Bu yazıda vahyin eğitim metodlarından beş tanesinin üzerinde duracağız. 

1-Tebliğ; ilâhi mesajı eksiksiz iletme

Tebliğin aslı ‘belağa’ fiilidir. Bu da zaman, yer ve nitelik, bir iş açısından nihâi amaca ulaşmak, sona varmak, ya da varmak üzere olmak demektir.

Bu fiilin ettirgen (tef’ıl) kalıbı olan tebliğ; bir şeyi amaca ulaştırmak, sona vardırmak demektir. Kavram olarak; Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırmaktır.

Tebliğ, bütün peygamberlerin temel sıfatıdır. Onlar vahyi eksiksiz, ekleme yapmadan en güzel metodla muhataplarına ulaştırırlar. (Mâide 5:67)

Bu kökten gelen ‘belağ’; hem ulaştırma, hem de ulaştırılan şey, mesaj, bildiri, haberi-mesajı tebliğ etme, iletme demektir.[1]

Belağ, Kur’an’da elçiler, son Peygamber ve Kur’an-vahiy hakkında kullanılıyor. Elçilerin görevi ilâhi mesaji muhataplara ulaştırmak, hidâyeti göstermek, onları ıslah etmektir. Onlar, vahyi hem tebliğ ettiler, hem de muhataplarını vahiyle eğittiler. İnsanların iyi bir kul olması için çalıştılar. Zaten vahyin hedefi insanların iman etmeleri, iman ettikten sonra vahiyle terbiye olmaları, hayatlarını vahyin ilkeleri ile sürdürmeleridir.

Kur’an peygamberlerin bu görevini bir kaç  formda haber veriyor. (A’raf 7:62, 68. Ahkaf 46:23. Hûd 11:52. Yâsîn 36:13-17. Âli İmran 3:20.v.d.)

Peygamber (sav) “… Benim yaptığım sadece bana indirileni insanlara tebliğ etmektir” (Cinn 72:20-23) dedi.

Allah’ın elçilerinin tebliğinden sonrası vahyin kendilerine ulaştığı muhataplara aittir. Dileyen tabliğ edilenlere kulak verir, gereğini yapar; dileyen de sonucuna katlanmak şartıyla yüz çevirir. (Bu gerçek bugün de davetçiler hakkında aynen geçerlidir.)

  Kur’an-ilâhi vahiy de bir belağdır (mesajdır). Buna duyuru, mesaj, bildiri, çağrı diyelim, farketmez. Kur’an, gerekçesini açıklayarak neden inzâl edildiğini haber veriyor:

Bu Kuran, onunla uyarılsınlar ve tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara bir belağdır (mesajdır).” (İbrahim 14:52)

Bu âyette üç hedefe işaret ediliyor: 1.Muhataplar vahiyle uyarılsınlar diye.  Kur’an Muhammed’e (sav) ilk muhatapları ve ulaştığı herkesi uyarması için inzâl edildi. (En’am 6:19)

2.Bütün insanlar bilsinler ki yerde ve gökte ilah olarak sadece âlemlerin Rabbi Allah var. Öyleyse O’na inanıp yalnızca O’na kulluk yapsınlar.

3.İnsanlar akıllarını kullansınlar. Vahiy ve mesajları üzerinde derin düşünsünler. Anlasınlar ve gereğini yapsınlar.

Belli bir amaç ve işlev için yaratılan insanın görevini bilmesi gerekiyor. Vahyin amacı da hem insanlara görevlerini öğretmek hem de iyi insan yetiştirmek olduğuna göre, mesajın da  buna yönelik olması gerekir.

Vahyin muhataba bu şekilde tebliğ edilmesi insan iradesine bir göndermedir. Nitekim “Peygamber’e düşen ancak tebliğdir” âyetlerinden anlıyoruz ki, vahyin davetini kabul etmek, ilkelerine göre yaşamak muhatabın kendi tercihine bırakılıyor. Bu noktada bir zorlama söz konusu değil.

