(Ya da Nisâ 58. âyeti çerçevesinde ehliyet ve liyâkat)

 Allah (cc) şöyle buyuruyor:

Hiç şüphe yok ki Allah (cc), size emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah (cc) size öğüt veriyor! Doğrusu Allah işitendir, görendir.” (Nisâ 4:58)

Bu âyette hukuk ve ahlâkın en önemli iki kavramı olan ‘emânet’ ve ‘adâlet’ birlikte geçmektedir. Bu ilkeler insanların günlük davranışlarında söz konusu olduğu gibi, toplumların yönetimi ve hukuki konularda da geçerlidir.

Önce bu âyette geçen emânet ve adalet, ehliyet ve liyâkat kavramlarını açıklayalım. Sonra da bu dört kavram arasındaki bağlantıya, emâneti ehline vermenin adaleti gerçekleştirme açısından önemine değinelim.

-Emânet;

İslâm literatüründe emânet oldukça geniş kapsamlı bir kavramdır. Bunun kökü sözlükte; güvenmek, korku ve endişeden emin olmak, ruhun sükûnet bulması anlamına gelen ‘emn’ kelimesidir.

Aynı kökten gelen ‘iman’; inanma, Allah’ın gönderdiği inanç ilkelerinin doğru olduğundan emin olma, ‘mü’min’ iman eden demektir.[1]

Kur’an’da ‘emânet’ kelimesi iki âyette tekil, dört âyette çoğul olarak geçiyor.

‘Emânet’ öncelikle insanın güvenilir olmasını anlatır. Bu açıdan emânet, maddî olsun manevî olsun, bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır.

‘Emânet’ olayında iki taraf söz konusudur. Birisi, kendisine güvenilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf. 

Kur’an’da geçen ‘emânet’ kavramı âlimler tarafından farklı şekillerde açıklandı.   Bekara 2:283te geçen “kendisine güvenilen kişi, emâneti sahibine versin” ifadesi, dar anlamdaki emânet, yani “bir kimseye koruması için bırakılan şey” manasına geldiği gibi, sahip olunan ve kişiye geçici olarak verilmiş malî, ruhî ve diğer imkanlar anlamını da kapsamaktadır. Bu anlam şu âyette de var:

“Gerçek şu ki, Biz ‘emânet’i göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar...” (Ahzab 33:72)

Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındıkları ‘emânet’i yorumcular; Tevhid kelimesi ve gereği, kulluk veya Allah’a itaat, İslâm’ın insanlara teklifleri[2], ruhî ve bedenî kabiliyetler, hak din ve onun yüklediği görevler, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adâleti yerine getirme, doğruluk (emin olma), Allah’ın hükümleriyle amel etmek, yani emânetin bütün çeşitleri[3], insana sunulan yükümlülükleri taşıma özelliği kazandıran akıl[4] olarak yorumladılar.

‘Emânet’, kişinin bulunduğu yere, imkanlara, yetkilere göre bir anlamda sorumluluktur. Üzerine aldığı görevdir. Bir başkasının kendisine koruması için bıraktığı bir şeydir. Başkasına verilmesi istenmeyen eşyadır, sözdür veya sırdır.

İnsana düşen görev, öncelikli olarak Rabbinden gelen ‘emânet’i korumak, gereğini yapmak, ona ihanet etmemektir. Zira insana verilen her şey emânettir. Kişi bu emânetlerin hesabını vermeden âhirette hesaptan kurtulamaz.[5] Sonra kendine karşı, sonra da diğer insanlara karşı ‘emin-güvenilir’ olmak. Yani her türlü emâneti taşıyabilecek bir özellikte olması gerekir.

Fıkıhta ‘emânet’, “hem belli tür akid ve hukukî işlemlerin ve buna bağlı olarak tarafların eminliğinin hukukî niteliğini, hem de meşrû bir sebebe dayalı olarak kullanma, işleme ve koruma sorumluluğuyla bir kimsenin yanında bulunan başkasına ait malın hukukî konumunu ifade eden bir terimdir.”[6] Bu açıdan emânet hem bir kabiliyeti, hem de o emâneti yüklenmeyi sağlayan ehliyeti (yetkiyi-beceriyi) gerekli kılar. (Bkz: Nisâ 4:58)[7]

