Bununla ilgili bir kaç soru sorulabilir:

Müslümanlar açısından ‘öteki’ diye bir kavram var mı? Ya da bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

 

Başkalarıyla birlikte yaşamak bir realite olduğuna göre, ötekilere karşı tutumumuz nasıl olmalı? 

İslâmda başkalarına ihsan etmek mi, yani iyi davranmak mı esastır; yoksa hasım olmak, düşman görmek, güvensizlik veya dışlamak mı?

‘Öteki’ diye nitelediğimiz kişiler müslüman da olabilir, gayr-i müslim de... Yazı boyunca kullanacağımız ‘öteki’ tabiri iki grubu da kapsıyor.

Müslümanların başkalarıyla-ötekisiyle ilişkilerini genel olarak üç başlıkta açıklamak mümkün...

        A-Ötekiyle veli-velâyet (dostluk) ilişkisi ve din kardeşliği bağı

Başkalarıyla dostluk ilişkilerine, yakınlık kurmaya, sırdaş olmaya  ‘velâyet’, kendisiyle dostluk, ahbaplık, sırdaşlık kurulan ve bunu yapan  kişiye de ‘veli’ denir.

Bu kavram candan dostluğu anlattığı gibi, müttefik olmayı ve anne-babanın çocukları üzerindeki görevini de ifade eder.

Veli’ kelimesinin kökü ‘velâ’dır. Bunun masdarı da ‘vilâyet veya velâyet’tir. Bu da sözlükte; iki şeyin aralarına yabancı bir şey girmeyecek şekilde peşpeşe meydana gelmesi demektir. Buradan benzetme yoluyla bir şeyin yakınında bulunma, bitişiklik, yaklaşma manâlarına ulaşılmıştır.

Velâyet’; arkadaşlık, niyet, yer, zaman, din ve nisbette, yardımda, inançta tam bir yakınlık, yanyana bulunmadır.[1] 

Bu anlamıyla ‘velâyet’; yardım etmek, sevgi, zafer, ikram, sevdiği kişilerle beraber olmayı da ifade eder.

‘ Velâyet’ ve bu kökten gelen ‘tevellâ’ aynı zamanda bir işi yüklenme, işinde tasarruf sahibi olma, yönetim ve yetki sahibi olma, yardım işini üzerine alma, destek olma demektir.[2]

Velâyet, yani dost ilişkileri daha çok aynı inancı paylaşanlar arasında gerçekleşen bir yakınlığı ve ilişkiyi ifade etmektedir. Bu ilişki, hem hissî anlamda bir beraberliği, hem de yardımlaşma ve müttefik olmayı kapsar.

Kur’an, müslümanlar arasında böyle bir velâyet/dostluk ilişkisi olmasına işaret ediyor. Bu dostluğun ilk ve tipik örneği Muhâcir ve Ensâr’dır. (Bkz: Enfâl 8:72)

-Kur’an’da veli

Veli kelimesi Kur’an’da; dost (Muhammed 47:11), yardımcı ve taraftar  (Enfâl 8:40), koruyucu, sahip, gözeten (Âli İmran 3:150), candan dost, sırdaş, müttefik (Âli İmran 3:28), yetkili, hâkim (Bakara 2:282. İsrâ 17:33. Neml 27:49) manâlarında kullanılmaktadır.

Veli (çoğulu evliyâ)’; seven, candan dost, yardımcı, işini yüklenen, en yakın, sırdaş, müttefik, sevip destek olan demektir. 

‘Veli’;  ‘düşman olmanın’ karşıtıdır. (Nisâ 4:45. Kehf 18:50)

Kişiye sevgi ve yardım duygularıyla yaklaşıp onu hiç terketmediği için yardım eden candan dosta ‘veli’ denilmiş.            

‘Veli’ olmak, veli olunan üzerinde bir yetki ve hak sahibi olmayı ifade eder. Anne-babanın çocukları için veli olması gibi... Bu da, onlara tahakküm edici bir yetki değil; aksine her bakımdan onların iyiliğine çalışmayı, ilgilenmeyi ve yardım etmeyi, ihtiyacını gidermeyi gerektiren bir yetki ve haktır.

İnsanî ilişkilerde bir kimseyi veli edinmek; onu dost saymak, onunla yardımlaşmak, -yetki sahibi ise- otoritesine boyun eğmek, ona ait görev ve yetkilerini tanımak anlayışını beraberinde getirir.

