yöneltmektedir.” (Yûnus 10/25-26)

Bu âyet, sadece öte dünyada değil bu dünyada da insanın kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle barışık yaşadığı bir ortamın oluşturulmasına çağrıdır.[4]

İnsan korkulardan, endişelerden, tehlikelerden emin olmak ister. Güvenlik ister, huzur ister, selâmet ister. Bunu sağlayacak arayışlara yönelir. Kendisine huzur verecek hayat biçimine seçer. Kendisine güven vereceğini tahmin ettiği güçlere sığınır. Hatta gerekirse güvende olabileceği beldelere göç eder. İslâm insanları bu manada mutlak huzura, mutlak esenliğe, mutlak güvene ve saadete davet ediyor. Bunun bu dünyada da olması mümkündür.

Dâru's-selâm terimi sadece öte dünyadaki nihaî esenlik ortamını değil, fakat aynı zamanda gerçek müslümanın bu dünyadaki ruh durumunu, yani onun Allah'la, tabii çevresiyle ve kendisiyle barış ve bağdaşık bir şekilde huzurlu, güvenli ruh durumunu da ifade etmektedir.”[5]    

Unutmamak gerekir ki İslâm, bazılarının diğerlerine hayatı zindan etmek için uydurdukları bir inanç, bir fikir veya yol değil,  hayatı minyatür bir cennete, esenlik ve barış beldesine (dârus’selâma) çevirmek için Allah tarafından gönderilmiş bir ilâhi hayat kılavuzudur.

Esasen müslümanlar böyle bir toplumu oluşturmalı. Ya da içinde yaşadıkları toplumdaki huzura, güvene ve insan haklarına katkıda bulunmalı, bu konudaki çabalara yardımcı olmalıdırlar. Hangi ülkede yaşarsa yaşasınlar.

 

  • Allah’a saygı kullara şefkat barışa bir davettir

İslâm nedir ve hedefleri nelerdir sorulsa pek çok cevap verilebilir.

İslâm kısaca “Allah’a saygı, O’nun kullarına şefkat göstermektir” dense yanlış olmaz. Ya

da İslâmın hedeflerinden biri de isanların Allah’a saygılı ve sorumlu davranmalarını, Allah’ın yarattıklarına da merhamet etmelerini sağlamaktır.

Rahmet/merhamet üzerine titremek, sevgi göstermek, yardım etmek, merhamete muhtaç birine ihsanda (iyilikte) bulunmak, ona acımak ve şefkat göstermek gibi anlamlara gelir. Merhamet, sıradan bir acıma duygusu değil, bununla birlikte diğerinin ihtiyacını bilip onu karşılamak, ona elinden geldiği kadar iyilik etmektir.  

Yaratılmışların hepsine sevgi ve şefkatle yaklaşma, onlara iyilikte bulunma, onları koruma ve kurtarma merhamet duygusundan kaynaklanır.  Siz bu duyguya vicdan da diyebilirsiniz.  

Merhametli olanlar, yani vicdanlı olanlar adaleti yerine getirirler, insanlara ve yaratıklara haklarını verirler. Onlar; zayıflara acırlar, düşkünlerin elinden tutarlar, hak arayanlara yardımcı olurlar, ekmeklerini başkalarıyla bölüşürler.

Ama katı yürekli merhametsiz/vicdansızlar böyle değildir. Onlar her şeyi kendileri için isterler. Kendi çıkarları için başkalarına zarar vermekten çekinmezler, tabiatı tahrip ederler, toplumun huzurunu bozarlar, başkalarının hakkını yerler, insanlara saygı duymazlar. Kur’an’ın deyişi ile karada ve denizde fesat çıkarırlar. (Rûm 30/41) Onlar; aşağılık çıkarları için bütün dünyayı başkaları için yaşanmaz hale getirebilirler. Kendi keyifleri için başkalarını rahatsız etmekten çekinmezler.

Merhamet duygusu, insan haklarının, güzel ahlâkın, insanlararası güzel ilişkilerin en önemli teminatıdır. Bu da İslamın mü’minlere tavsiyesidir.

 

  • “İnsanların en hayırlısı olmak” barışa katkıdır

Peygamber (sav) müslümanlara insanların en hayırlısı olmalarını tavsiye ediyor.

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”[6]

Bunu tersinden düşünecek olursak “İnsanların en hayırsızı/kötüsü kimdir?” sorusuna;

“İnsanlara bir şekilde zarar verendir” diyebiliriz.

