-Yeis: Umutsuzluk-karamsarlık

Bazı insanlar pek çok konuda ümitsizliğe kapılabilir, karamsar olabilir...

Bazıları Allah (cc) onlara bir nimet, bir başarı verdiği verdiği, beklemediği yerden yardım gördüğü zaman sırt çevirirler, yan çizerler. Ya da nimetin nerden geldiğini ve şükretmeyi unutur. Buna karşı onlara kendi hataları veya ihmali sebebiyle bir şer, musibet, bir zorluk dokunduğu vakit de umutsuzluğa kapılırlar. (İsrâ 17:83. Hûd 11:9-10)

Kur’an bu tutuma ‘yeis’ demektir. Bu da arzu edilen şeyden uzaklaşmak istek ve arzunun tükenmesi, ümitsizlik, umudun kalmaması anlamındadır.[1]

‘Yeis’ (ümitsizlik), reca’nın (umut etmenin) karşıtıdır. Yeisin eş anlamlısı ‘kunûd’tur (sonu tı ile). ‘Kunûd’ da, hayr’dan ümidi kesmek demektir.[2] Kur’an’da bir âyette ikisinin birlikte geçiyor.

İnsan, iyi şeyleri istemekten usanmaz; başına bir kötülük (şer) geldiğinde ise büsbütün ümitsiz ve karamsar (olur).” (Fussilet 41:49)

İnsan fıtratı gereği kendine faydalı olan şeyi çok ister. Bunun için  çaba gösterir. Bazıları bu yoldaki sıkıntı ve zorluğa katlanır. Bir anlamda bedel öder. Ama bazıları bunlardan hoşlanmaz. Elindeki nimet ve imkanların gitmesini bırakın, azalmasını bile istemez. Bir zorluğa, musibete düştüğü, sahip oldukları sınav gereği azaldığı veya elinden çıktığı zaman hemen şikayete başlar. Böyle bir sonucu kendisi için felaket, kötülük ve zarar sayar. Arkasından da ümitsizliğe düşer.

Yukarıdaki âyet genelde insanın bu özelliğine dikkat çekiyor.

Yeis hâli, yani umudu yitirmek, karamsarlığa düşmek insanın zayıf yanını gösterir. Bir sıkıntı, zorluk, şer, istenmeyen bir durum olduğunda, ya da istediğini elde edememek bir ümitsizliğe, kötümserliğe dönüşüyorsa bu insanın psikolojisinin bozulduğunu gösterir.

Bu durum egoizmin, nankörlüğün, kıymet bilmemenin, Allah’ın takdirine razı olmamanın, dahası kişinin kendi hatasını görmemesinin bir  görüntüsüdür.

Yeis, yani ümitsizlik ve karamsarlık psikozu öncelikle inkârcıların sıfatıdır. Onların özellikle ölümden sonra gördükleri gerçek karşısında artık bir ümitleri kalmayacak. Zira dünyaya bir daha dönmelerinin imkanı olmayacak. (MümtehIne 60:13)

Allah’ın verdiği ni’metlere kanaat edip şükretmeyenler, isterler ki ellerindeki imkanlar hiç eksilmesin, daha da artsın ve böylece sürüp gitsin. Ancak nankörler az bir sıkıntıyla karşılaşınca yeise düşerler. Hatta Allah (cc) hakkında yanlış düşünmeye başlarlar.

Böyleleri Allah’ı, kendisine bol bol ni’met verirken ‘cömert’, nimet kesilinca bu sefer de ‘alçaltan, değersizleştiren’ diye nitelendirmeye cüret eder. (Fecr 89:15-16)

Bunun sebebi bu gibilerin Allah’ın rahmetinin boyutlarını anlamamaları veya işledikleri cürümlerin çokluğundan ürkmeleridir. Ya da Allah’ın ni’met ve rızık verirken hikmete uygun olarak verdiğini idrak edememeleridir.

