“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır.

Allah, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe 9/100)

Burada üç grup kimseden Allah’ın razı olduğu söyleniyor. Bunlar; muhâcirler, Ensâr ve onlara güzellikle uyanlar. Bu yazıda ‘muhâcir ve ensâr’ kavramları üzerinde durmak istiyoruz.

-Hicret-muhâcir

Bunun aslı ‘hecera’ fiilidir. Vâsıl olmanın/varmanın tersidir. Bu da bir kimsenin başkasından bedenen, lisan ile, kalp ile ayrılması, ya da bu yollardan biriyle onu terketmek, bir başkasıyla tıpkı onun yaptığı gibi alakayı, konuşmayı kesmek demektir. 

Bu fiilin, şehvetin, arzuların, kötü ahlâkın ve hataların terkedilmesini anlattığı görüşü de var.[1]  

Nitekim hadislerde bu anlamda geçiyor: "(İyi) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allah'ın yasakladıklarını terk edendir."[2] 

“... Kimin hicreti dünyalıklara, veya bir kadınla evlilik ise; onların hicreti buna yönelik olur…” [3]

Bu fiil Kur’an’da hicretin farklı durumları hakkında kullanılıyor. (Bkz: Ankebût 29/26. Nisâ 4/97. Mü’minûn 23/67. Meryem 19/46)

Rabbimiz vahyi başlangıcında Rasûlüllah’a; “Kötü şeyleri terket”, onlardan uzaklaş diye emretmişti. (Müdessir 74/5)

Yine Allah (cc) ona; “Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret ve onlardan güzellikle ayrıl.” (Müzemmil 73/10) Buradaki hicretin bedenen ayrılma anlamında değil, onların inanç, ibadet ve ahlâklarından, kötü ve yanlış sözlerinden uzaklaşma anlamındadır. 

Bir kaç âyette bildiğimiz, hicret etme, göç etme, evini/ülkesini hangi

sebeple olursa olsun terketme, uzaklaşma anlamında geçiyor. (Haşr 59:9. Ahzab 33:50. Enfâl 8:72, 75. Bakara 2:218.v.d.)

Bu fiil kökünden gelen ‘mehcûr’; çirkin veya fena olduğu için terkedilmiş söz, şey. “Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi.” (Furkan 25/30) Bu hicret-terkediş kalple, ya da hem kalple hem de dille ayrılmadır.

‘hicran’; devenin diğerlerinden ayrılması, ayrılık

‘hecran’; tam bir ayrılış, tam bir uzaklaşma (Müzemmil 73:10) demektir. Bu âyette zımnen Peygamber’e iyi davranışı ve tatlı dili bırakmamaya çağrı var. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 782)

        ‘tehcîr’; birini hicret ettirmek, başka yere göçe zorlamak.[4]

-Kur’an’da muhâcir

Sözlükte, sebebi ne olursa olsun bulunduğu/yaşadığı yeri terkedip başka yere gidene muhâcir, yapılan bu işe de hicret denir.[5] (İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/23)

Terim olarak muhâcir; milâdi 622 yılında Allah’ın izni ve Rasûlüllah’ın göstermesi ile İslâm uğruna Mekke’den Medine’ye göç eden sahabeler topluluğu. Bunun çoğulu ‘muhâcirûn veya muhâcirîn’dir.

Kur’an’ın anlattığı elçilerin bir çoğunun hayatında hicret olgusu var. Bunların bir kısmı kaçış, bir kısmı kurtuluş, bir kısmı daha uygun şartlarda görev yapma, bir kısmı Allah’ın emrini gerçekleştirme, bir kısmı yeni bir nesil ve toplum inşa etme amacına yönelikti.

Onların hicretleri hem bedensel yer değiştirmeyi, hemde manevî terketmeyi, uzaklaşmayı ifade eder. Mesela İbrahim’in (as) “Ben Rabbime muhâcirim (O’na hicret ediyorum)” (Ankebut 29/26)  her ikisini de ifade eder. Zira o hem kavminin inanç, ahlâk ve bâtıl geleneklerinden uzaklaştı, hem de günü geldi içinde büyüdüğü kavminin beldesini terkedip bugünkü Filistin topraklarına hicret etti.