Ahlâk açısındanda emânet’in geniş bir çerçevesi vardır. Mü’minler, imanlarından aldıkları şuurla, hayatlarının her safhasında emânetlere riayet ederler. Zaten ‘emânet’i korumak mü’minlerin özelliklerindendir. (Mü’minûn 23:8. Meâric 70:32)

Geri alınmak üzere bir süreliğine birine bırakılan şeye ‘vedia’ denir. Ancak emânet ondan daha kapsamlıdır. İman ve dinî yükümlülüklerde, hukukta, iş hayatında ve sosyal hayatta, yönetimin her kademesinde, mal ve servet alanında, eğitimde, beden ve ruh sağlığı ve imkanlarında dinî ve ahlâkî ilkeleri/ölçüleri kapsar.

Allah’ın Elçisi (sav) bütün bu alanlardaki ‘emânet’ ahlâkına dikkat çekti. Emânet yerine getirilmezse, kıyâmeti beklemek gerek.[8] Emânete hıyanet etmek münafıkların özelliğidir.[9] Gerçek mü’min emânete hiyanet etmez.[10] Rasûlüllah şöyle tavsiye etti: “Sana emânet edilen şeyi sahibine teslim et. Sana hıyanetlik edene sen hainlik yapma.”[11]

‘Emânet’e riayet toplumsal barışın ve güvenin en önemli garantisidir. Emânet ahlâkının yok olması veya azalması toplumsal felakettir.

-Adâlet

‘Adâlet’ kelimesini kökü ‘a-de-le’ fiilidir. Bu da düzeltmek, eğri bir yoldan doğru bir yola yönelmek, eşit ve muâdil olmak, dengede tutmak, dengelemek, tartmak gibi anlamlara gelir.[12]

‘Adl, “bir şeyin bir başka şeye eşit ve eşdeğer olma hâlini” ifade eder. (Bekara 2:123)

Aynı kökten gelen ‘âdil’; adâlet sahibi, hükmü adâletle yerine getiren, ölçülü davranan, hakkı yerinde ikame eden, tartıda ve ölçekte eşit olan, 

‘ta’dîl’; hükmü hakkaniyetle vermek,  birinin âdil olduğuna şâhitlik etmek, düzgün yapmak, tesviye etmek gibi anlamlara gelir.[13]

Adâlet, Kur'ân’da ve hadisler­de genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğ­ru yolu izleme, takvaya yönelme, dü­rüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kul­lanılmıştır.[14]

‘Adâlet’, bir başka deyişle, sapmazlık, kesin doğru ve tam düzgünlüktür.

Zulmün karşıtı olarak ‘adâlet’, bir şeyi ait olduğu yere koymak, hakkını vermek anlamına gelir. Çünkü zulmün asıl manası eşyayı ait olmadığı yere koymaktır.

‘Adâlet’, doğru oluşu zihinde sabitleşmiş şeydir. Düzgün ve usûlüne uygun olmayan şeye ‘cevr’ (haksızlık ve eziyet) denir.  Doğruluk ve düzgünlük kavramları, sapmazlığı ve şaşmazlığı da içerisine alırlar. Adâletin anlam sahası içinde doğruluktan söz ederken; haksızlıktan uzak olma, hakkaniyet sahibi olma manalarına da işaret etmiş oluruz.[15]

İslâm adâlet ahlâkını, dinî bir emir ve toplumsal düzenin temeli olarak görmüş, adâletle davranan ‘âdil’ kimseleri övmüş, adâletten ayrılarak zulme sapmış olan zalimleri de hem kötülemiş ve hem de azapla tehdit etmiştir.

Adâletli davranış kişinin kendi yaratılışındaki (fıtratındaki) dengeye ve düzene uyum sağlatır. İnsanın dış hayatında denge ve olgunluk da ancak fıtrattaki dengenin dış yansıması olan adâletin her sahada uygulanması ile mümkün olur.