Bu bize, vahyin eğitim metodunu da haber veriyor. O insana gerekli ilkeleri ulaştırıyor. Muhatabın, hakikati aklını kullanarak yürekten benimsemesini, o ilkelerle karakter olusturmasını, olgunlaşmasını istiyor.

Burada bir gerçeğe daha parmak basılıyor. Kim din adına tebliğ, davet ve eğitim yapmak istiyorsa rehberi mutlaka vahiy olmalıdır. Bu üç alanda öncelik Kur’an’ın metodlarıdır. Diğerler ilke, metod ve çalışmalar buna bina edilmeli.

Rasûlüllah tebliğ ve davetini, görevini ve sahabe eğitimini vahiyle yapmıştır.

2-Tebyîn; ilâhi mesajı açıklama

Kur’an apaçık, anlaşılır ve sapasağlam hak bir kitaptır. Kur’an bunu “beyân, beyyine, beyyinât, mübîn, tıbyân ve tebyîn” kavramları ile açıklıyor.

Bunların kökü ‘beyene-bâne’ fiilidir. Tebyîn ise ‘beyyene’ kalıbının masdarıdır. Bu da bir şeyi açıklamak, izah-beyân etmek, açık-aşikâr etmek demektir. Bunun özne (fail) ismi ‘mübeyyin’dir.[2]

‘Beyân’; hüccet/delil, bir durumun hakikatini açıklayan söz, anlatış demektir.[3] 

‘Beyân’, bir şeyin zihinsel olarak açıklanma ve tanımlanma araçlarını gösterir. Bu hem düşünme, hem de konuşma için geçerlidir. Bu anlamda ‘beyân’, açık ve anlaşılır, berrak ve net bir şekilde düşünme ve konuşmadır.

Allah (cc) insanı yarattı ve ona beyânı öğretti. (Rahman 55:1-4) 

Kur’an beyân olunan bir kitaptır. (Kıyâmet 75:19. Âli İmran 3/138)  Burada “beyân”; bütün herkese bir ilan, dolambaçsız bir açıklama, sağlam delil, her türlü karışıklıktan uzak genel bir tebliğ anlamındadır.

Beyyine; ‘beyân’ kökünden sıfat olup, ister akla dayalı olsun, isterse duyularının alanına giren (somut) bir şey olsun; apaçık (vazıh) delil, burhan (kanıt), kesin belge, gösterge” demektir.[4]

Beyyine nisbet edildiği nesneye göre; ilim, marifet ve beyân anlamlarına işaret etmek üzere aklî manaya, (Enfal 8/42), Muhammed’e (sav) nisbet olunduğunda nübüvvetin en büyük kanıtı, belgesi olan Kur’an’a delâlet eder. (En’am 6/157. Beyyine 98:1, 3-4)[5]

Müslümanlar için mihenk taşı ölçüsünde olan Kur’an ‘furkan’ olmasının yanında ‘beyyine’ bir kitaptır. Onlar için içinde sağlam delil, belge, açık ve anlaşılır bir kitaptır. Kendisi ayen-beyan, apaçık olduğu gibi, insan için gerekli olan her şeyi de açıklayan ilâhi belgedir.

İslâma göre iman, gözü kapalı bir kabul ediş, ataların geleneklerine bağlanma, kalabalıklara uyma değildir. Bu, bir ‘beyyine’, yani delilli, isbatlı, açık belgeli bir inanma, ikna olma meselesidir. Kur’anda ve evrende sayısız beyyineyi (âyeti) anlama ve değerlendirme olayıdır.