İhlaslı bir mü’min Allah’ın takdir ettiğine itiraz etmez. İlâhî adaletten şüphesi yoktur. Payına düşene razı olur. İşlediği her tür amelin mutlaka karşılığını alacağına inanır. Allah’ın kullarını çeşitli şeklillerde deneyebileceğine inanır. (Bakara 2:155) İlâhi sınavı da alır kabul eder. Allah’ın rahmetinden, hikmetinden, lütfundan umit kesmez. O’nun sâlih ameli boşa çıkaracağını aklının ucundan bile geçirmez.

Ümitsizlik hastalığının, takıntısının inanç zayıflığından ya da yanlış Allah tasavvurundan kaynaklandığını söylemek mümkün. Böyle kimseler, Allah’ın adâletinden ve hikmetle iş yapmasından şüphe ettikleri gibi, rızık ve nimet verenin da Allah olduğunu da unuturlar. 

Kötülük yapanlar, fesada sebep olanlar, zalimler günün birinde, belki de ölümü düşünerek yaptıkları hataları anlarlar. Belki de bir anda her şeyin bittiğini düşünerek ümitsizliğe kapılırlar. (Rûm 30:36) 

Allah (cc), yarattığı insanın günah işleyeceğini de, isyan edeceğini de, iman edeceğini de, inkârcı olacağını da bilir. Buna karşı O, hatasını anlayıp tövbe edenleri, inkârdan sonra imanı tercih edenleri hem bağışlar, hem de onların tövbelerinden razı olur.

İnsan sürekli hata yapar, Allah (cc) da hatalarından vaz geçenleri (tevbe edenleri) bağışlamaya devam eder.

Günlük hayatta ümitsiz ve karamsar (pesimist) olmak doğru değildir ama bunların en kötüsü Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir.

Yakup (as) oğullarına Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini söyledi. Zira ancak inkârcılar ve sapıklar Allah’ın rahmetinden ümitsiz olur. (Yûsuf 12:87. Hicr 15:50)

Allah (cc), günahkâr mü’minleri ümitsizliğe düşmemelerini, bunun yanlış olduğunu, insanın teslimiyet ve hatalarına tevbe ile Allah’ın rahmetini hak edeceğini haber veriyor. (Zümer 39:54-55)

‘Yeis hâlinde’, ya da ölümün şiddetini bizzat görüp, hayattan bir umudu kalmayan bir kimsenin iman etmesi konusu tartışılmış. Halbuki konu tartışılmayacak kadar açık. Kur’an, bu durumda yapılan imanın geçerli olmadığını açıkça söylüyor. (Yûnus 10:90-91)

İman edip sâlih amel işleyen mü’minlerin tevbesi ise can boğaza gelinceye kadar geçerlidir.[3]

Diğer taraftan ‘yeis’ ümitsizlik, eli kolu bağlı bekleme, kötümserlik ve biraz da tembellik durumudur ki bu bir mü’min için caiz değildir. Kimileri çoğu zaman yapılması gerekeni farklı sebeplerden dolayı yapmazlar, ne yapacaklarını bilemezler. Sonra da elleri koynunda bekleyerek umutsuzluğa düşerler. Halbuki Allah (cc) her bir başarıyı sebeplere bağlamış, günah ve hataları tevbeden sonra bağışlayacağını müjdelemiştir.

 

-Yağmur: Umudun müjdecisi

Yağmur, kendisini bekleyenlerin, kendisine muhtaç olanların umududur. Bitkilerin, ekinlerin, toprağın, çiçeklerin... Çölün, dağların ve ırmakların da... Çatlamış yerin, kurak mevsimlerin, “yağdır Mevlâm su” diyenlerin ümididir.