Kur’an müslümanlara her durumda, hatta kendisinin ve akrabaların aleyhine olsa bile (En’am 6/15, 152. Mâide 5/8. Nisâ 4/3), ölçüde ve tartıda adâletli, dürüst olmayı emrediyor. (Hûd 11/85)

Hutbelerde sık sık okunan âyet: “Allah, adâleti, ihsanı (iyiliği ve güzel davranmayı), yakın akrabalara yardım etmeyi; fahşa’dan (aşırılıktan), münker’den (kötü işlerden) ve bağy’den (azıp-haddi aşmaktan) uzak durmanızı emreder.”  (Nahl 16/90)

Çok ibadet yapacağım diye evini ihmal eden sahabeye “Her hak sahibine hakkını ver” diyen Selmani Farisî için Peygamber “Selman doğru söyledi” buyurdu.[16]

Allah Son Elçi’yi apaçık belgelerle (Kitapla) insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye gönderdi. (Hadid 57:25)

Kur'ân adâlet sıfatından yoksun olan kişi dil­siz, âciz ve hiçbir işe yaramayan bir köleye benzetiyor. Böyle bir kimse adâlet faziletini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulmaz. (Nahl 16/76)

Âyetlerde emredilen ‘adâlet’in kapsamı oldukça geniştir. Hayatın her cephesinde, davranışlarda, hüküm ve karar vermede, insanların haklarını ödemede, sevmede ve ilgi göstermede, yönetim işlerinde ve eğitimde; dosdoğru hareket etmek, düzgünce iş yapmak, herkesin hakkını vermek adâlettir. İnsanların renklerinden, kültür ve eğitim düzeylerinden, ırklarından veya geldikleri bölgelerinden, toplumsal statüleri açısından dolayı farklı davranmamak, haklarına tecavüz etmemektir.

Adâleti yalnızca hukuk alanında, mahkemelerde düşünmek yanlış olur. Ya da sadece yöneticilerin görevi değildir. O aynı zamanda, doğru davranmak, eşit düzeyde yapmak, ya da bir şeyi ait olduğu yere koymaktır. Ahlâk ve davranışlarda, insanların işlerini yürütürken, ya da hakları sahiplerine verirken dengeli olmak ve insafla hareket etmek adâletin gereğidir.

Kur’an’da  ‘kıst, kasd, istikâmet, vasat, nasip, hisse, mîzan’ gibi kavramlar da adâlet yakın anlam taşırlar. ‘Kıst’; insaf, merhamet, adâletle verilen, adâletle bölüştürülen nasiptir. Adâlet hakkını vermekse, kıst daha fazlasını vermektir. İdeal adâlettir denilebilir. (Bkz: Mâide 5:42. Hucurât 49:9. Mümtehine 60:8)

Adâlet, insan için bir kemâl sıfatıdır ve bunun ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidâyete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi ideal adâlet de ancak Hakka, Hakkın hükümlerine uymakla sağlanır.  (A'râf 7:181)

Mahkeme işlerindeki adâlet; hak ile hükmetmek şeklinde anlaşılmıştır. Adâletle hükmedin diyen âyetler bunu emretmektedir. (Nisâ 4:58. Mâide 5:52) 

İslâm nedir diye sorulsa şöyle cevap vermek mümkündür: “İslâm kısaca, Allah’a hürmet mahlukâta şefkattir.” Bu; Allah’a, hak ettiği kadar saygı, O’nun yarattıklarına da merhamet göstermektir.

İnsanın Allah’a yönelik görevi ibadet, kullara yönelik görevi adâlettir. İbadet insan ile Rabbi arasındadır. Adâlet ise insan ile diğer insanlar arasındadır.

Adâletli olmak ahlâklı, merhametli ve insaflı olmanın gereğidir. Adâleti hakkıyla gerçekleştirmenin dinamiklerinden biri de merhamettir. Merhametliler insanlara ve yaratıklara haklarını verirler, hükmettikleri zaman adâletle hükmederler.

İnsaf; “hakkı teslim etme esasına dayanan ılımlı davranış, vicdana uygun hareket etmek” demektir.[17] İnsaflı olmak âdil olmaktır, hakka hukuka riayettir, haklara saygıdır, şefkat ve merhametin özüdür.

-Ehliyet

Arapça’da ehl kökünden türetilmiş bir masdar olan ehliyet; 1.Bir işde, bir konuda ehil olmaya, yeterli bilgi ve ustalığa sahip olma, iktidar, liyâkat. 2.Bir konuda verilen yeterllilik belgesi demektir.[18]

Kur’an’da ‘ehl kelimesi’ geçtiği halde ‘ehliyet’ geçmez. İslâm fıkıh doktrininin gelişimi ile beraber kişinin dinî ve hukukî hükme konu olmaya elverişli oluşunu ifade eden bir kavram olarak kullanılmaya başlandı.