Kur’an, kendine ve âyetlerine ‘beyyine’ diyerek, hepsinin akla ve duyulara dayalı birer açık delil, birer ilâhi belge olduğunu, karışık ve dolambaçlı ifadeler olmadığını bildiriyor. (En'âm 6:57. Beyyine 98:1-3)  

Şüphesiz Kur’an, mucize ve ilâhi belge isteyenlere, inanmayanlara yeter de artar. (Ankebût 29:51. Tâhâ 20:133)

Beyyinenin çoğulu olan ‘beyyinât’ Kur’an’da 52 yerde geçiyor. Bu da ya âyetleri, ilâhi kitapları, ya da Allah’ın kullarına yaptığı nasihatları ifade eder.[6] (el-Isfehânî, Rağıb. El-Müfredat, s: 89)

Hidâyet rehberi ve Furkan olmasının apaçık delilleri (beyyinât) olarak Kur’an, Ramazan ayında indirilmeye başlandı. (Bakara 2:185. Ayrıca bkz: Âli İmran 3:86. Bakara 2:159, 209. Mü’min 40:50

Kur’an müslümanları soyle uyarıyor: “Kendilerine apaçık deliller (beyyinât) geldikten sonra tefrikaya düşenler gibi olmayın...” (Âli İmran 3/105. Bakara 2:213. Câsiye 45:17

Pek çok âyette geçen beyyinâtın Kur’an’la ilgili olduğunu veya onu işaret ettiğini söyleyebiliriz. Değil mi Kur’an hem ilâhi belge, sağlam delil, Allah’tan insanlara gönderilen hüccet/burhan, aynı zamanda mucizedir. (Bakara 2:99. Nahl 16:43-44. Mü’min 40:66. Hac 22:16. Nûr 24:1)

Mübîn; bir şeyi açıklamak, açık kılmak, ortaya çıkarmak anlamındaki “ebâne’nin  özne (fâil) ismidir. Bu da açık, anlaşılır demektir.[7]

‘Mübîn’ dört âyette Kitab’ın sıfatı olarak geliyor. Bu da Kur’an’dır. (Bkz: Şuarâ 26:2. Kasas 28:2. Hıcr 15:1. Neml 27:1) “O bir öğüt ve apaçık (mübîn) bir Kur’an’dır.” (Yâsîn 36:70)

Mübîn geçişsiz (fiil) olarak kendi özünde açık, seçik; ne olduğunu tanıtmaya yeterli olan demektir. Geçişli olarak; beyân edici, açığa çıkarıcı, ayırdedici demek olur. Dili ve üslûbu gayet güzel, muradını ve maksadını yeterince anlatır.

Kur’an’ın öyle mübindir ki, aklı ve zekâsı, bilgisi ve seviyesi, zamanı ne olursa olsun, herkes ondan istifade eder. Onu okuyan veya dinleyen onun karşısında huşu’ ve heybet duyar. Arapça bilen birisi okuyup dinlediği zaman manalarını, nasihatlerini, irşadlarını, işaret ettiği şeyleri idrak eder. Onun apaçık olduğunu, herhangi bir kapalılığının olmadığını hisseder.[8]

Allah (cc) apaçık (mübîn) Kitab’in insanlar anlasın ve aklesinler diye Arapça indirdiğini söylüyor. (Zuhruf 43/1-3. Duhân 44:1-3. Yûsuf 12:1-2) Kur’an öyle bir Kitap ki lafızları açık, konuları anlaşılır, delilleri sağlam, neye davet ettiği ve kimden geldiği belli, mucizevî ve bir o kadar da ikna edicidir.

‘Mübeyyine’; beyân edilen, açıklanan ve tam açıklayıcı demektir. Bunun çoğulu da “mübeyyinât”tır.[9] (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69) Mübayyinât üç yerde âyât-âyetlerin ve Kur’an’in sıfatı olarak yer alıyor. (Nûr 24:34, 46. Talak 65/11)

‘Tibyân’; ustalıklı bir şekilde beyân etmek, bir şeyin ortaya çıkması ve vuzuha kavuşmasının kendisi ile tamamlandığı açıklamadır. (el-Cevherî, es-Sıhah Tâcu’l-Luğa; 5/496. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/198-199) Kur’an bir âyette (Nahl 16:89) ‘Tıbyân olarak isimlendirildi.