Âdem’in (as) Cennetten yeryüzüne gönderilmesi, Yûnus’un (as) inatçı kavminden uzaklaşması, Yûsuf’un (as) daha çocukken Kenan diyarından uzaklara götürülmesi, Ya’kub’un (as) Kenan diyarından ailecek Mısır’a göç etmesi, Musa’ın (as) önce Mısır’dan Medyen diyarına gitmesi, sonra kavmini Firavun zulmünden kurtarıp Filistin’e götürmesi, İsmail’in (as) daha küçük bir çocukken Filistin’den Mekke’ye bırakılması, Lût’un sapık kavmi terketmesi hicret, bu peygamberler de muhâcir sayılır.

Muhâcir terim olarak her ne kadar Mekke’den Mediye göç eden sahabeleri anlatsa da, vahiy sürecinde ilk hicretin Habeşistan’a yapıldığını biliyoruz. İslâmın ilk muhâcirleri bu fedakâr müslümanlardı.

Mekkeli müşriklerin İslâmî davete şiddetle karşı çıkmaları, İslâmı kabul edenlere baskı ve işkence artınca Peygamber (sav) bazılarına “emin bir melik (yönetici)” dediği Necaşi’nin ülkesi Habeşistan’a gitmeye izin verdi. Risâletin 5. ve 6. altıncı yıllarında iki defa gerçekleşen bu ilk hicrete 130 kadar sahabe katılmıştı.

Müşrikler, bunu anlayınca kendilerine göre suçlu olan bu kimseleri geri getirmek için elçi gönderdiler. Lakin adâletli kral Necâşi onları teslim etmedi.[6]

Şüphesiz bu hicret o günkü şartlarda muazzam bir fadakârlık, imanda sebat, Allah’ın ve elçisinin va’dine güvendi. Mekke’deki evini, işini, çevresini, (kimisi) ailesini terkedip, bilinmeyen bir ülkeye, ne olacağı belli olmayan bir geleceğe gitmek kolay yapılabilecek bir şey değildi. Fakat onların güvenli ve dinlerini rahatlıkla yaşayabilecekleri, özgürlüklerine müdâhele edilmeyecek bir ortam gerekiyordu. Onu da şimdilik Habeşistan’da bulmuşlardı, ağır bedel ödemelerine rağmen.

 Habeşistan muhâcirleri geçici de olsa baskıdan kurtulup güvenliğe kavuşmuşlardı. Lâkin Mekke’de kalan, hicret etmeyen veya edemeyenler, müşriklerin alay, baskı, maddi ve manevi işkenlerine maruz kalmaya devam ettiler. Bu durum İslâmi davetin sesi ve müslümanların sayısı arttıkça, müşriklerin rahatsızlığı ve zulmü daha da şiddetlendi.

Hatta müslümanlara karşı üç yıl süren amansız boykot uygulaması bile devreye sokuldu. Müşrikler mü’minleri temel ihtiyaçlarını kısıtlayarak teslim olmaya zorladılar.

Bütün bu olumsuz gelişmeler Peygamber’i (sav) davet için daha uygun bir ortam arayışına mecbur etti. Bu amaçla yaptığı Taif seyâhati başarısız oldu. Ancak risâletin 11. yılında Medineli bir kaç kişi ile görüşmesi ve ertesi iki yıl içinde yapılan Akabe biatları sonuç verdi. Rasûlullah'a Medine'ye hicret etmesi emredildi.[7] O da sahabelere Medine’ye göç etmelerini söyledi. Onlar da küçük gruplar halinde, bazen gizli, bazen açıktan o zamanki adı Yesrib olan Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Rasûlüllah Ebu Bekr (ra) ile birlikte, tarihin akışını değiştirecek zor ve tehlikeli bir yolculuğu, Hicret’i gerçekleştirdi. 

Gerçek bir fedakârlık isteyen Allah yolunda hicret Kur’an’a göre mümince bir tavırdır.

Allah (cc) kendi yolunda hicret edenlere bolluk ve genişlik vereceğini müjdeliyor. “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer...” (Nisâ 4:100)

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür...” (Nahl 16:41, 110)

Peygamberin muhâcirlerinin bu müjdelere kavuştuğunu söyleyebiliriz. Ancak bu va’d ondan sonra kıyâmete kadar Allah için hicret edecek herkes için geçerlidir.