Denildi ki; ‘veli’ kelimesinde doğrudan doğruya sevgi manası yok. Ancak ondaki dost ve yakınında olma, işini üzerine alma, yardımcı olma gibi anlamları düşünürsek, işin içerisinde sevginin de olduğu görülecektir.

Bu gibi özellikler aynı zamanda gerçek dostun da (velinin de) belirgin nitelikleridir.

‘Velâyet, veli olmak’; sırdaş olmak, yardım etmek, sevdiği kişilerle beraber olmaktır. Birinin velisi olan onun devamlı iyiliğini ve mutluluğunu ister. Candan dosta düşen, dostuna tehlikeler karşısında yardım etmektir.

Buna göre veli, dostunun zararını gidermeye kâdir olan ve devamlı fayda sağlayandır. Bu durumda asıl dost, Yüce olmakta, ikinci derece inanç ve fikir bazında uyuşabilen insanların dostluğu gündeme gelmektedir.[3]

-Ötekileri veli edinmek (muvâlât)

Başkalarıyla bir ortamı paylaşmak, komşu olmak, arkadaşlık kurmak, yerine göre birlikte çalışmak normaldir. Hayatın gereği, bugünkü çalışma ortamları ve yerleşme şartları bunu zorunlu kılıyor. Bazıları bazılarına öteki, yabancı, göçmen, sığınmacı dese de durum böyle...

Ancak Kur’an’ın velilik dediği bağ, ilişki, manevi anlamda yakın olma; müslümanlar arası özel bir dostluk, kardeşlik, sevgi ve müttefiklik bağıdır.

Kur’an;  öncelikle Allah’ı, Rasûlü’nü bu anlamda ‘veli’ edinmeyi emrediyor. Müslümanlar buna bağlı olarak din kardeşleri olan diğer müslümanları velileri olarak bilmek, onlara veli olarak davranmak, ya da İslâmın öngördüğü velâyetin gereğini yapmak durumundadırlar.

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır (velileridir). İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9:71) Bu da imanın gereğidir. (Mâide 5:55)

Diğer taraftan mü’minler arasında velâyet ilişkisi olduğu gibi, Kur’an’ın kâfir dediği kimseler de birbirlerinin yakını, dostu, yardımcısı ve destekçisidirler. Onların da kendi aralarında bir yakınlık, dayanışma ve  müttefiklik söz konusudur. (Bkz: Enfâl 8:73)

Mü’minler, herkese ve her şeye karşı iyi davranmaktan, adâlet göstermekten, ihsan ve merhamet etmekten sorumludurlar. Onlar başkalarının haklara saygı gösterirler. İhtiyaç anında kim olursa olsun yardım ederler. Başkalarına iyi davranmak, güzel komşuluk kurmak, arkadaşlığa vefa göstermek, ya da insanların iyiliğini istemek müslümanın güzel huylarındandır.

Ancak iman bağının kurduğu ‘velilik’ farklı bir şeydir. Ne bütün bu güzel davranışlar, inkârcıları dinî anlamda veli edinmeyi gerektirir, ne de mü’minler arasındaki velilik bağı, başkalarına kötü davranmayı, ya da herkesi düşman/hasım bilmeyi gerektirir...

Kur’an, böylece bazı din-inanç gruplarını -mü’minler arasında olması gereken şekilde, ya da İslâm ümmeti aleyhine- veli (candan dost, müttefik, sırdaş) edinmeyi yasaklıyor. Mesela;

Allah’ın kâfir (inkârcı) diye nitelediği kimseleri (Âli İmran 3:28),

din konusunda müslümanlarla savaşan, ya da onları haksız yere yurtlarından çıkaranları ve bunlara yardımcı olanları (Bkz: Mümtehıne 60:8-9),

dinde ikili oynayan gayri ciddi, kalleş, tehlikeli olan kimseleri, fırsatını bulunca İslâmın ve müslümanların düşmanlarına yardımcı eden münafıkları (Nisâ 4:88-91),

Allah’a kafa tutarak azgınlaşan zorba, ya da bazıları tarafından tanrılaştırılan put tağutları (Bekara 2:257),

 müslümanlara düşmanlık, kötülük eden kitap ehlini (Maide 5:51, 57-58, 80-81)... (Böyle olmayan başka din mensuplarıyla normal hayat ilişkilerini sürdürmek yasaklanmış değildir. (bkz: Mümtehine 60: 8-9. Nisâ 4:36)

Bir örnek: Hz. Ebu Bekr’in kızı Esma anlattı: “Annem bana Kureyş’le anlaşma yapıldığı zaman gelmişti. Annem o zaman müşrikti. Rasûlüllah’a sordum: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Annem bana geldi. Kötü bir durumdadır. Anneme sıla yapayım mı (ona iyilik edeyim mi)?” Buyurdu ki: “Annene iyilik et.”[4]

Berâ’-teberri nedir?