‘Tebyîn’; hakikatı gizlemeyerek net bir şekilde ortaya koymak (el-Cevherî,  es-Sıhah Tâcu’l-Luğa, 5/495), ortaya çıkartmak, meramını fâsih bir şekilde açıklamak, anlamı ızhar etmek ve daha önce kapalı olan hususu izah etmek, müşkili gidermektir.[10]

Tebyîn, Kur’an’ın açıklamalarını ifade eden başka bir kelimedir ve aynı zamanda onun eğitim metodlarından biridir. Kur’an muhataplarına kendi hakikatlerini tebliğ etmekle kalmaz, aynı zamanda onları açıklar, anlaşılmaları için izah eder, tanıtır. Sonra da onlara inanmaya ve uygulamaya davet eder. (Bkz: Bakara 2:118 187, 219, 266, 242. Âli İmran 3:118, Hadid 57:17. v.d.)

Kur’an bazı ilâhi hükümleri haber verdikten sonra şöyle diyor:  “Allah, size âyetleri açıklıyor (beyân ediyor)...” (Nûr 24:18. Ayrıca bkz: Nûr 24:58, 59, 61. Bakara 2:230)

Kur’an işte bu ‘beyyine ve beyyinât’ ile muhataplarına ilâhi mesaji ulaştırıyor. Onların apaçık olduğunun altını çiziyor. Vahyin ne olduğunu, ne yapmak istediğini, insanın onları nasıl anlaması gerektiğini açıklıyor. İlâhi mesaja uymanın kazancını, uymamanın getirdiği kayıpları izah ediyor.

Bu da vahyin eğitim metodlarından biridir. O bununla ilk nesli (sahâbeleri) eğittiği gibi, sonradan gelen her muhataba da hitap ediyor.

İnsana düşen görev, yeteneğini iyi kullanarak, hakk ile bâtıl, doğru ile yanlış, hayır ile şer arasındaki farkı; Allah’ın beyânı (açık belgesi) olan, apaçık (mübîn) Kur’an âyetleriyle anlamak ve gereğini yapmaktır.[11]

3-Davet; ilâhi mesajı insana ulaştırma ve ona çağırma

Davet,‘deave-dea’ fiilinden masdar olup; çağırmak, seslenmek, nidâ etmek, dua etmek, adlandırmak demektir. İsim olarak; çağrı, nidâ, da’va, verilen söz, yemin anlamındadır.[12]

Kulun Allah’ı yardıma çağırması ‘dua’, Allah’tan kullara olan çağrı da ‘davet’tir.

Davet sözlükte herhangi bir çağrıyı, seslenmeyi ifade eder. Terim olarak; İslâm’a, Allah’a çağrı, hidâyete, Allah’a kulluğa, İslâmı insanların benimsemesi, kabul etmesi ve uygulaması için yapılan çağrı, teşvik demektir. (Bakara 2:186. Yûnus 10:89) Hidâyete-vahye ve onu hayat hâline getirmeye çağrıdır.

Kur’an’ın daveti çok açıktır ve bu davetin muhatapları bütün insanlar, alanı ise bütün yeryüzüdür. Zira onun davet ettiği ‘hidâyet’ bütün insanlara gereklidir.

Onun daveti, vahye iman etmeye, onu yaşamaya, günahlardan kaçınmaya, güzel ahlâka ve vahyi mükemmel temsil etmeye yöneliktir. Bu davet bir açıdan öğüt, irşad, iyi (ma’ruf) olana teşvik, kötü-yanlış (münker) olandan alıkoymaya çaba, müjdeleme ve uyarıp korkutmadır.

Daveti Kur’an’da bir kaç formda kullanılıyor. (Saff 61:7. Nahl 16:125. Âli İmran 3:23, 104. Hadid 57:8. v.d.)

Müşrikler, kendi inançlarının ve hayat anlayışlarının daha doğru olduğunu iddia ederek, çevrelerindekileri bâtıl dinlerine, dalâlete davet ederler. (Ra’d 13:14) Allah (cc) ise kullarını “dâru’s-selâm’a-esenlik yurduna” çağırmaktadır. (Yûnus 10:25) Bu da vahyi hayatlaştırmakla kazanılan dünya mutluluğu ve Cennet olabilir.