Bu sözün sahibine peygamber olarak uyan müslümanların iyi insan olmak için başkalarına hep faydalı olmaları gerekmez mi? İnsanlığın hayrına çalışmaları gerekmez mi? Elleriyle ve dilleriyle kimseye zarar vermemeleri gerekmez mi?

Muhammed (sav) iyi müslümanı da şöyle tarif ediyor: “Müslüman, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir.”[7]

Bir kimse insanlara faydalı olmıyorsa hiç olmazsa onlara zarar vermemesi de sadakadır. [8]

İnsanların hayrını düşünen, onlara hayırlı olmaya çalışan da onların muhtaç olduğu barış ve huzura katkıda bulunuyor demektir.

 

  • Kul/insan hakkı saygı barışın teminatıdır

İslâmın en fazla üzerinde durduğu konulardan biri de hak’lardır. Hak; sabit, gerçek,

ortada ve başkasına ait olan şeydir. Hak gerçekliği ifade ettiği gibi, her yaratığa ait değerleri de ifade eder. Hayvan olsun, insan olsun; her mahlûkun (yaratılmışın) öyle veya böyle hakkı vardır.

İslâm insanların haklarına ‘kul hakkı’ diyor ve bunun üzerinde titizlikle duruyor.

İslâm, kendisini din ve yaşama biçimi olarak seçen müslümanlardan öncelikle Allah’ın haklarına saygı gösterilmesini ister.  Mü’minin ikinci görevi mahlûkatın haklarına saygıdır. Bu saygı da yaratılmışlara merhamet etmek, âdil davranmak, kimsenin hakkını yememektir.

Allah’a saygı duyan O’nunla ilgili her şeye de saygılı davranır. Böyleleri yaratılanların Allah’la olan ilişkisini bilirler. Yaratıkların, Yaratan tarafından bahşedilmiş hakları olduğunun farkında olurlar ve onları ellerinden geldiği kadar korurlar.

Yaratılanı Yaratandan’dan dolayı sevmek/hoş görmek bu olsa gerek.

Buna göre, hakların kaynağı Allah’ın koydugu ölçüler olduğu gibi, haklara saygının veya onları yerine getirmenin sebebi ve gerekçesi de Allah’a saygıdır.

Kul/insan haklarının çiğnenmesi, ihlâl edilmesi büyük bir hatadır. Allah’ın bütün günahları affetmesi mümkün iken (Nisa 4/48, 116) kul hakkının affı çok zordur

Bir hadise göre kul hakları diğer haklardan farklı, günahı diğerlerinden farklı boyuttadır ve farklı işlem görecektir. [9]  (Ayrıca bakınız: İbrahim 14/41)

Birisi başkasını bile bile aldatıyorsa, onun malını ve değerlerini izinsiz, yani hırsızlama ele geçiriyorsa, ona gücü yettiği yerde işkence ediyorsa, onu sömürüp sırtından geçiniyorsa, kendi çıkarı için başkalarını çok çok zarar uğratıyorsa, onu öldürecek kadar vahşileşiyorsa; böyle birinin insana/insaniyete değer verdiğini kim söyleyebilir?

Kim olursa olsun, nerde yaşarsa yaşasın müslümana İslâm bunları yapmamasını emrediyor. Kul hakkı açısından müslüman gayr-i muslim farketmez. Hiç bir müslüman, başka ülkelerde, yerlerde bir takım hileli yollarla, yanlış fetvalarla başkasının hakkını elinden alamaz.

Ben müslümanım diyen bir kimse, inandığı dinin hükümleri/ölçüleri bu kadar açık iken, başkasına zarar vermeyi, rahatsız etmeyi, işkence  ve baskı uygulamayı, hele hele öldürmeyi  caiz (meşru’) göremez. Görüyorsa, bu onun kendi yanlış görüşüdür. Allah’ın dini İslâmı bağlamaz.

İnsan/kul haklarına riayet etmek, barışın, huzurun ve insanî ilişkilerin en önemli imkanıdır.

 

  • İyilik ve takva alanında yarış

İslâm insanları kişisel ve sosyal hayatlarını zindana değil, minyatür bir cennete çevirme çabası iyilikte yarış yapmakla mümkün olur.