Peygamberimizin ve muhâcir sahabelerin bu hicreti, şüphesi sıradan bir göç değildir. Tarihi bir olaydı. Hatta tarihe yön veren en önemli olaylardan biri idi. Hicretle İslâmî davet ve mü’minler güvenli ortama kavuştu. Davetin hedefleri gerçekleşti. Mekkede temeli atılan İslâmî kişilikler Medine’de İslâmî topluma ve vahyin şekil verdiği hayata dönüştü.

Hicretten önce Mekke’de sesi boğulmaya çalışılan vahyin daveti, Hicretten sonra 10 yıl, özellikle Hudeybiye barışından sonra 5 yıl içerisinde bütün arap yarımadasına ulaştı. Hem davet olarak, hem siyasi güç, hem de model olarak. Vahyin davetinin bu kadar kısa zamanda bu kadar coğrafyaya ulaşmasındaki başarıyı, eşi bulunmaz özveri ile yapılan hicrette ve bu hicretin muhâcirlerinin, onlara destek olan Ensârın samimiyet, çaba ve fedakârlıklarında aramak lazım. 

Rabbimiz bu seçkin muhacirleri farklı ifadelerle, bazı âyetlerde ise Ensar ile birlikte methediyor. Yaptıkları fedakârlığa ve bununla hak ettikleri karşılığa dikkat çekiyor. (Bkz: Âli İmran 3:195)

“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden (çok çalışan) kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe 9:20. Hacc 22:58. Bakara 2:218)

Bu muhâcirler haksız yere yurtlarından uzaklaştırılmış, Allah’ın rızasını dileyen, güçsüz olsalar da Allah’ın dinine yardım eden kimselerdir. (Haşr 59:8)

Bu âyetlerden günümüzde Allah yolunda hicret eden, evini yurdunu terketmek zorunda kalan muhâcirlere de muştular var. Hem dünyada hem de âhirette.

-Muhâcirliğin sebepleri

Habeşistan’a hicret eden sahabeler, Mekke’de suç işleyen suçlular değillerdi. Ama muhâcir olmuşlardı. Zira Mekke site devleti önlerine tek  seçenek koymuşlardı: İslâmdan vazgeçmek.

Rasûlüllah’ın ve sahabelerin hicreti tarihin akışını değiştirdi. İslâm ümmeti teşekkül etti, İslâm devletleşti. Arkasından muhteşem İslâm medeniyetleri doğdu. Mekke şartlarında bunun oluşmasına imkan yoktu.

Demek ki bir müslüman toplum için başka bir yerde İslâmî toplum, otorite, hâkimiyet ve uygarlık kurabilmek üzere hicret söz konusu olabilir.

İslâm o günkü toplumda fiilen var iken hicretle ve Hudeybiye Anlaşmasıyla hukukî bir statüye kavuştu. Bundan dolayı Kur’an bu anlaşmayı “apaçık bir fetih-başarı” diye niteledi. (Fetih 48/1) 

İslâmî ahkâm maksatlarını gerçekleştirecek şekilde ancak İslâmî otoritenin ve müslüman toplumun olmasıyla uygulanabilir. Büyük Hicret bunun yolunu açtı.

Bazı yerlerde müslüman ya hâkim otoritenin/sistemin, ya gayri müslimlerin baskısı, ya da İslâm dışı şeylerin yaygın olması sebebiyle Rabbine hakkıyla kulluk edemez. Bu durumda mü’min başka bir emin beldeye göç edebilir. Belki böylesine bir hicret yeniden dirilişe, toparlanmaya zemin hazırlayabilir. Zaten hicret olayında bu şuur vardır.

Müslümanların zâlimlerle, haksızlıklarla, kötülükler, insan hakları ihlâlleriyle mücadele ederken mevzi, strateji değiştirme gereği olur. 

Müslüman için bir belde boğucu, bunaltıcı, dayanılmaz, alay, hakaret, haksızlık, sözlü ve fiili işkence olunca hicret kaçınılmaz olur.

Müslümanlar için –Allah korusun- bir beldede “ya İslâmî kimliğin ya sürgün” seçenekleri gündeme gelince, onun muhâcirliği seçmesi evlâdır.