Kur’an’ın ve onu tebliğ etmekle görevli Son Elçi’nin daveti kendi zamanı ve kendinden sonrası için gelen herkesi kapsar. Zira bu hakka, doğruya, iyiye, en güzele, iki dünya mutluluğuna, selâm yurduna, fıtrata ve iyi insan olmaya çağrıdır. (Sebe’ 34:28. A’raf 7:158)

Bu çağrının en güzel metodunu da Kur’an öğretiyor: Hikmetle, güzel öğütle, en güzel şekilde mücadele… (Nahl 16: 125) 

Bu vahyin metodu olduğu gibi, bütün davetçilerin, hakkı tebliğ edenlerin ve müslüman eğitimcilerin de metodu olmalıdır.

el-Kur’anu’l-hakîm, hikmetlerle (isabetli hüküm ve haberlerle) dolu bir kitaptır. (Yûnus 10/1. Yâsîn 36/2. Âli İmran 3:85. Lukman 31:2) Onun verdiği bütün haberler zirveye ulaşmış, yeterli, üstün hikmetlerdir (hikmetün bâliğah), bazılarına fayda vermese de… (Kamer 54:5)

Hikmetle davet, muhatabın durumuna göre yerinde ve yeterince söz söylemek, bunu en güzel bir şekilde yapmak, ısındırıcı olmak ve etkileyici bir usûl takip etmektir. 

Güzel öğüt vahyin müjdeleri ile, bazen de somut örneklerle olur ki Kur’an bunu kıssalar ile yapıyor. ‘Mev’ıza’ denilen Kur’anın öğütleri, etkileyici ve öğüt vericidir. O, çeşitli örnekler (emsâl) vererek muhatapların düşünmesini, ibret almasını ve kendilerini ıslah etmelerini ister. Bu ıslah işi hem kişi bazında hem de kitlesel olarak bir süreç işidir.

En güzel mücadele; davetin mantıklı, inandırıcı, ikna edici olmasıdır. Kur’an, gayr-i müslimlerle akla hitap eden, insanı düşünmeye sevkeden, anlamasını, yerine göre de ürpermesini sağlayan kanıtlarla mücadele eder. Onlara varlık alemindeki oluş ve olaylardan, geçmiş kavimlerin kıssalarından örnekler verip akletmelerini ister. Onun eğitim metodunda zorakilik değil, ikna ve gönüllülük esastır.

Kur’an daveti yerine göre yumuşak, ısındırıcı; yerine göre sert ve uyarıcıdır. Hakikati tebliğ ettikten ve açıkladıktan sonra muhataplarından onu kendi iradeleriyle, anlayarak kabul etmeye davet ediyor. 

 Kur’an, varlığı ve insanı yaratan Allah’ın kelâmıdır. İnsanı en iyi tanıyan O’dur. Dolaysıyla indirdiği vahyin tebliğ, davet ve eğitim metodu insanın yapısına uygun olduğu gibi, sonuç alıcıdır. 

4-Ta’lim; insana ilâhi mesajı yaşayarak öğretme

İlim, ta’lim ve onların türevleri Kur’an’da çok sık kullanılan kelimelerden biridir. Bu kullanışlar ‘ilâhî bilgi’ye, ‘vahy’e, bir kısmı ise insan bilgisine işaret eder.

Ta’lim kelimesinin asli ‘alime‘ fiilidir. Bu da sözlükte; (bir şeyi) tanımak, bir şeyi tahkik ederek bilme, bir konu ile ilgili bir ma’rifet, bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi,  onu tanımadır.[13]

Bu kökten gelen ilim’; bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikat), nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması gibi farklı şekillerde tanımlanabilir.[14] İlim doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, ıslahı ifsattan, iyiyi kötüden, adaleti zulümden ayırmamıza yarayan zihin faaliyetidir.