İnsanın emâneti yüklendiğini haber veren âyette (Ahzab 33:72) varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret ediliyor.

Bir hadiste hayvan, canlı ve cansız varlıklara sorumluluk yüklenemeyeceği söyleniyor.[19] Bu dolaylı olarak insanın yaptıklarından sorumlu olduğunu gösterir.

İnsan ilâhi tekliflere ehildir ve muhataptır. Zira insan aklı ve iradesi vardır. Onunla anlar, düşünür ve ona göre davranır.[20] İnsanın iyiye de kötüye de kabiliyetli yaratılması da onun sorumlu olduğunu gösterir.

Fıkıh usûlünde ‘ehliyet’ şöyle tanımlanıyor:” Kişinin ilzâm ve iltizâma salâhiyetli olmasıdır. Yani kişinin başkasına ait bir kısım hakları kabul ve ikrara, başkasına karşı da kendisi için bir kısım haklara elverişli bulunmasıdır. Kısaca ehliyet, kişinin hak ve görevlerine yetkili, uygun olmasıdır. Buna göre ehliyet iki kısma ayırlır.

Birincisi; Kişinin lehine ve aleyhine bazı haklarına ulaşmasını sağlıyan ehliyet. Buna ‘vücûb ehliyeti’ denir ki insan olmanın gereğidir.

İkincisi; Kendisi için başkasına karşı ve başkası için de kendisine karşı hak teşkil edecek bazı tasarrufta bulunma ve işlem yapabilmeya ehil olma, yeterli olma. Buna da ‘edâ ehliyeti’ denir. Bunun için kişinin temyiz (kâr ve zararı bilip ayırdetme) gücüne sahip olmak şarttır.”[21]

Fıkıhta ehliyet,  kişinin haklardan yararlanmayı, bu hakları kullanmayı ifade ettiğinden doğumdan itibaren akli ve bedeni gelişimle birlikte gelişir ve rüşd çağına ulaşınca tamamlanır. Önce bazı haklardan faydalanma şeklinde başlayan bu ehliyeti, malî tasarrufta bulunma, dinen ve hukuken yetki ve sorumluluğu, yani hakları bizzat kullanma yetkisi takip eder.[22] 

Her iki ehliyet de kişinin anlama, düşünme ve yapabilme yeteneğinin gelişmesiyle olgunlaşır. Buna bilgi, tecrübe ve gözlem katkı yapar.

Demek ki ehliyet, bir görevi, bir sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirecek bilgi, yetenek ve niyet taşımaktır. Bu da sürekliliği gerektiren bir şeydir. 

-Liyâkat;

Arapça ‘le-ye-ka’ kökünden gelen bu kelime sözlükte ‘layık olma’ demektir.

Türkçe sözlükler onu şöyle tanımlıyorlar: 1.Layık olma, değerlilik, yararlılık, 2.İktidar, hüner, fazilet,[23] uygun bulunma, ehliyet[24], kifâyet, kendisine iş verilmeye uygunluk.

‘liyâkatli’; liyakatli olan, liyâkat ehli, iş bilir, değerli, yetenekli demektir.

Meslek açısından liyâkat, o mesleğe uygunluk, verilen görevi yapabilmedeki yeterlilik, söz konusu işlere yatkın veya layık olmak demektir.

Görüldüğü gibi hem liyâkat da ehliyet gibi kişilerin bir iş ve emânet için yeterli, uygun, layık olmasını ifade etmektedir. Hangi iş olursa olsun, hangi sorumluluk olursa olsun, onu en uygun, en iyi yapanına, en usta olanına, en becerikliye vermek işin esasıdır.

Ehliyet ve liyâkat sorumluluk veya görev verilecek, ya da bunları almak isteyenlerde aranan öncelikli vasıftır. Buna kişinin adâletli ve merhametli, dürüst olması, haklara riayet etmesi, işini düzgün yapması, kaba ve kibirli olmaması, kendi çıkarını öncelememesi gibi özellikler de eklenir.

-Adâletle hükme açısından emânetleri ehline vermek

Emânet ve adâlet, ehliyet ve liyâkat teoride kalmaması gereken, birbiriyle ilgili kavramlardır. Adâletin gerçekleşmesi, pratik bir sonuca ulaşması için emânetin korunması gerekir. Emâneti de ancak onu taşımaya ehil, liyâkat sahibi kimseler taşır.