Kur’an, müslümanlar arasında bir candan dostluk, bir velâyet bağı kurduğu gibi, insanlardan bazılarına karşı mesafeli durmayı, dikkatli olmayı öğütlüyor. Bu da daha çok inançta, ahlâkta (davranışlarda), dünya görüşünde ve müttefik olma konularındadır.

Kur’an’ın bu konudaki ölçülerine dikkatle bakılırsa bu, ötekilerden temamen bir yüz çevirme, düşmanlık duyma değil; zararlı olabilecek bir oluşuma karşı tedbirli olma amacına yöneliktir.

‘Berâ' veya teberri’, terketmeyi, uzaklaşmayı, yakınında bulunmamayı ifade eder. (Enfâl 8:19. Haşr 59:16)

Kur’an, müslümanları zarar vermekten geri durmayan müşriklerden yüz çevrilmesini, temkinli olmayı, onları sırdaş/candan dost kabul edilmesi konusunda uyarıyor.

“Ey iman edenler! Kendinizden olmayanı sırdaş (bitâneh) edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermekte kusur etmezler. Size sıkıntı verecek şeylerden hoşlanırlar...” (Âli İmran 3:118)

Müslümanların, her durum ve şartta kötülük yapmaktan geri durmayan, onların aleyhine çalışan, onları zayıf düşürmeye çaba gösteren bütün kişi ve topluluklara karşı dikkatli olmaları haklarıdır. Bu müslümanlardan kaynaklanan bir nefret değil, onlara hasmâne duygular besleyen kötü insanların tavırlarına karşı bir önlemdir.

Kur’an’a göre, müslümanlar başkaları şöyle dursun, hukukî anlamda ve biyolojik velileri olan babaları ve öz kardeşleri bile inkârcılığı tercih edip, bir de bunun savaşçılığını yaparlarsa; onları (din kardeşliği anlamında) veli/dost edinmeyi, sırdaş tutmayı yasaklıyor. (Mücâdile 58:22)

Ancak Kur’an, anne-baba gayr-i müslim olsalar bile onlara ihsan etmeyi, onunla ilişkiyi kesmemeyi ve iyilikle davranmayı emrediyor. (Lukman 31:/14-15)

Mü’min, ahlâkını bozacak, müslümanlara zararı dokunacak ötekilerle velâyet (candan dostluk) ilişkilerine girmesi doğru olmaz.

-Müslümanların din kardeşliği

Mü’minler dinde kardeş (Hucurât 49:10) ve birbirlerinin velisidirler. (Tevbe 9:71) Öyleyse kardeşliğin ve veli olmanın gereğini yapmalılar.

Hadislerde de aynı ifadeyi görüyoruz.[5]

Peygamber (sav) mü’minlerin veliliğine şöyle işaret ediyor:

“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin örneği bir tek beden gibidir. Onda herhangi bir organ rahatsızlanacak olursa vücudun diğer kısımları ateşin yükselmesi ve uykusuzlukla ona katılır.”[6]

“Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez.”[7]

“Nefsim kudret elinde olan Zât’a (Allah’a) yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınz.”[8]

Kur’an’ın mü’minler arası kurulmasını istediği velilik bağı din kardeği bağından daha kapsamlı ve daha kuvvetlidir. Bu bağ da; dinde kardeşlik, çıkar, duygu ve fikir yakınlığı, hayırda yarış, birbirini destekleme ve müttefik olma beraberliğidir.

Birbirlerinin kardeşi ve velisi olan mü’minlerin birbirleri üzerinde ‘velâyet’ görevi, buna bağlı olarak da hakkı ve yetkisi bulunmaktadır. Onlar bu hakkı; -münafıkların aksine- birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’rufu emrederek, münkerden alıkoyarak, birbirlerine yardım ederek, dostluğu ve sevgiyi birbirlerine göstererek, her zaman onların iyiliği için çalışarak yerine getirirler.

Mü’minler, diğer müslümanların, İslâmın aleyhine olacak şekilde bozguncu (müfsit), zalim, saldırgan ve ahlâksız ötekilere destek ve müttefik (işbirlikçi) olmazlar.  