Peygamber'in risâlet görevi, ancak "getirdiği şeyler"i insanlara anlatması, tebliğ etmesi ve öğretmesiyle tamamlandı. Bu Elçi insanlara "Kitabı ve hikmeti öğretti...” (Âl-i İmran 3/164; Cum'a 62/2) İlk nesil Elçi’nin öğrettiği kitap ile dalâletten kurtuldular, sahabe oldular. Bundan sonra gelmiş ve gelecek olan her toplum sapıklıktan ancak bununla kurtulur.

İlmin özünün İslâm'dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz'e "Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun" (Bakara 2:145. Ayrıca bkz: Bakara 2:120) âyetinden anliyoruz. Buradaki "sana ilim geldikten sonra" ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Onu da insanlara vahiy yoluyla indiren, elçilerle öğreten (ta’lim eden), ya da öğrenmenin imkanlarını yaratan O’dur.

İlim Allah’a nisbetle mutlak gerçeğin ta kendisidir. İnsana nisbetle de Allah’ın büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini ortaya koyan mucizevi bir faaliyettir. 

Her şeyi bilen, el-Alîm ve el-Âlim olan Allah (cc) insanlara bu isminin tecellisi olarak bilmek, anlamak, bildiğini söze, fikre, eyleme dökmek, bilgiyi çoğaltmak ve kullanmak, saklamak ve aktarmak gibi yetenekler verdi, veriyor.

İnsanın kendini ve kendisine bahşedilen hayatı, nimetleri ve denemeleri anlaması için, ona vahiy yoluyla hakikatin bilgisi gönderildi.  

‘Ta’lim’;  tef’il kalıbında alleme’nin masdarıdir. Bu da sözlükte öğretmek, bildirmek, bilgilendirmek, belletmek demektir. Özellikle “öğrenenin nefsinde, aklında bir iz oluşuncaya kadar tekrarlama ve (bunu ya da bilgi vermeyi) artırma yoluyla gerçekleşen bilgilendirmek anlamındadır. Kimilerine göre de ta’lim; anlamları tasavvur etmek için nefsin/aklın ilgisini uyandırmak demektir.[15]

Âdem’e isimlerin tümünü öğreten Allah’tır. (Bakara 2:31) Her ne kadar Âdem‘e nelerin isimlerininin öğretildiğini bilmesek de, öğretme, bildirme fiilinin Allah’a nisbet edildiğini görüyoruz.   

Melekler kendilerine verilen bilgiyi üretmezken, Ademoğlu Allah’ın kendisine verdiği yeteneği kullanarak bilgiyi üretmektedir. Bu yorumu ilahi ta‘lim olan Rahman Sûresinin ilk âyetleri de doğrulamaktadır. (Rahman 55:1-4)

Ta‘lim bir süreç içerisinde aşama aşama öğrenmeyi ifade eder. Âyetlerden anlaşılan şudur: Bilmek, içkin değil, aşkın bir eylemdir. Bilgiye Allah müdâhildir. Bilginin öğretilmesi (ta’lim) Allah’a isnat edilirken, bilginin aktarılması insana isnat edilmektedir. Bu isnat farklılığı, ilk insanın düşünce dağarcığını Allah’ın doldurduğunu, yani düşüncenin ilk sermayesini Allah’ın verdiğini ifade eder. İnsan ilk sermayenin veriliş amacına sonradan sadâkat gösterebilir, ihanet de edebilir.[16]

Kur’an’da bir kaç âyette ta’lim (alleme) fiili Allah’a nisbetle geliyor. (Kehf 18:65. Mâide 5:110. Âli İmran 4:48. Bakara 2:32. Yûsuf 12/68, 101. Enbiyâ 21:80. v.d.)

“O, kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/4-5) Burada öğrenmeyi sağlayan yeteneğinin ve öğrenme araçlarının (kalem gibi) insana Allah tarafından verildiğini, insanın bu kabiliyetlerle donatıldığını anlıyoruz. Bu âyetle Âdeme isimlerin öğretildiğini söyleyen âyet (Bakara 2:31) arasında bağlantı var.  