Kur’ an müslümanlara iyilik ve takva, yani sorumlu davranma ve iyilik etme konusunda

işbirliğine çağırıyor. Düşmanlık yapma, kin ve nefret duyma, kavga etme, zarar verme, suç ve cinayet işleme, kötülük ve haksızlık yapma konularında işbirliğini, yardımlaşmayı yasaklıyor.

Şu âyetin hükmü çok açık: “ ... Sizi Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlara karşı öfkeniz, saldırganlık yapmanıza yol açmasın. Erdemi (iyiligi) ve ilahî sorumluluk bilincini geliştirmede birbirinizle yardımlaşın, kötülüğü ve düşmanlığı artırmada değil. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun (takvalı davranın)...”  (Mâide 5/2)

Bu şu demektir: Ey iman müslüman olduğunu söyleyenler! Siz inandığınız Allah’ın emrine uyarak elinizden geldiği kadar iyilik yapın, insanlara iyi davranın, her yerde sorumluluğunuzun bilincinde olun, insan/kul olduğunuzu unutmayın. Başkalarıyla da iyilik etme, hayır üretme ve sorumlu davranma konularında yardımlaşın, bu konuda birbirinizi destekleyin.

Dahası öncelikle kendiniz kimseye kötülük yapmayın, zarar vermeyin, düşmanlık  beslemeyin, kin ve nefrete duygularına kapılmayın, fitne ve fesada düşmeyin.  Sonra da kim olursa olsun -kardeşiniz bile olsa- böyle yapanlara destek olmayın, onlarla kötülük ve zulüm işlerinde yardımlaşmayın.”

Bu âyetin Hudeybiye’ de müslümanların Mekke’ye gidip umre yapmalarına engel olan Mekkeliler hakkında indiği söyleniyor. Ancak getirdiği hüküm geneldir ve bütün müslümanları bağlar.[10] 

Hudeybiye’den umre yapmadan geri dönen sahabelerin psikolojik durumunu, öfkelerini, hayıflanmalarını tahmin etmek zor değil. Ama Kur’an onları frenliyor. “Aman ha, öfkeniz size yanlış yaptırmasın, hakkaniyetten, iyilikten, adaletle iş yapmaktan alıkoymasın. (Mâide 5/8)

Çünk siz hak dine inanan insanlarsınız. Siz hevânıza; yani keyfinize uyarak, işinize geldiği gibi değil, Allah’ın koyduğu ölçülerle hareket edersiniz. Çünkü siz müslümansınız.”

Görüldüğü gibi Kur’an pek çok yerde olduğu gibi bu âyette de iman edenleri iyiliği, sorumlu davranmaya, olumlu adımlar atmaya yönlendiriyor, kötülük yapmaktan, kötülere destek olmaktan, kin ve düşmanlıktan sakındırıyor.

Bundan daha güzel barış çağrısı olur mu? 

 

  • İhsan ahlâkı barışa ve kardeşliğe çağrıdır

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı (ihsanı), yakınlara karşı cömert olmayı emredip utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı ve azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size (böyle tekrar tekrar) öğüt veriyor ki, böylece (bütün bunları) belki aklınızda tutarsınız.” (Nahl 16/90)

Kişinin değeri/seviyesi/kalitesi bilip yaptıkları kadardır. Kişi bir şeyi doğru bilip yapar. Yaptığı şey sonuçta onun seviyesidir, onun kalitesidir.  İnsanlar birbirine iyi veya kötü diyebilirler. Bu, onların bilgileri ve bakış açılarıyla sınırlıdır.  Herkes bulunduğu yerden bakar, kendisine göre değerlendirir.

Kur’an iyi insanlara ‘muhsin’ diyor. Sonra onların nasıl olduklarını, ya da muhsin olmanın ipuçlarını veriyor. Muhsinleri müjdeliyor, onure ediyor, övüyor.  (Mesela; Nisâ 4/125)

Din dilinde ihsan; bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri fade eder. Muhsinde ihsan eden, ihsan ahlâkına sahip olan demektir.  İhsan ahlâkı; güzel, uygun, doğru olan şeyleri en güzel şekilde yapmak demektir.   

Muhsin kimdir? Cevap:  İyilik yapmayı ve güzel davranmayı ilke ve kişilik haline getirendir. Muhsinler, hayatlarının her alanında güzellik üretirler, iyilik yapmakta sebat ederler.