Kuraklık olur, yer susuzluktan çatlar. Ekinler birkiler susuluktan boyun büker. Kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Ortalık aşırı sıcaktan kavrulur. İşte böyle su açısından umutların bittiği yerde, Allah (cc) gökten yağmur indirip yeri canlandırır. Yer suyunu alınca da ürününü vermeye başlar. Su bekleyenler de muradına erer. Umutları gerçekleşmiş, beklentileri karşılık bulmuştur.

“... Sen yeryüzünü de ölü ve kupkuru görürsün. Fakat biz onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler verir...” (Hacc 22:5. Bir benzeri: Fussilet 41:39)

Allah (cc) tıpkı yağmur gibi olan rahmetini her zaman gönderir, ölü kalpleri diriltir, kötülükleri iyiliğe çevirir. O, kendisinden hakkıyla korkup sakınanlara her zaman mutlaka bir çıkış yolu yaratır.

Eğer kullar O’na hakkıyla tevekkül ederlerse... Yardımı sadece O’ndan beklerlerse... O’ndan yana ümitsizliğe kapılmazlarsa... O’nun, takdiri ve hikmetle iş yapması konusunda şüpheye düşmezlerse. (Tahrim 65:2-4)

-Umudu kişilik hâline getirenler: Rabbaniyyûn

BU kelime Kur’an’da üç yerde ‘Rabbaniyyûn’ olarak, bir yerde de ‘Rabbiyûn’ olarak geçmektedir.

Kelimenin ‘iekil verici’ anlamına gelen ‘Rabb’ sözcüğü ile ilişkisi de düşünülürse, Rabbanî; insanlar üzerinde bilgi ve siyaset yönünden etkisi olan, Rabbe her yönüyle bağlı olan, vahiyle yetişmiş mü’min veya âlim demek olur. 

Bütün peygamberler ümmetlerini vahiyle rabbanî yapmakla görevli idiler. “Peygamberler (şöyle öğüt verir:) “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte olduğunuz Kitap uyarınca rabbânîler (Allah’ın istediği kullar) olun.” (Âli İmran 3:79)

Rasûlüllah (sav) kendisine tabi olan sahâbelerini birer rabbanî olarak yetiştirmiştir.

Rabbanîler, hem hak olan şeyleri öğrenirler, hem de Allah’a hakkıyla bağlanırlar. Hem kendilerini Allah’a mensup sayarlar, hem de hayatlarının her alanında Allah’ın ölçüleriyle hareket ederler, ilâhi hükümlerle hükmederler. (Mâide 5:44)

Tarihte nice Rabbanîler, peygamberler ile beraber bulunmuş, onlara yardımcı olmuş, Allah yolunda mücadeleye katılmış ve peygamberlerden sonra da onların davetlerini insanlara ulaştırmaya devam etmişlerdir.

Onlardan sonra Kur’an’ı ve İslâm’ı başkalarına ulaştırma, yaşayarak temsil etmek (şâhit olmak), onları hasımlarına karşı savunma görevi de Vahiy ve Rasûlüllah’ın örnekliği ile yetişen rabbanîlerin görevidir.

Onlar bu görevi yaparken karşılaştıkları zorluk, darlık, çile, hainlik, düşmanlık, baskılara rağmen gevşemezler, ümitsizliğe düşmezler. Onlar önceki ümmetlerin rabbanîlerini hatırlarlar.

“Nice peygamberle birlikte bir çok rabbanîler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve zorluk)tan dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah sabır gösterenleri sever.” (Âli İmran 3:146)

Rabbaniyyûn’dan olanlar hak uğruna her türlü çalışmayı yaparlar. Bu uğurda hiç bir gevşeklik göstermezler. Başlarına gelecek olan güçlükler karşısında geri adım atmazlar. Kısa vadede başarısız olsalar bile umutlarını diri tutarlar. Bilirler ki hak davanın sahibi kendi yolunda sarfedilen bütün emeklerin ve infakların karşılığını verir.