Borçlanma âyetinde geçen (Bakara 2:282) yazı yazma, yazı malzemesini kullanma ve öğrenme kabiliyetini veren de Allah’tır. Bu âyetin sonunda “zaten size öğreten de Allah’tır” deniyor.

Allah (cc), insanlara bilgi elde etme, öğrenme yetisi, bilgi edinme araçlarını öğrettiği, yani yapılarına bu kabiliyetleri yerleştirdiği gibi; vahiy yoluyla ve elçileri aracılığıyla da insanlara dünya hayatında lazım olacak ilkeleri, ölçüleri, haberleri ve örnekleri öğretti (ta’lim etti).

Kur’an’ın nüzûl süreci aynı zamanda ilk nesle bunları öğreterek onları eğitme süreci idi. Kur’an şimdiki muhataplarına öğretmeye, öğreterek eğitmeye, öğrettiklerinin uygulanmasını emretmeye devam ediyor.

Peygamberlerin bir görevi de ümmetlerine onların bilmediklerini, Allah’ın kendilerine öğrettiğini öğretmektir. (Âli İmran 3:164. Bakara 2:129, 151. Cumua 62:2)

Vahyin uygulayarak öğretmesini Son Elçinin İslâmî hayatında görüyoruz. Diğer elçiler gibi onun da görevleri Vahyin eğitim metodları ile aynı: Tebliğ, beyân, davet, ta’lim, tezkiye ve temsil. Allah’ın Rasûlü insanlara tebliğ ve davet ettiği, öğrettiği (ta’lim) ettiği vahyi, ilâhi mesajları önce kendisi yaşadı, yani vahyi hakkıyla temsil etti. Bu konuda bütün zamanlara ve insanlara örnek oldu.

 

5-Tezkiye; insanı bilinç, duygu ve eylem düzeyinde arındırma 

‘Tezkiye’nin aslı ‘ze-ke-ye/zekâ’ fiilidir. Bu da sözlükte artmak, fazlalaşmak, çoğalmak,  bereketlenmek demektir. 

Tezkiye, tef’ıl kalıbında ‘zekkâ’nın masdarıdır. Bu da artırmak, fazlalaştırmak, temizlemek (tezkiye etmek), arındırmak (pak etmek), malının zekâtını vermek demektir.[17] 

Zekkâ’ kişi hakkında kullanıldığı zaman kendini ıslah etmek (düzeltmek),[18] nefsini tezkiye etmek (temizlemek) anlamına gelir. Kişi nefsini (iyi şeyle) vasıflandırdığı veya övdüğü zamanlarda da tezkiye kelimesi kullanılır.[19]

Bu kökten ‘tezekkâ’; mal çoğalmak, artmak,, te­mizlemek, pak etmek demektir. Bu tefâul (yüklenme) kalıbından olduğuna göre kişisel çabayı gösterir. Temizlenmek için kişinin teşebbüsünün olması gerekir. (A’la 87:14)

Tezkiye kavramı Kur’an’da saflaştırma, temizleme, arındırma anlamında kullanılıyor. Ancak bu temizleme maddi taharetten çok manevi olarak temizlemek, nefsi-kalbi arındırmak manasındadır. Kalbi şirk, küfür, çirkin ve aşağılık heveslerden, hırs ve tamahtan, insanı Allah’tan uzaklaştıracak zevklerden ve isteklerden, bilinci yanlış tasavvurlardan, eylemleri günahlardan  arındırmak tezkiyedir.

İnsan dünyaya tertemiz bir fıtratla (yaratılışla) gelir. Âkil-bâliğ olduktan sonra kendi yaptıklarına ve tercihlerine bağlı olarak ya bu temiz fıtratı aynen korur, ya da onu kirletir.

Kur’an nefislerin/kalplerin tezkiyesinden (arındırılmasından) bahsettiğine göre onların kirlenmesi de söz konusudur. (Şems 91:10)

Vahiy, beden ve elbise temizliğini emrettiği gibi, kalp ve nefis temizliğini de emretmiştir. Onun daha çok önem verdiği temizlik ise kalp ve nefis temizliğidir. Kur’an’ın ‘tezkiye’ dediği temizlik de budur.