‘Velâyet-veli’ gerçeğini Kur’an’la anlamış bir müslüman, mutlak ve değişmez ‘Veli (biricik Yüce dost, yakın ve mutlak yardımcı)’ olarak Allah’ı tanır. Sonra da Allah’ın dışındaki kimselerle ve odaklarla kuracağı dostlukta temel olarak Allah’a ait velilik ölçüsünü alır.

B-Ötekiyle insanî-ahlâkî ilişkiler

-Güzel ahlâkın (davranışların) önemi

İslâm’ın ana konuları iman (akide), ahlâk, şeriat (ibadet, muamelât) olarak üç kısımdır. Bu sıralama Kur’an’ın önem verdiği ve nüzûl sürecinde uyguladığı sıramaladır.

Mekkî sûre ve âyetlerde daha çok iman konularından, müşrik ve kȃfirlerin içine düştüğü çelişkilerden, ceza alan kavimlerden, hayatın/varlığın anlamından ve ölümden sonraki hayattan; arkasından da, ahlâkî ve insanî değerlerden daha çok bahsedilmektedir.

İslâm’ı; “Allah’a ta’zim (saygı duymak-ibadet etmek) ve O’nun yaratıklarına (mahlukâta) şefkat etmek, güzel davranmaktır” şeklinde de özetleyebiliriz.

İslâm; ayrıca “tevhid, adâlet ve meâd üçlü bir muhtevaya sahiptir.

Tevhid; insanın Allah (cc) ile ilişkilerini,

adâlet; insanın kendisiyle, ailesiyle, toplumla ve tabiatla ilişklerini,

meâd; ölümden sonrasına hazırlıklı olmayı ifade eder.

Bu durum İslâmda güzel ahlâkın yerini ve önemini belirler. İman ve ibadet kişinin Allah’a karşı; muamelâtın bir kısmı ve güzel ahlâk ise kişinin çevresine, ötekilere karşı görevidir.

Herkesin kendine göre huyları, o huylara yön veren karakteri vardır. İyi ve kötü huy nitelemesi herkese göre, her inanca ve kültüre değişse de, kişinin ortaya koyduğu eylemler sonuçta onun huyu, seciyesi, ahlâkı diye isimlendirilir.

Ancak İslâm ahlâkı değil; güzel ahlâkı emreder. Bundan dolayı “el-islâmu hüsnu’l-huluk-İslâm güzel ahlâkın tâ kendisidir” denilmiştir.

İnsanlara niçin kitap ve onunla birlikte İslâm indirildi, neden elçiler görevlendirildi sorusuna pek çok cevap verilebilir. Bu cevaplardan bir tanesi de ”insanlara güzel ahlâk kazandırmak için“ olur. Vahyin hedefi güzel ahlâklı, olgun şahsiyetli, model insan yetiştirmektir.

Zira güzel ahlâk insanın için kulluktur, seviyedir, değerdir, saygınlıktır ve mutluluk imkanıdır.

Herkes ötekilerle ilişkisini işte bu adâlet, ahlâk, hoşgörü ve merhamet açısından değerlendirmeli.

-Ahlâkî ilişkiler

Bir müslüman için başkalarıyla ilişkilerde yine en güzel örnek Rasûlüllah’tır (sav). Onun izlediği davet ve insanî ilişki metodunda belli bir ırka ve gruba mensup olma değil, insanın sahip olduğu şeref ve haklar esastır. Buna herkes dâhildi.

Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır...”[9]

İslâm ehl-i kitabın kadınları ile evlenmeye ve kestikleri­nin yenilmesine ruhsat veriyor. Onlarla mücadelenin en güzeli ile, işe yarar bir yaklaşımla olmasını tavsiye ediyor. (Ankebût 29:46)

Hicretten sonra Medine’deki yahudi toplulukları ile onlar ihanet edinceye kadar anlaşmalı olarak barış ve güven içinde yürüdü.

Bir gün Peygamber’in önünden geçen cenaze için ayağa kalktığını gören sahabeler onu uyararak; “Ey Allahın Rasûlü, o bir yahudi cenazesidir, niçin kalktınız?”  demeleri üzerine; “O da bir insan değil mi?” ya da “(Cenaze ürkütücüdür), onu görünce ayağa kalkınız” karşılığını verdi.”[10] 

Âişe (r.anhâ) şöyle anlattı: “Rasûlullah vefat ettiği zaman zırhı, otuz ölçek arpa karşılığında bir Yahudide rehin bulunuyordu.”[11] 

Yani onların ve din gruplarının öteki olması Rasûlüllah’ın onlarla kavgalı olmasını gerektirmemiştir.