Müslüman yalnızca ibadetlerinde değil, bütün davranışlarında ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. Bir hadiste Peygamber (sav) hayvan boğazlerken bile ‘ihsan’ ile boğazlanmasını tavsiye ediyor.[11]

Peygamber’in (sav) şöyle diyor: “Allah (cc), sizden birinizin yaptığı işi (ameli veya görevi)  sağlam ve güzel yapmasını sever.”[12]

Bu da ihsan ahlâkından başka bir şey değildir. Müslüman ihsan ahlâkıyla da barış ve huzur eri olduğunu gösterir.

Müslüman, ahirete inanmayanlar gibi olamaz. Allah’ın uygun gördüğü muhteşem ‘muhsin’ sıfatını kazanmak isteyen bir müslüman, kim ne derse desin, kim hangi kötülüğü, kabalığı, ayrımcılığı, ırkçılığı, hasımlığı, hainliği, kirliliği yapsa bile, o iyi davranmaya, güzellik üretmeye, hakkaniyetle hareket etmeye devam eder.

İslâmın müslümanlara emrettiği ihsan ahlâkı hem ailede, hem toplumsal hayatta huzurun, birlikte yaşamanın, haklara saygı göstermenin, başkalarını kendisine tercih etmenin bir başka  anahtarıdır. Bütün bunlar da barışa ve güvene bir çağrıdır.

 

  • Bir insana hayat vermek anlayışı barışa davettir

Kur’an şöyle diyor: “…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur...”  (Mâide 5/32)

Allah (cc), ilk insandan beri insan hayatının dokunulmaz ve değerli olduğunu bildirmiş, bir canı korumayı üstün bir fazilet, haksız yere cana kıymayı ise büyük bir cinayet saymıştır.[13]

Bir insanı hangi sebeple olursa olsun haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Bir insanın hayatını kurtarmak, onun yaşamasına yardımcı olmak, insanların daha iyi şartlarda yaşaması için çaba göstermek bütün insanlara hayat vermek gibi bir eylemdir.[14]

Haksız yere bir kimseye kin ve düşmanlık beslemek, nefret etmek, hakaret edip aşağılamak, özelde Allah’ın emeğine saygısızlık, genelde insan varlığına hürmet etmemektir.

Bir cana kıymak hayatın özüne, hayatı var eden Kaynağa saldırmaktır. Hayatın kutsallığına inanmamak, haddi olmayan bir konuda hevâsına (kendi yanlış görüşüne) uyup haksız karar almak, bir diğer açıdan Allah’tan rol çalmaya kalkışmaktır.

Bunun tersi bir cinayete engel olmak, hayatın devamını sağlamak, insan hayatını tehlikeye atabilecek her türlü işlerden uzak olmak ise bütün bir insanlığa hizmet, hayatın özünü savunmaktır. Zira bir insan bütün insanlığı temsil eder.

Müslüman olduğunu söyleyen biri Kur’an’ın bu ölçülerine uyar, haksız yere cana kıymaya kalkışmaz, zalimler hariç hiç kimseye düşmanlık besleyip kin duymaz. (Bekara 2/193)

 

  • Emin olmak barışın ve güvenin kendisidir

İman'ın filolojik açıdan iki anlamı olduğunu hatırlayalım: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. Mü’min, iman ettiği esasların gerçek oluşundan, Allah’tan ve O’nun va’dlerinden güven içindedir. O bu imandan aldığı bilinçle çevresine güven veren, her açıdan, her alanda kendisinde güven duyulan insandır. Bu konuda onun örneği cahiliyye döneminde bile güzel ahlâk sahibi ve güvenilir olduğu için el-Emin sıfatını kzanan hz. Muhammed’tir.

İman, insanı emin yapıp emanetleri hakkıyla taşımasını sağlamak için vardır. Bir müslüman imanının gereğini yapmak üzere emin (güvenilir) olmalıdır. Kendisine  emanet edilen her şeyi gözü gibi korumalı, emanete ihanet etmemeli. Emanete hıyanet münafıklık alametidir.[15] İnsana verilen her şey; mallar, evlat, görevler, komşular, vatan, toplumsal ahenk ve sorumluluklar, insan hakları, adalet, kulluk yapmak v.b. emanet olduğuna göre, bunları ancak emin (güvenilir) kimseler taşıyabilir, hakkıyla yerine getirebilir.