Kirlenen nefisler nasıl temizlenir? Bunu Kur’an’ın iman edenlerin nasıl tezkiye olabileceklerini anlatan âyetlerinden anlayabiliriz. Kur’an nefsin kirlendiği söylerken, nefsi arındırma (tezkiye etme) yollarını da göstermiştir.

Tezkiyede şöyle bir sıralama var:

-Öncelikle Allah (cc) dilediğini tezkiye eder. (Nisâ 4:49) Öyleyse tezkiyede ilk fâil Allahtır. Ancak O (cc) arınmak isteyeni, “tezkiye olunuz” davetine kendi iradesiyle icabet edeni ve nihayet bunu hak edeni tezkiye eder (arındırır). Ya da arınmasının önünü açar.

-Peygamber (sav) de kendisine verilen peygamberlik misyonu ile, vahiy ile, örnekliği ile dileyenleri tezkiye eder.

-En nihayet insan kendi özgür iradesiyle hidâyeti seçer ve İslâmın sunduğu imkanlarla, amellerle (ibadetlerle) nefsini tezkiye eder.

Vahiy kisiyi  kalbe yük olan, nefsi kötülüklere sürükleyen inanç ve meyillerden, niyetlerden, kirlerden, pisliklerden, günah eylemlerden arınmaya çalışır. Tezkiyede kulun isteği, serbest iradesi ve çabası önemlidir. O arınmayı ister ve tezkiyenin araçlarını devreye sokarsa; işte o zaman Allah (cc) tıpkı arzu edene Kur’an’ı anlamayı, (Kamer 54:17,22, 32, 40), kolay olanı (Cennet’e gitmeyi) isteyene daha da kolaylaştırdığı (Leyl 92:5-7) gibi; tezkiyeyi de onu isteyene kolaylaştırır. Ancak bazılarını tezkiye etmez. (Bakara 2:174-175. Âli İmran 3:77)

Dünyada iken vahiy ile tezkiye olanlar kurtulur (felaha erer). (Şems 90:7-10. A’la 87:14-15) Onların âhirette yeri Adn cennetleridir. (Tâhâ 20:76)

Peygamber’in (sav) gönderiliş amaçlarından biri de onun ümmetini tezkiye etmesidir. Bu gerçek Kur’an’da dört defa yer alıyor.

“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran (yüzekkîküm), size kitap ve hikmeti öğreten (ta’lim eden),  bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 2:151, 129. Âli İmran 3:164. Cumua 62:2)

İlk vahiylerde sık sık üzerinde durulan tezkiyenin dinin temel amacı olduğunu söylemeliyiz. Zira vahiyden mahrum, ilâhi eğitim metodundan uzak kalan, hayatına İslâmın ilkeleriyle yön vermeyen herkes nefsini kirletir. Vahiy, ilkeleriyle ve müjdeleriyle iman edenleri tezkiye eder.

Bu aynı zamanda vahyin eğitim metodudur.

Hüseyin K. Ece

31.08.2021

Zaandam

 

[1] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 78

[2] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/196-199

[3] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69

[4] Komisyon, Mu’Cemu’l-Vasît, s: 80. Luvîs. M. El-Müncid, s: 57. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 89

[5] Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 215

[6] el-Isfehânî, R. El-Müfredât, s: 78

[7] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/199

[8] Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 218

[9] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69

[10] Cürcânî, Kitabu’t-Ta’rifât, s: 51-52

[11] Alagaş, M. Kur’an’a Yönelirken, s: 33

[12] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 244

[13] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[14] Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/109

[15] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[16] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/790-791

[17] el-İsfahânî, R. el-Müfredât, s: 313. İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46. Cevherî, es-Sıhah, 6/332

[18] el-Fîrâzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, s: 1292

[19] İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46. Cevherî, es-Sıhah, 6/332