Kur’ân’da; adâlet, i’tidal, hoşgörü, doğruluk ve dürüstlük, ülfet, kardeşlik ve dostluk, sevgi ve dayanışma, barışçılık, cömertlik, hikmet, hayırda yarışma, güler yüzlülük, dürüst davranma, anlaşmalara riayet etme, selâmlaşma, ağırbaşlılık, olgunluk, zayıflara, yetimlere yardım, iyilikleri yaygınlaştırma, haklara saygı gibi birçok faziletli tutum ve davranış üzerinde duruluyor.

Bütün bunlar da başkalarıyla iyi geçinmenin olmazsa olmazlarıdır.

-Ötekine mudâra yapma (iyi geçinme)

‘Mudâra’ sözlükte; yuvarlak kesilip su kovası yapılan deri demektir. Bu kovanın ağzı içine su koymaya uygun olmalı. Bu anlam işler, davranışlar hakkında da kullanılmış.[12]  Öyle ki deri nasıl kova olarak elverişli hâle getirilirse, davranış da işin içinden çıkmaya elverişli duruma getirilmeli. 

Buradan hareketle ‘müdâra’; kavram olarak birisine karşı içindeki öfkeyi ve mesafe koymayı şerrinden korunmak, gelebilecek tehlikeyi savabilmek için saklayarak; yumuşak davranmak, güleryüz göstermek anlamı kazanmış.[13]      

Mudâra tavrı tıpkı takıyye ruhsatı gibidir. Dinin ve müslümanların faydasına, ya da dünyevî bir maslahat için başvurmak caizdir. Yalnız ölçü kaçırılmamalı, nasıl müdâra yapılacağı iyi ayarlanmalı, ‘müdâhane’ye, yani iş yağcılığa varmamalı...  

‘Mudâra (yerine göre davranma) ile ‘muvâlât’ (veli edinme) farklıdır. Bu tutum; dalkavukluk yapmak, akideden, İslâmî anlayıştan veya ahlâktan taviz vermek değildir.

Müslüman geçim ehlidir. “Mü’min, başkasıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kişidir. İnsanlarla güzel geçinmeyen ve kendisiyle güzel geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.”[14] 

Ama o çıkarı, korkusu veya beklentileri sebebiyle yanar-döner, kişiliksiz, ilkesiz, bulunduğu kabın şeklini alan, sakala göre tarak vuran, yağcılık yapan bir kimse değildir. O, ülfet etmenin, insan haysiyetine saygı duymanın, insanların gönlünü kazanmanın, onları güzelliklerle tanıştırmanın adamıdır.

Müdâra, ötekilerle iyi geçinmedir, kavga etmemektir. Başkalarından gelebilecek zararları savabilme dikkatliliği, yabancılaşmayı ve düşmanlığı azaltma titizliliğidir.

Bazıları ‘müdâra’yı, ‘müdâhene’ zannederler. Bu yanlıştır. Müdâra teşvik görür, müdâhene kınanır. Müdâra, asla ikiyüzlülük ve yağcılık, karşıdakinin yanlışlarını kabul etmek, haksızlığı sineye çekmek, olduğundan çok farklı görünmek değildir.  

Müdâra bize göre zamanımızda daha fazla başvurulacak bir ruhsattır.

-Ötekilere takıyye yapılır mı?

‘Takıyye’, imanı, fikri, durumu zorlama ve tehlike anında gizlemektir. Bu da istenilen şeyi dil söyleme ile sınırlıdır. Kalb ve amel ile takıyye yapmak caiz değildir denmiş...[15]

Kur’an böyle bir ‘takıyye’ye izin veriyor. (Âli İmran 3:28)

Mü’minler kötülerden gelebilecek zararlardan korunmak için tedbirli olmak zorundadırlar. Bu ise onları veli edinmeden, ya da ikiyüzlülük, yağcılık yapmaktan, ilkesiz olmaktan farklı  bir durumdur.

C-Aynı ortamı ve şartları paylaşma sebebiyle sosyal ilişkiler

-Beraber yaşama mecburiyeti

Savaşlar, göçler, iş arama, geçinme şartları, tahsil yapma, iltica talebi, giderek dünyanın küçülmesi, iş alanlarının, ticarî ilişkilerin uluslararası alana taşması ve benzeri sebeplerden dolayı müslümanlarla ötekiler birarada olabilir, birarada yaşayabilirler.