Müslümanın beldesi işgale uğrar, çabalara rağmen bu işgal sona ermezse, işgalciler baskı ve zulme başvururlarsa, müslüman hicrete mecbur kalabilir.

Bir yerde müslümanın ekonomik ve sosyal açıdan perişan ise, kendini ve ailesinin en zaruri ihtiyaçlarını karşılama imkanı kalmamışsa, bunları karşılamaya imkan bulacak başka yerlere hicret etmesi mümkündür.

İnsan için en önemli ihtiyaçlardan biri de güvenliktir. Sokakta, iş yerinde, evinde, eğitim alanında, pazarda vs. Bir beldede bu anlamda emniyet kalmamışsa, güvenlik tehlikeye düşmüşse, müslümanın bir emin belde araması hakkıdır.

Yeri gelince Allah yolunda hicret ciddi bir sınavdır. İmanında samimi olanla, gevşek olanı ortaya çıkaran zor bir denemedir. Gün olur, kişi bu zor deneme ile karşı karşıya gelebilir.

Müslüman sürekli –İbrahim gibi- Allah’a doğru muhâcir, -hadiste geçtiği gibi de- sürekli kötülüklerden, günahlardan hicret eden insandır.

O yüzden muhâciri şöyle tanımlamak mümkün: İmkanların tükendiği yerden imkânların üretilebileceği yere göç eden mümin. Ya da dönmek üzere geçici olarak ayrılan ideal insan.

Bir yerde hicret, muhâcirlik söz konusu ise, orada ‘ensâr’ olmak da gündeme gelir.

-Nasr-Ensâr

‘Ensâr’ kelimesinin kökü ‘nesara’ fiili sözlükte, yardım etmek, yardımda bulunmak, korumak demektir.[8]

Nasara ‘min’ ile kurtardı, ‘alâ’ ile galip ve muzaffer kıldı anlamına gelir.[9]

Bu fiil ve türevleri Kur’an’da 159 yerde geçiyor. Fiil olarak pek çok âyette yardım anlamı eksen olmak üzere çeşitli formlarda, daha çok Allah’ın yardımı anlamında kullanıyor. (Bakara 2:286. Âli İmran 3:81, 122, 147. Tevbe 9:14, 25. Enbiyâ 21:77. Hacc 22:15. Âli İmran 3:160. v.d.)

Mü’minler dualarında; “Yarabbi Sen Mevlâmızsın, kâfirler topluluğun karşı bize yardım et” derler. (Bakara 2:286. Âli İmran 3:147)   

Allah (cc) peygamberlere ve iman edenlere dünyada ve hesap gününde yardım eder. (Mü’min 40:51)

 Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed 47:7. Bir benzeri: Hacc 22:40)  

Allah (cc) dilediğine yardım eder, zafer verir. (Rûm 30:5. Tevbe 9:14)

Şüphesiz Allah’a karşı inkârcıların kendilerine yardım edecek askerleri yoktur ki hak ettikleri azabı savabilsinler. (Mülk 67:20)

İbrahim’in kavmi, onu ateşe atarak “tanrılarınıza yardım edin” dediler. (Enbiyâ 21:68)

Peygamber’e inanıp ona yardım edenler, ona inen Kur’an’a uyanlar kurtuluşa ererler. (A’raf 7:157)

Dinlerinde samimi olmayanlar müslümanlar bir savaşa mecburen çıksalar söz verdikleri hâlde onlara yardım etmezler. (Haşr 59:11-12)

İnsanların tanrı diye uydurdukları putlar onlara asla yardım edemezler. (A’raf 7:192, 197. Şuarâ 26:93. Yâsîn 36:74. Mü’min 40:29)

Zalimlere meyledenlere ateş dokunur, lakin onlara ve zâlimlere Allah’tan başka yardım eden olmaz. (Hûd 11:113. Kasas 28:81 Şûrâ 42:46. Mü’minûn 23: 65)

Şefaatin olmadığı, fidyenin kabul edilmediği, kimsenin başkasına yardım edemeyeceği bir gün gelecek. (Bakara 2:48, 123. Bir benzeri: Duhan 44:41)

Bu fiilin masdarı ‘nasr’: 23 âyette geçmektedir ve nusret, yardım, destek, zafer, kurtuluş demektir. Nusret, özel yardım ve destektir. Meşru mücâdele eden ve çalışan, çaba sarfedenlerin başarılı olması için yapılan destektir.