Buna göre “Emânetleri ehline verin” emrinin muhatabı kendisine görev verilen bütün müslüman sorumlulardır. Bu sorumluluğun evde, çarşı-pazarda, iş yerinde, dairede, yönetimde, eğitimde, hukukî konularda, iletişimde/medyada, dinî konularda olması farketmez.

Ehliyet ve liyâkatin yanına emânet bilincini de eklemek gerekir. Çünkü üzerine alınan görev, verilen iş emânettir.

Âyet özellikle devlet adamlarının emânet ve adâlet ehli olmalarını emrediyor. Onların emânete ehliyetli olmaları eldeki imkanları halka güzellikle ulaştırmaları, adâlete ehliyetli olmaları da bütün karar ve uygulamalarında hukuka uymalarında görülür.[25]

Emânet ehline verilmezse, o emânet zayi olur. Emâneti korumasını bilmeyen de demek ki o ona ehil, o işin üstesinden gelecek liyâkate sahip değildir. Kur’an müslümanları emânet konusunda tekrar uyarıyor.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin. Bile bile kendi (aranızdaki) emânetlerinize de hainlik etmeyin.” (Enfal 8:27)

Yöneticilik; halkın ihtiyaçlarını görme, haklarını koruma, güvenliklerini sağlama, aralarında adâletle karar verme ve din ve vicdan hürriyetlerini sağlama açısından bir emânettir. Yöneticiler/yetkililer bu gibi emânetleri her yerde, her durumda korudukları sürece adâlet olur. İnsanlar haklarına kavuşurlar. Güvenlik büyük oranda sağlanır.

Hayatın her alanındaki işlerde, mesleklerde, sanatta, yönetimde, özellikle organizelerde, görevin ve sorumluluğun durumuna göre istihdam edilecek  veya kendisine sorumluluk emânet edilecek kişilerin hem o işe ehliyetli, hem de liyâketli olmaları gerekir.

Yönetim ona liyâkati olmayanın, yetkisini kişisel çıkarlarına alet edenin veya emâneti nasıl koruyacağını, adâleti nasıl sağlayacağını bilmeyenin, ya da zalimin eline geçerse; haksızlık, adâletsizlik, güvensizlik olur. Hak ihlâlleri artar, huzur ve kaos gündeme gelir. Toplum ve devletin işleri istenildiği gibi yürümez. Ehliyetsiz ve liyâkatsiz kişilerin yanlışları başka yanlışlara veya haksızlıklara sebep olur. O iş, o organize, o hizmet kolu hedefinden şaşar.

Vahye göre meşru bir iktidarın tasarruflarının temelinde şunlar vardır: 1.Hakikat (tevhid inancı), 2.Adâlet, 3.Merhamet, 4.Ehliyet/liyâkat, 5.Meşveret (şûrâ).[26]

Adâlet ancak bu metodlarla gerçekleşir. Böylece hz. Ömer’e ait  “Adâlet mülkün/devletin temelidir” sözünü de yerini bulur.

Hikâye bu ya; anlatılır ki Bekri Mustafa’nın bir yakınının cenaze namazı kılınıyormuş. B. Mustafa tabutun başına gidip bir şeyler mırıldanmış. Onun bu durumunu merak edenler ölüye ne söylediğini sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: “Gittiğin yerde dünyanın durumundan soracak olurlarsa, Bekri Mustafa zaptiye çavuşu oldu dersin. O vakit onlar dünyanın ne hâlde olduğunu anlamış olurlar.”[27]

Fıkra; “işler, emânetler, sorumluluklar ehil ve liyâkatlı olmayana verilmemelidir” mesajını taşıyor. İşlerini Bekri Mustafalara emânet edenler zarar ederler, umduklarını bulamazlar.

Allah’ın Elçisi (sav) elçi, komutan, vahiy kâtibi, zekât toplama memuru, davetçi ve diğer işler için görev ve sorumluluk emânet ettiği kimseleri o işe ehil ve liyâkatli olanlardan seçerdi. Siyerde bunun pek çok örneği vardır.