Şartlar dindalar ile, dini hayata önem vermeyenleri farklı mekanlarda biraraya getirebilir. Bazı müslümanlar, halkının çoğu gayr-i müslüman ülkelere göç ettiği gibi, gayr-i müslimler de halkının çoğu müslüman olan ülkelere göç edbiliyorlar. Bu gün saf İslâm ülkesi kalmadığı gibi, saf gayr-i müslim ülkesi de kalmadı denilebilir. Bu bir realitedir.

Birarada bulunmaktan veya birlikte yaşamaktan dolayı bazı haklar ve yükümlülükler-görevler, hukukî ilişkiler gündeme gelir. Hukuk da hakları belirler ve hareket alanlarını sınırlar, bazı sorumluluklar yükler.

Bundan dolayı müslümanlar, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, nerede olurlarsa olsunlar; başkalarını da hesaba katarak davranmaları gerektiğinin farkındadırlar. Üstelik onlar inandıkları Dine göre hakkın şâhitleri, temsilcileri ve ötekiler için modeldirler. (Bakara 2:143. Hacc 22:78)

Yani müslümanlar İslâmı öylesine güzel yaşamalılar, öyle güzel ahlâk örneği olmalılar ki; ötekiler onlara gıpta etsinler, onların şahsında, davranışlarında İslâmı tanısınlar.  

Müslümanların ötekilere karşı davranışları adâlet ve ihsan, yani güzel ahlâk anlayışına dayanır.  (Mâide 5:8. Âli İmran 3:134) Adâlet herkese hakkını vermek, ihsan ise daha fazlasını vermek, daha fazla güzel muamele etmek, daha güzel davranmak demektir.

-Komşuluk ilişkileri

Bugünkü şartlarda ötekilerle istenmese de komşu olunuyor. Komşu seçmek neredeyse imkansız.

İslâm genelde komşulara iyi davranmayı, onları rahatsız etmemeyi, onlarla iyi geçinmeyi emretmektedir. “Allah’a ibadet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşunuza, uzak komşularınıza... iyilik edin...” (Nisâ 4:34)

Komşulara iyi davranmak ahlâkın kemâlindendir. Kişi şahsi gücüne göre, ya da duruma göre, çeşitli şekillerde ötekilere iyilik ederek, ya da zarar vermeyerek bu emri yerine getirebilir. Bu hediyeleşmeden selâm vermeye, hâl hatır sormaya, teselli etmeye, güler yüz göstermeye, onu rahatsız edici davranişlardan kaçınmaya kadar uzayabilir.

Müslüman komşuluk ilişkilerinde de adâlet ve ihsan ahlâkını elden bırakmaz.

Ebu Hureyre’nin (ra) rivâyetine göre Peygamber (sav) şöyle dedi:

Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve âhiret gününe iman edne komşusuna eziyet etmesin. Allaha ve âhiret gününe iman eden har söylesin, yahut sussun.”[16]

“Komşusu zararından emin olmayan kimse Cennete giremez.“[17]

Abdullan ibni Amr (ra) ailesine; “(Kesilen koçtan) yahudi komşuya hediye ettiniz mi?” diye sordu. Zira ben Rasûllah’ın (sav); “Cebrail bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiye de bulundu ki, komşuyu komşuya mirascı kılacak zannettim” buyurduğunu işittim” dedi.[18]

Hadiste geçen ‘komşu’ ifadesi, müslüman-gayr-i müslim, dindar-fâsık (günahkâr), yerli-yabancı, akraba-yabancı her türlü komşuyu kapsar.

“Komşun müslüman akraban ise, senin üzerinde akrabalık, müslüman kardeşlik ve komşuluk hakkı vardır. Komşun akraban olmayan bir müslüman ise, ona karşı müslüman kardeşlik ve komşuluk görevlerin vardır. Komşun gayr-i müslim ise onun senin üzerinde komşuluk hakkı vardır.[19]

Görüldüğü gibi müslüman olsun olmasın, akraba olsun veya olmasın; her türlü komşuya iyilikte bulunmak, en azından zarar vermemek, rahatsız etmemek İslâmda önemli bir ibadettir.

Birarada ahenk ve barış içinde yaşayabilmek için buna ihtiyaç vardır. Kavga, çekişme veya düşmanlık ortamında kimsenin mutlu olduğu söylenemez.

Müslüman emin (güvenilir) ve muhsindir. Yani kulluğunu güzel yaptığı gibi davranışlarını da güzel yapar. Herkese ve her şeye karşı güzel muamele eder.