Bunların dört tanesinde “nasrullah-Allah’ın yardımı” şeklinde geliyor.

(Bkz: Bakara 2:214. Rûm 30:5. Nasr 110:1. Ankebût 29:10)

Mutlak yardım/zafer zaten Allah katındandır. (Âli İmran 3/126. Enfâl 8/10) Allah (cc) iman edenlere yardım etmeyi, zafer-başarı vermeyi de kendi üzerine alıyor. (Rûm 30:47. Enfal 8:62)

Allah (cc) kendine, kendi davasına yardım edenlere elbette en uygun yardımı yapar, dilerse zafere eriştirir. Allah bunu yapacak güçtedir. (Hacc 22:40. Enfâl 8:26)

Allah (cc) Rasulüllah’a apaçık bir fetihten sonra şanlı bir zaferle yardım etti. (Fetih 48:1-2)

Yalanlanan, kendilerine eziyet edilen peygamberler Allah’ın yardımı/nusreti gelinceye kadar sabrettiler. (En’am 6:34. Bir benzeri: Yûsuf 12:110)

Nasara fiilinin kökünün özen (fail) ismi ‘nâsır’ yardımcı, yardım eden, zafer veya başarı veren demektir. Çoğulu ‘nâsirîn’ şeklinde. Kur’an’da 11 âyette geçiyor.

Kur’an helak edilen kavimlerin (Muhammed 47:13), sırların ortaya döküleceği günde günahkarların (Târık 86/10), inkar etmekle kalmayıp Nebileri öldürenlerin (Âli İmran 3:22), Allah’ı inatla inkâr edenlerin (Âli İmran 3:56, 91. Nahl 16:37. Câsiye 45:34), putları veya nefislerinin hevâsını tanrı edinenlerin (Ankebût 29:25. Rûm 30:29) yardımcıları yoktur.

Mü’minlerin bir fayda bulurum umuduyla kâfirlere tabi olmaları gerekmez. Bilakis onların en büyük yardımcısı Allah’tır. (Âli İmran 3:150)

Yine bu fiil kökünden gelen ‘nasîr’; çok yardım eden, destekleyen demektir.

‘en-Nasîr’ olarak Allah’ın güzel isimlerinden biridir.[10] Yardım edip destekleyen, yardım ve desteğini eşsiz ve benzersiz bir biçimde yapan, yardım ve desteğinin bir sınırı olmayan, nasıl yardım edeceğini bilen, zafer ve başarı veren, mutlak yardım edici özne demektir.[11]

Nasîr kalıbı Kur’an’da 24 yerde geliyor. Bunların dördü doğrudan Allah’a nisbetle kullanılıyor.

 “... ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır.” (Hacc 22:78. Enfâl 8:40)

“... Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.” (Furkan 25:31. Ayrıca bkz: Nisâ 4:45. Enfâl 8:40)

“Geriye kalan 20 nasîr ismi biri hariç diğerleri olumsuzlama yoluyla Allah’tan başka yardımcı ve destekçi olamayacağını ifade eden, binası menfi cümleler hâlinde yer alır. Bunlar da dolaylı olarak Allah’ın en-Nasîr ismine işaret ederler.[12]

“Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara 2:107, 120. Ayrıca bkz: Tevbe 9:74, 116. Ankebut 29:22 v.d.)

Konumuz olan ‘ensâr’ kavramı; işte bu ‘nâsır veya nasîr’ fail (özne) isminin çoğuludur.

 

-Kur’an’da ensâr

Kur’an’da, ‘ensâr’ kelimesi 8 âyette geçmektedir. Bir kaç tanesi genel yardımcı (nâsir/nasîr) anlamında, iki tanesinde ise Medineli sahabeleri niteliyor.[13]

Kur’an zalimlerin  (Bakara 2:270. Mâide 5:72. (Âli İmran 3:192) hiç yardımcıları olmadığını, isyanları sebebiyle tufanla cezalandırılan Nuh kavminin Allah’tan başka yardımcılar bulamadığını (Nûh 71/25) söylüyor.