Görevler için yeterli olmayanların görev isteklerini kabul etmezdi. Ebu Zerr’in (ra) kendisi anlattı: “Ya Rasûlüllah, beni emir (yönetici) tayin eder misin?” dedim. Bu sözüm üzerine elini omuzuma vurdu ve “Ey Eba Zerr! Sen zayıfsın, yöneticilik ise bir emânettir. Emânet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyâmet günü rüsvaylık ve pişmanlıktır...” dedi.[28]

Kur’an’ın öngürdüğü adâlet ilkelerini ve Peygamber’in uygulamalarını esas ve örnek alan, daha doğrusu vahiyle hükmeden müslümanlar, müslüman yöneticiler, sorumlular tarihten beri bulundukları yerde, aldıkları görevlerde adâleti yerine getirdiler. İşlerin düzenli bir şekilde yürümesini, hakların sahiplerine ulaşmasını, ihtiyaçların makul ölçüde temin edilmesini sağladılar. Bu uygulamaları ile tarihin öznesi oldular. 

Emânet, adâlet ve ehliyet konularıyla ilgili fıkıh da tarihsel süreçte bu anlayışla şekillendi. Halife (emir/imam) adayında aranan niteliklerden tutun, namaz imamının, veli ve vâsiliğin, hâkimlerin (kadıların) taşıması gereken vasıflara kadar hepsi belirlenmiştir. Bunlara bakıldığı zaman yönetim veya halkın işleri emânetinin ehil ve liyâkatli kimselere verilmesi gerektiği önemli bir prensip olduğu görülür. Zira adâleti ancak böyle kişiler korur.

Ehil olmak ve liyâkat her iş, her meslek, her yönetim, her organize için geçerlidir. Söylemeye gerek yok ki emânetler ehil olana verilmeli ki işler yürüsün, tamamlansın, başarı olsun, hedefe ulaşılsın ve adâlet gerçekleşsin.

Çocuk terbiyesinden habersiz, kaba, haşin, becerilkisiz, güzel ahlâktan yoksun ebeveynler elinde ancak sorunlu, kötü, ayak bağı, ahlâksız nesiller yetişir.

Çocuk/insan eğitmeyi, eğitimin kurallarını, çocuk psikolojisini, şartları bilmeyen bir öğretmen/hoca elinin altındakilerini kötü yetiştirir. Bundan dolayı herkes çocuğunu ehil, liyâkatli, merhametli, ahlâklı öğretmenler eliyle yetişmesini ister. Şair bunu şöyle ifade etmiş:

“Muallimim” diyen olmak gerektir imanlı;

Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı.” M. Âkif

Bir kimsenin bir meslek alanında diploması olabilir. Ama o mesleği hakkıyla yapamıyorsa, onun görev emânetini üzerine almaması, o mesleği yapmaması gerekir. Ehil olmadığı halde yaparsa zarara, sorunlara, kargaşaya sebep olur. Mesela –eskilerin deyişi ile- ‘bir kimse ‘hâzık hekim’ değilse sağlık alanında olmamalı.

Sizin binanızı mesleğinde ehil olmayan bir mühandis, işini dürüst yapmayan bir müteahhit yaparsa, binanız hem imara aykırı, çirkin olur, hem de tehlikeden uzak olmaz. Düşük ölçekli depremlere bile dayanamaz.

Sürücü belgesine ‘ehliyet’ denmesi ne güzeldi. Bu belgesi olmayan, ya da o belgeyi hak ederek değil, bir yolunu bularak alan kişi trafikte sorunlara, zararlara yol açar. Zira o araba kullanmaya ehliyetli değildir.

Bir iş, bir görev liyâkatli, ehil olana değil de, torpili olana, falancanın adamına, ‘bizden olana’ verilirse, işler hakkıyla yürümez, adâlet gerçekleşmez.

Siz evinizde, bahçenizde, binanızda ehil olmayan ustalar, zanatkârlara iş yaptırırsanız, pişman olursunuz, öfkeniz kabarır, zarar ederseniz.

Bir ülkenin hükümeti ve başındaki liyâkatli, becerikli ve yönetimde ehliyet sahibi ise, ülkenin işleri rahat görülür, sorunlar kolay çözülür, başkalarıyla rekabette başarı olur, her alanda adâlet gerçekleşir. Ülkede birlik ve dayanışma güçlenir.Hangi iş, hangi görev, hangi memuriyet olursa olsun, atadıkları memur o işe ehil değilse, birilerinin adamı ise, ya da zorla ele geçirmişse o görevi hakkıyla yapamayacak. Ya da eksik yapacak.