-Ötekilerle arkadaşlık ilişkileri

Gayr-ı müslim ötekilerle din kardeşliği veya‘velâyet’ bağı olmaz. Zira bu farklı bir ilkedir ve akide-inanç temeline dayanır.

Ancak bunun olmaması, onlarla bir arada bulunulamaz, onlarla komşu olunamaz, onlarla iş, okul, sokak, kurum arkadaşlığı yapılamaz anlamına gelmez. Farklı dinde olmak, farklı düşüncede olmak, kavgayı, hasımlığı veya dışlamayı gerektirmez.

Hayat şartlarını gereği ötekilerle aynı mekanları paylaşıyoruz, aynı işleri yapıyoruz, aynı şartlarda hayatımızı sürdürüyoruz, komşuluk yapıyoruz. Bize düşen herkese iyi davranmak, kimsenin hakkını yememek, kimseyi küçük görmemektir.

Onlarla arkadaşlık, müslümanı onların hayat anlayışına götürüyor, ahlâk ve anlayışına etki ediyorsa, İslâmî hayatına zarar veriyorsa; bu arkadaşlığa dikkat etmeli... Üstelik herkesle de arkadaş olunmaz.

Müslümanlar, ötekilerin değerlerini ve tercihlerini yargılamazlar.  Derler ki; “doğru-yanlış, bu onların kendi tercihleridir. Yaptıkları yanlışları (günahları), seçtikleri inancı ve dünya görüşünü onaylamıyorum ama  tercih hakkına saygı duyuyorum. Zira bu hakkı onlara Yaratıcı verdi.” Yeter ki onlardan bir zarar gelmesin, değerlerini müslümanlara dayatmasınlar...

-Sosyal hayatta

Mü’min özellikle iş hayatında, alış-verişlerde, görev almada yapılan anlaşmalara uyar, sorumluluğunu yerine getirir. Bir anlamda üzerine aldığı emâneti korur. O, Rabbine, kendine, ötekilere ve işine karşı doğrudur. Sadâkatın bir fazilet olduğunu, kişiye izzet kazandırdığını, sosyal hayatta, insan ilişkilerinde çok işe yaradığını bilir. Yaptığı işi düzgün yapar.  

Ötekiler müslüman olsun, gayr-i müslim olsun onlara iyi davranır. Efendice hareket eder. İyilik yapar, gönül alır, hoş geçinmeye çalışır.

Müslüman düşük ahlâklı olamaz. O her zaman ve her yerde ciddi bir tavır takınır. Geçimsizlik yapmaz, kaba davranmaz, büyüklük taslamaz, kimseye tepeden bakmaz. Edep ve vakarını taşıyarak toplumdaki görevlerini yerine getirir. Topluma yük olmaz, gücü nisbetinde yük almaya çalışır.

Müslüman, ötekilerden ne bekliyorsa, kendisi de ötekilerine öyle davranır. Başarılara, faziletli işlere, kişiliklerine değer verir. Bu değer verme, onların yanlışlarını, ahlâk sınırını aşan tavırlarını, batıl inançlarını  onaylama, kabullenme anlamına gelmez.

Yukarıda geçtiği gibi müslüman, insanlarla hoş geçinen, âdab-ı muâşereti iyi bilen ve uygulayan insandır. O, bulunduğu sahada en başarılı olmaya çalışır. Bu ona hem itibar sağlar, hem de müslümanlar lehine iyi bir intiba doğurur. Kişisel çıkarlar yerine topluma artı değer katmayı önceler.

-Ötekilerin müslümanlar üzerindeki hakları

Bunlar toplumda müslümanların görevi, ötekilerin de hakkıdır.

1-Kişi haklarına saygı

Herkesin doğuştan ve sonradan kazandığı hakları vardır. İnsana saygı duyduğunu, insanları sevdiğini iddia eden herkesin bu hakları gözetmesi gerekir.

Müslüman, buna ‘kul hakkı’ der ve bundan dikkatli bir şekilde sakınır. Bilir ki ihlâl edilen veya verilmeyen her hak bir vebâldir, hesabı verilir. Allah’tan korkarak kulların-ötekilerin hakkını sırtına yüklenmez.

-Kamu haklarına saygı

İnsanlar birlikte yaşamak zorundadır. Böyle olunca karşılıklı ödevler ve haklar gündeme gelir. Bazı şeyler ortak kullanılır. Ortak kullanılan her şeyde toplumun hakkı olur. Bunlar toprak, hava, deniz, orman, park-bahçe, bütün bir vatan olduğu gibi, kamu hizmetindeki kurumlar da olabilir.