İsa (as), kendilerini İslâma davet ettiği İsrailoğullarının inkârını görünce; “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler de; “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdi. (Saff 61:14)

‘Allah’ın yardımcıları olmak’ şeklindeki ifade Allah’a doğrudan bir yardım değil ‘Allah için yardım’ şeklinde anlaşılmalıdır. Ya da “ben Allah’a giderken yardımcılarım kimlerdir? Allah’a iman etmiş ve nefsini Allah’a teslim etmiş, Allah rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana yardım yapacak kimlerdir?” şeklinde...[14] Bu zaten  Âli İmran 3:52. âyette açıklanıyor.

Allah (cc) Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun, tıpkı Havariler gibi...” buyuruyor. (Saff 61:14) Allah’a yardım etmenin O’nun dinine yardım, O’nun dinini hayatlaştırma ve güzel temsil etme şeklinde anlaşılması gerekir. Bu davet günümüzde her müslümana yöneliktir. 

-Ensar: Özel ünvan

‘Ensar’ kavram olarak, Muhammed’in (sav) davetini kabul edip müslüman olan,  Hicretten sonra Peygamber’i ve Allah’ın dinini kabul ettikleri için Mekke’den çıkarılan muhâcirleri barındıran, koruyan ve destansı bir şekilde yardım eden Medineli sahabe topluluğunun özel adı, ünvanıdır.

‘Ensâr’ sıfatını Kur’an özellikle muhâcirlere yardım edenler hakkında kullanmaktadır. Enes b. Mâlik’ten nakledildiğine göre o bu ismin ilk defa Kur’an’da yer aldığını söylemiş.[15]

Ensâr bu anlamıyla Kur’an’da iki âyette (Tevbe 9:100 yukarıda geçti) muhâcirlerle birlikte geçmektedir. Allah (cc) bu her iki topluluktan razıdır. Onların tevbelerini kabul etmiştir. (Tevbe 9:117)

Kur’an, iman ettikten sonra Allah yolunda hicret edenler ile onlara yardım eden Ensâr’a gerçek müslümanlar diyor, onlar için üstün bir rızık olduğunu söylüyor. (Enfâl 8:74)

Ayrıca Haşr 59:9 ve Enfâl 8:72 ve 74. âyetlerinde ‘ensâr’ geçmemekle beraber Peygamber’e ve muhâcirlere yaptıkları hizmetler, gösterdikleri fedakârlıklar anılarak kendileri övülüyor.

Yine muhâcir-ensâr ayırımı yapılmaksızın sahabelerden övgüyle söz eden âyetlerin, onların bir kısımın teşkil eden Ensârı da kapsadığı açıktır.  (Bakara 2:218. Enfâl 8:64. Tevbe 9:88-89. A‘râf 7:157. Feth 48:18-19, 29)

Kur’an’ın ‘Ensâr’ dediği Rabbimizin övdüğü ve razı olduğu bu mü’minler ne yaptılar ki, bu şerefi ve iltifatı hak ettiler?

Bilindiği gibi Rasûlüllah (sav) peygamberliğinin 11. yılında (m. 620) hacc zamanı Medineli altı kişiye İslâmı tebliğ etmiş ve onlar da müslüman olmuşlardı. Ertesi yıl 12 kişi, bir yıl sonra da 75 kişiyle birinci ve ikinci Akabe biatları yapılmıştı. İkinci Akabe biatında Medineli müslümanlar, Peygamberi malları ve canları pahasına koruyacaklarına, emirlerine uyacaklarına, her türlü yardımı yapacaklarına, hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden Allah’ın yolundan gideceklerine söz vermişlerdi. (İbni Hişam, Siyer, 1/431-480)

Peygamberimiz (sav) Hicretten hemen sonra muhâcirler ile Ensâr arasında kardeşlik kurdu. Ensâr muhâcirleri öz kardeşleri gibi kabul ettiler ve ellerindeki her imkânı onlarla paylaşmak istediler. “... son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ettiler...” (Haşr 59:9)[16]