Mü’min, diğer insanların onun elinden ve dilinden emin olduğu, kimseye zarar vermeyen, herkesin ve her şeyin hakkını veren, kendisine her konuda güven duyulan kimsedir.[16]

Gerçek mü’min kendisi için isteyip arzu ettiği şeyi diğer insanlar için de isteyip arzu eder.[17] Gerçek müslüman bu açıdan yeryüzünün huzur ve adaleti için bir direk, bir teminat olmalı diyoruz. İnsanlar onun hakkında emniyettedir. Ondan gelebilecek zarar konusunda korkuları gitmiş, yerine güven gelmiştir. Emîn insana mal da teslim edilir, can da. Mülk de teslim edilir, devlet de. Zira emîn insan dürüstlüğü madde ile değiştirmez.

Görüldüğü gibi İslâm iman edenleri ‘emin-güvenilir’ olmaya davet ediyor. Bu da barışa, huzura, insan haklarına saygıya, adalete, haksızlık ve zulüm yapmamaya bir çağrıdır.

 

  • Sonuç yerine

İslâm insan ilişkilerinde bunlarla birlikte hak, sadakât ve adalet anlayışını esas alır.

Müslümanın ölçüsü haktır, hakkaniyettir; çıkar, tarafgirlik ve sakala göre tarak vurmak değildir. O iman sözüne sâdık kaldığı gibi, ahdine vefa gösterir, sözünde durur, anlaşmalarına uyar, hainlik etmez, kimseyi arkadan vurmaz. O hayatının her alanında adaletten, hakkı yerine koymaktan, herkesin hakkını gözetmekten, haksızlık yapmaktan ve her ne şekilde zarar vermekten uzak durur.

Kur’an müslümanları savaş durumunda bile haddi aşmaktan, haksızlık etmekten sakındırıyor. (Bakınız: Bekara 2/191-194. Hacc 22/41)

Bütün bunlar barış, huzur ve güvenin sağlanmasında en önemli etkenlerdir.

İslâm öncelikle müslümanları, sonra bütün insanları bu barış anlayışına, huzur

iklimine, bu mutluluk sağlayan tavra/ahlâka davet ediyor.

Bu noktada her müslüman kendi konumunu gözden geçirmeli. Bugün İslâma yaftalanmaya çalışılan kötü imaj konusunda benim bir hatam var mı, acaba bunu nasıl düzeltebilirim, acaba indirlen dine mi, uydurulan dine mi uyuyorum diye düşünmeli.

 

Hüseyin K. Ece

23.08.2015

Zaandam-Hollanda

 

[1] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, Dâru Ve Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut Thr. 7/240

[2] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, Beyan Yay. İstanbul 2012, s: 299 ve 603

[3] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/241

[4] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yay. İstanbul 2008, 1/376.

[5] M. Esed Kur’an Mesajı, İşaret Yay. İstanbul 1996, 1/398

[6] Buhârî, Meğâzi/35 no: 4141. Feyzu’l-Kadîr 3/481

[7] Buhârî, İman/4-5 no: 9-10, Rikak/26 6484. Müslim, İman/64, 65 no: 161-162. Ebu Dâvûd, Cihad/2 no:2481. Tirmizî, Kıyâmet/52 no: 2502, İman/12 no: 2627. Nesâî, İman/8-9,11 no: 4998-4999, 5002

[8] Buhârî, Zekât/30 no:1445, Edeb/33 no: 6022

[9] Buhârî, Rikâk/48 no: 6534, Bir Benzeri: Buhârî, Mezâlim/10 no: 2249

[10] Esed, M. Kur’an Mesaji, 1/183

[11] Müslim, Sayd/57 no: 1955. İbnu Mâce, Zebâih/3 no: 3170. Ebu Dâvûd, Edahî/12 no: 2815. Tirmizî, Diyât/14 no: 1409. Nesâî, Zahâyâ/22

[12]Taberânî, El-Mu’cemü’l-Evsat, I, 275. Beyhâkî, Şuabü’l-Îmân, 4/334. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2/286-287

[13]Heyet, Kur’an Yolu, 2/206

[14]Mevdûdî, Tefhimu’l-Kuran, İnsan Yay. İstanbul thr. 1/477

[15] Bakınız: Buhârî, İman/24. Müslim, İman/107-108 no: 59. Ebu Davûd, no: 4688

[16] Müslim, İman/64-66 no: 40-42. Buhârî, İman/4-5

[17] Müslim, İman/71-72 no:45

 

Hüseyin K. Ece

Kur'ani Hayat Dergisi, Eylül-Ekim 2015 Sayı: 43