Bir müslüman herhangi bir ülkede yaşıyorsa, orada elde ettiği haklara karşılık kamusal ödevleri de olur.Toplumu rahatsız etmemek, kamuya ait yerleri tahrip, genel emniyeti ihlâl etmemek gibi...

O, topluma ait imkanları, araçları, makamları hakkı olmadığından fazla kullanmaz. Maddi çıkar elde etmek için sahtekârlığa başvurmaz. Ülkede geçerli olan toplum düzenine zarar vermez. Kaosa, anarşiye, toplumsal kargaşaya sebep olmaz. Trafik kurallarına uymadan tutun da, açık veya kapalı yerlerde başkalarını rahatsız edecek her türlü davranıştan kaçınmaya kadar, dikkatli olur.

-İyi Komşuluk

Ötekilerin, müslümanlardan iyi komşuluk görmeleri haklarıdır. Bu demektir ki müslüman komşusuyla öyle güzel geçinecek ki, ayrıldığı zaman “yahu çok iyi bir komşuydu, iyi bir insandı” denilecek kadar... “Oh be, gitti de kurtulduk” dedirtecek davranışlarda bulunan müslümandan onun dini bile razı değildir.

-Temiz bir çevre

Müslümanlara göre “temizlik imandandır.” Maddi ve manevi, her türlü temizlik tabi ki... Müslüman, yaşadığı çevreyi de hesaba katarak yaşar. Çevre üzerinde herkesin; ötekilerin, hayvanların, hatta tabiatın bile   hakkı olduğunu unutmaz. Evini, sokağını, mahallesini, yani bulunduğu her yeri, dahası havayı, suyu, yani çevreyi kirletmez. Çöplere dikkat eder. Atıkları günün imkanlarına göre hâlleder.  

-İslâmı duyma ve canlı İslâmlar görme

Müslümanlarla birlikte yaşayan ötekilerin onların aracılığıyla İslâmın güzelliklerini, ya da canlı islâmlar görme hakkına sahiptirler. Yani müslümanlar başkalarına inandıkları dinin güzelliğini göstermekle mükelleftirler. Bu da sözden ziyade ahlâkla, yaşantı ile, insanî ilişkilerle olabilecek bir şeydir.

Hüseyin K. Ece

10.09.2022

Zaandam

 

[1] İbni Manzur, Lisânü’l Arab, 15/406-415. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 837

[2] Cevherî, es-Sıhah, 6/2528-2530. Firûzâbâdí, Kâmusu’l-Muhît, 4/404. el-Isfehâní, R. el-Müfredât, s: 83)

[3] Kaya, R. Kur’an’da Dosluk İlişkileri, s: 29

[4] Müslim, Zekât/14 no:1003. Buhârî, Edeb/7no: 5978

[5] Buhârî, Edeb/57,58. Ferâiz/2. Müslim, Birr/28-34 no: 2563-2564. Ebû Dâvûd, Edeb/40, 56 no: 4882, 4917. Tirmizî, Birr/18 no: 1928

[6] Müslim, Birr/17 no: 2586 ((6586). Buhârî, Edeb/27 no: 6011

[7] Buhârî, İman/7 no: 13. Müslim, İman/71 no: 45 (170). Nesâî, İman/19 no: 5017. İbni Mâce, Mukaddime/9 no: 66

[8] Müslim, İman/93 no: 54 (194). Ebû Dâvûd, Edeb/142 no: 5193. Tirmizî, İsti’zan/1 no: 2688

[9] Tirmizî, Tefsir/49 no: 3270

[10] Buhârî, Cenâiz/50 no: 1312. Ebû Dâvûd, Cenaiz/42 no: 3174

[11] Buhârî, Cihad/89 no: 2916. Müslim, Müsâkât/124-126 no: 1603 (4114-4117)

[12] Cevherî, ss-Sıhah, 2/327. Aynısı: İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 5/325

[13] Öccü, M. Kur’an’da Veli ve Velâyet, S: 121)

[14] Ahmed B. Hanbel, 2/400, 5/225

[15] Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 3/228

[16] Ebû Dâvûd, Edeb/133 no: 5153.

[17] Buhârî, Edeb/29 no:6016. Müslim, İman/73 no: 46 (172)

[18] Ebû Dâvûd, Edeb/132 no: 5152. Tirmizî, Birr/28 no: 1944. Müslim, Birr/140 no: 2624 (6685-6686) Buhârî, Edeb/28 no: 6014-6015

[19] Tabaranî’den Kütüb-ü Sitte Ter. 10/207