-Umudun yeniden ikrarı: Allah ne güzel Vekîl’dir

Abdullah İbni Abbas’ın (ra) şöyle dediği rivâyet edildi: “Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl-Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” sözünü, ateşe atıldığında İbrahim (as) söylemiştir. Muhammed (sav) de bunu; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çaresine bakınız!” dediklerinde söylemiştir. Nitekim bu haber müslümanların imanını arttırmış, hep birlikte “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” demişlerdi.”[4]

Yine Abdullah b. Abbas şöyle demiş: “Ateşe atıldığı zaman İbrahim’in (as) son sözü “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” idi.”[5]

İbrahim’ın (as) ateşe atılma olayı Kur’an’da anlatılıyor. (Enbiyâ 21:51-70) Baştan beri Allah’a hakkıyla tevekkül eden İbrahim (as) ateşe atılırken de şikayet etmedi. Onun bu teslimiyetinde örnek tevekkül anlayışını ve sağlam umudu buluyoruz. Öyle ya, onu elçi olarak gönderen Makam onun durumunu biliyordu ve her şeyi takdir ediyordu. Öyleyse endişe edecek, şaşıracak, ümitsiz olacak bir durum yoktu.

Sonuç; Ateşin İbrahim’e serin ve selâmetli olması... (Enbiyâ 21:69) Sonra da Allah yolunda hicret, ta Mekke’ye kadar, insanlık tarihinde hayırla anılan bir isim... (Şuarâ 26:84)    

Muhammed (sav) insanların içinden seçilmiş bir elçidir. Mü’minlerin sıkıntıya düşmesi ona çok ağır gelir. O iman edenlere çok düşkündür, çok merhametlidir. (Âlemlere rahmet olmak elbette bunu gerektirir. (Enbiyâ 22:107)

Buna rağmen eğer birileri yüz çevirirlerse şöyle demesi emredildi: “Bana Allah yeter (hasbiye’llah), O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın sahibidir.” (Tevbe 9:128-129)

Cafer-i Sâdık’ın şöyle dediği nakledildi: “Hasbunallahu ve ni’me’l-vekil- Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir deyip de Allah’a güvendiğini söyleyen bir kimsenin hâlâ nasıl ümitsiz olduğuna şaşarım.”

O bu iddiasını Kur’an’a  dayandırıyor. Allah yolunda can verenlerden bahsedilen bir pasajın sonunda şöyle deniliyor:

“O (takva sahipleri) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu topladılar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler.” (Âli-İmran 3:173)

Gerçek müslüman, bir zorlukla, bir musibetle, kendisine kötülük etmek isteyen kimselerle karşılaştığı zaman, ya da birileri onun kötü insanlarla, musibet veya açlıkla, darlık ve düşmanların saldırısı ile korkutmaya kalkıştığı zaman o korkmaz, cesaretini ve ümidini yitirmez, sadece Allah’a dayanıp güvenir. Böyle şeylerden ürpermez, endişe etmez.

Cafer-i Sâdık bize korkuya ve ümitsizlige karşı Kur’an’dan ilaç tavsiye ediyor. Bu ilaç; “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” teslimiyetidir, umududur.

Bununla mü’min korkuyu cesarete, ümitsizliği umuda, imkansızlığı imkana, kasvetli yüreği inşiraha, üzüntüyü müjdeye, tereddütü yakîn’e, çaresizliği Allah’ın yardımını ummaya çevirir.

Cafer-i Sadik yine demiş ki: “Musibetin, zorluğun içinde olduğu hâlde şu âyeti hatırlayıp söylemeyene de hayret ederim.”

“Zünnûn'u da (Yûnus'u da zikret). O öfkeli bir hâlde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: «Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!» diye niyaz etti.” (Enbiyâ 21:87)

Arkasından da müjde geliyor.

“Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21:88)

Olayı Kur’an’dan hatırlayalım. Yûnus (as) kavmi onu dinlemediği için görev yerini izinsiz terketti. Sonunda onu gemiden denize attılar. Onu bir balık yuttu. (Bunun mahiyetini bilmiyoruz)

Orada hatasını anladı, içten tevbe etti, Rabbine sığındı ve O’ndan yardım istedi. Hatta yaptığı için de “ben zalimlerden oldum” deyip kendini suçladı. Allah (cc) duasını kabul etti ve onu bu elemden, bu zor durumdan kurtardı.

Arkasından gelen âyet bütün müslümanlara bir mujde ve ümit veriyor: Musibetlerin, dertlerin, problemlerin, sıkıntıların ortasında olan bir müslüman da tıpkı Yûnus gibi yaparsa Allah ona da yardım eder, hem de ummadığı yerden. (Talak 65:2)

Cafer-i Sâdık başı darda olanların şu âyeti de çok okumalarını tavsiye ediyor:

“… Ben işimi Allah’a havâle ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (Mü’min 40:44)

Bu bir çeşit Allah’a sığınmadır, O’ndan yardım istemedir, umudu büyütmedir. Ancak bu umut insanın içindeki bir hâyal, bir beklenti, bir ümniyye (kuruntu) değil; her şeye gücü yeten ve kullarının yardım isteğini işiten (Bakara 2:186) Allah’a güvenmedir.

Yalnız burada şuna dikkat etmeli: Müslüman bütün benliği ile Hakka teslim olmalı, işlerinde ve davranışlarında Allah’ın koyduğu ölçülere uymalı, büyüklük taslamamalı, O’nun yapabileceği yardımı sadece O’ndan istemeli... (Fatiha 1:5)

 

-Umudun ifadesi: Üzülme (lâ tahzen)

Umut konusunda bir güzel örnek de Rasûlüllah’ın (sav) hicret esnasında, Sevr mağarasındaki olgun tavrı, örnek tevekkülü...

Rasûlüllah (sav) hicrette yol arkadaşı Ebû Bekr (ra) ile birlikte Mekke’den çıkıp bir kaç günlüğüne Sevr mağarasına sığınmıştı. Müşrikler ise her tarafta onları arıyorlardı. Hatta onlardan bir kısmı Sevr mağarasının çevresine kadar gelmişlerdi. Hz. Ebû Bekr onların ayaklarını görmüş ve endişelenmişti.

Enes b. Mâlik Ebû Bekr’in (ra) şöyle dediğini nakletti: “(Hicret yolculuğunda) biz Resûlullah ile mağaradayken müşriklerin ayaklarını gördüm ve:

“-Ey Allah’ın elçisi! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olsa bizi görür” dedim. Rasûlullah (sav) şöyle dedi:

-Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyor?”[6] 

Olayı Kur’an şöyle anlattı: “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme (lâ tahzen), çünkü Allah bizimle beraber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/40)

Rasûlüllah’ın Rabbine tevekkülü tamdı ve O’nun va’dine güveniyordu. Bundan sonra korku, üzüntü, kaygı, umutsuzluk olmazdı.  O bu sözüyle Ebu Bekr’e bu gerçeği hatırlatıp onu teskin etti.

Bir başka âyette Allah’ın dilediği kimselere yardım edeceği vurgulanıyor. “Şüphesiz ki, peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (Mü’min 40:51)

Bu hem Rasûlüllah’a hem de görevini hakkıyla yapan mü’minlere müjdedir, umuttur.

Şu âyette şartlı olarak yine müjde buluyoruz: “(Ey mü’minler!) Gevşeklik göstermeyin, ümitsizliğe düşmeyin ve üzüntüye de kapılmayın. Sizler eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân 3:139)

“Bu âyet; müslümanların, Uhud Savaşı’nda uğradıkları geçici başarısızlıktan dolayı ümitsizliğe kapılmamaları gerektiğini onlara ihtar etmekte ve müslümanlara, güçlü bir îmâna sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olduğunu müjdelemektedir.”[7]

Her zaman umitvâr veya optimist olmak ruhsal sağlıktır, sağlam bir psikolojidir, huzurdur.