Böylece bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen muhâcirlere büyük ölçüde maddî ve mânevî destek sağlanmış oldu. Bu dayanışması sonucunda Peygamber’in (sav) Medine’de kurduğu çarşıda ticarî hayat canlanmış ve Medineliler yahudilerin ekonomik etkisinden kurtulmuşlardı.[17]

Onların arasındaki yardım ve kardeşliğin bir örneği daha görülmemiştir:

Ensâr, Akabe biatlarında Peygamber’e verdiği sözü tutarak, müslümanlara ve Medine’ye saldıran iç ve dış düşmanlara karşı mücadele ettiler. Bu uğurda hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Mallarını ve canlarını ortaya koydular. Bütün zor anlarda desteklerini sürdürdüler, geri adım atmadılar ve hiç bir şeyden korkmadılar.

Kur’an, her iki grup müslümanı da övmüştür. Peygamber (sav) Ensar’ı mü’minlerin sevebileceğini, onları sevenlerin mükâfatının Allah tarafından sevilmek, onlardan nefret etmenin cezasının da Allah’ın buğzuna uğramak olduğunu açıklamıştır.[18]

Ensâr, Peygamberimize ve O’nun davasına hayatı boyunca ve öldükten sonra da destek oldular. İslâmî davetin başka coğrafyalara ulaşmasına çaba gösterdiler. İslâmî hayatlarıyla, Sünneti koruyarak örnek muhacirlele birlikte örnek oldular. Sonradan ortaya çıkan anlaşmazlıklara pek karışmadılar. 

Onların hayatında İslâm için çalışmayı, fedâkarlığın, cömertliğin, yiğitliğin, kardeşliğin, Peygambere bağlanmanın, emre itaat etmenin, anlaşma ve işbirliğinin, diğer mü’mini kendi nefsine tercih etmenin (isar’ın), ilme düşkünlüğün, kısaca kulluğun güzel örneklerini bulabiliriz.

-Günümüzde ensâr olmak

Kur’an mü’minlere şöyle diyor: “Ey iman edenler! Allah’ın (dininin) yardımcıları olun, tıpkı Meryem oğlu İsa’nın havârilere demesi gibi…” (Saff 61:14)

Bütün mü’minler, her devirde ve her yerde öncelikle İslâm’ı hayatlarında yaşayarak, onu birer canlı hayat hâline getirerek, onun güzelliklerini ahlâk olarak göstererek, diğer insanlara ‘hidâyet’ örneği olarak; şartların uygun olmasına göre mallarıyla, imkanlarıyla, bilgi ve güçleriyle, gerekirse canlarıyla Allah’ın dininin ‘yardımcılar’ı olmalılar, tıpkı Ensâr gibi. (Enfâl 8/72)

Onlar, dünyanın neresinde olursa olsun, ezilen, hor görülen, müztez’af hâle getirilen, yurdundan sürülen, ya da ülkesinden gitmek zorunda kalan muhâcirlere ellerinden geldiği kadar ‘ensâr’ olmakla görevlidirler.

Allah’a yardım, O’nun dinine ve O’nun muhtaç, müstez’af ve mücâhid kullarına yardım etmekle, yani ‘ensâr’ olmakla gelir. Ayrıca Allah (st) kendi yolunda muhâcir ve ensâr olanları sevdiği, ödüllendireceği gibi, güzellikle onlara tabi olanları da, onları örnek alanları da sever ve ödüllendirir. (Tevbe 9/100)

Hüseyin K. Ece

12.07.2021

Zaandam

 

[1] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/23. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 782

[2] Buhârî, Îman/4 no:10, Rikâk/26 no: 6484

[3] Buhârî, M. Ensâr/45 no: 3898

[4] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/25

[5] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/23

[6] Hamidullah, M. İslâm Peygamberi (çev.), 1/119

[7] Buhârî, Menâkubu’l- Ensâr/45

[8] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 14/269. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 753

[9] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/22

[10] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 14/270

[11] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/22

[12] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/25

[13] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 14/269

[14] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (Sad.), 2/368

[15] Buhârî, M. Ensâr/1 no: 3776

[16] Buhârî, Ferâiz/16 no: 6747

[17] Algül, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/151

[18] Buharî, M. Ensâr/4 no: 3783-3784. Tirmizî, Menâkıb/66 no: 3900