İş başına getirilen kişi, sorumluluğunu yerine getirme, o işi hakkıyla yapma yerine, çıkarını düşünürse, makamını ve yetkisini kendi menfeati için kullanmaya kalkışırsa orada işler yürümez. (Bizim yörede şöyle bir deyim vardır: Ayıya postu tabaklaması için verdik, yedi de emeğine saydı.)

Bir ülkenin mahkemelerinde adam kayırma, torpil, rüşvet, ‘bizim adamımız’ gibi yanlışlar varsa, karar vericiler yargı konusunda ehil ve liyakat sahibi değilse, hukuk yerine ideoloji esas alınırsa orada adâlet gerçekleşmez. Haklar sahiplerine ulaşmaz.

Kişi mecbur kalırsa en değerli eşyasını, belki evini, belki çocuklarını emin bildiği kişilere, kurumlara teslim etmeyi ister. Emânete hıyanet edeceği baştan belli olan kötü niyetli, ya da hainliği bilinen birine bir şey teslim etmek, bir görev vermek akıllıca bir şey değildir.

Kişilerin veya yetkililerin danıştığı kimseler (müsteşarlar) ehil olmalı. Değilse, yanlış bilgi ve akıl verirler. Dolaysıyla ‘danışma’ emâneti ehline verilmemiş olur. Bir iş veya görev verilecek kişiler yed’i-emin olmalı. Aksi halde emânet yerini bulmaz.

-Sözün özü

Allah’tan gelen ‘emânet’i yüklenerek mü’min olanlar, bu ‘emânet’i hakkıyla korumaya, başkasına güzellikle taşımaya, emin (güvenilir) kimseler olmaya  çalışırlar. Kendileri emânet(ler)i taşımak üzere ehil olmaya çaba gösterdikleri gibi, onları ehline ve layık olana vermeye de dikkat ederler. Bunun da Peygamber’in  insanlığa ‘emânet’ olarak bıraktığı Kitab’a ve O’nun Sünnetine uyalarak yapılabileceğini bilirler.

Hüseyin K. Ece

12.11.2020

Zaandam

 

[1] el-İsfahânî, R. el-Müfredât, s: 30. İbni Manzur, Lisânü’l-ʿArab, 1/163

[2] Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. El-Keşşâf 3/546

[3] Taberî, Câmiʿul-Beyân, 10/342

[4] Toksarı, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/81

[5] Tirmizî, S. Kıyâme/1 No: 2416

[6] Aktan, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/83

[7] Müslim, İmâre/16 No: 1825

[8] Buhârî, İlim/2 No: 59

[9] Buhârî, İman/24 No: 33-34, Şehâdet/28 No: 2682, Vasâyâ/8 No: 2749. Müslim, İman/25(107-108) No: 210-211. Ebû Dâvûd, Sünne/15 No: 4688

[10] Ebû Dâvûd, Cihâd/157 No: 2769)

[11] Tirmizî, Büyu’/38 No 1264. Ebû Dâvûd, Büyu’/79 No: 3535)

[12] el-Isfehânî, R. El-Müfredât, s: 487

[13] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/61

[14] Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi, 1/341

[15] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 23

[16] Buhârî, Savm/51 No:1968. Tirmizî, Zühd/64 No: 2413

[17] Doğan, D. M. Türkçe Sözlük, s: 793

[18] Doğan, D. M. Büyük Türkçe Sözlük, s: 452. Ayrıca Bkz: Devellioğlu, F. Osmanlıca-Türkçe Lügat, s: 210. Bardakoğlu, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/533-534

[19] Buhârî, Zekât/66 No: 1499, Müsâkât/3 No: 2355, Diyât/28 No: 6912. Müslim, Hudûd/10(45-46) No: 4465-4467

[20] Bardakoğlu, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/533

[21] Ebu Zehrâ, M. İslâm Hukuku Metodolojisi (Çev. A. Şener), s: 281

[22] Bardakoğlu, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/533-534

[23] Devellioğlu, F. Osmanlıca-Türkçe Lügat, s: 553

[24] Doğan, D. M. Büyük Türkçe Sözlük, s: 1057

[25] Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/147

[26](İslâmoğlu, M. Kur’Anî Hayat, Sayı:23 s:7

[27] Güzel, O. En Güzel Hazır Cevaplar, s: 168

[28] Müslim, İmâre/4(17) No: 4720. Ebû Dâvûd, Vesâya/4 No: 2868. Nesâî Vesâyâ/10 No: 3697