Allah, mü’minlere karşılaştıkları her türlü zorluğa, sıkıntıya, haksızlığa, baskıya karşı tıpkı Tâlût’un askerleri gibi “sebât edin” diyor.

Onun adamlarından bazıları Câlût’un askerlerini kalabalık görünce ümitsizliğe kapıldılar. Bu orduya gücümüz yetmez dediler. Ancak gerçek Allah’a kavuşacaklarına inanlar mü’minleri tevekkül ederek, asla ümitsizliğe düşmeden; “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.

Arkasından da savaş gerçeği karşısında şöyle dua ettiler. “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” Sonunda bu az mü’min topluluğu Câlût’u ve ordusunu yendiler. (Bakara 2:249-250)

Rasûlüllah ve bazı mü’minler karşılaştıkları tahammülfersâ zorluklardan dolayı; “Allâh’ın yardımı ne zaman?” deme noktasına geldiler. Kur’an onlara ve bütün mü’minlere; “Bilesiniz ki Allâh’ın yardımı yakındır” dedi. (Bakara 2:214. Saff 61:13)

Bu şüphesiz onlar için muhteşem bir müjde, va’dedilmiş ilâhi umuttur.

 

-Umut ve çıkış yolu

“… Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), Allah ona işinda kolaylıklar yaratır.” (Talak 65:4)

Ne kadar güzel müjdeler ve çıkış yolları... Ama bir şartı var bunun: Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmak, Allah’ı hesaba katarak hareket etmek, O’nun kendisini her an gördüğünü unutmadan yaşamak...

Ya da O’nun indirdiği hükümlerle hükmetmek...

Kişi ne zaman olumsuz şartlara teslim olur da ümidini kaybederse, içinde bulunduğu kuyudan çıkmak için tırmanmayı imkan dışı görür.

Mü’min kişi geleceğe ve bir çözüm olacağına inancını yitirirse, onun imanında zaaf var demektir. Bu Allah hakkında bir şüphedir, O’na güvenmemektir. Burada bir sey yanlış gidiyor demektir.

Çünkü mü’min inanır ki her şey O’nun elindedir.

Enes (ra) anlatıyor: Rasûlullah (sav) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” “Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günâhlarımdan korkuyorum” diye cevap verdi. Rasûlullah da (sav) şu açıklamayı yaptı:

“Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.”[8]

Allah’ın rahmeti varken müslümanın ümitsiz olması gerek yoktur. Yelkenleri suya indirmesi gerekmez. Her şeyin aynen devam etmesi mümkün değildir. Bir gün işler iyi gider, ertesi gün iyi gitmeyebilir. Bir gün her şey güllük gülistanlık olmayabilir, ama takip eden günler bazı şeyler değişebilir insan hayatında. İyi gün kötü kardeştir.

Gelecek bizim için gayptır ve Allah her gün yeni bir şeyi halk eder. Gerçekten O, zor zamandan sonra kolay zamanı da var eder.[9]

Bundan dolayı müslüman sürekli ümitsizliği umuda çevirmek için çaba göstermeli. Şikâyet etmeyi, âsi olmayı, keşke demeyi bırakmalı.

Musa gibi; “Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir” demeli. 

Kesinlikle bilmeli ki Allah dilediğine dilediğini nasip eder. 

-Bir umut önderi: Musa (as)

Musa’nın (as) hayatında pek çok umut örneği var. Allah’ın (st) annesine “çocuğu suya bırak, korkma ve üzülme” emri dahi onun için bir umuttu. Zira (muhtemelen Nil olan) suya sandık içinde bırakılan bir bebeğin sağ salim kurtulması ancak bir mu’cize ile olabilirdi. Nitekim öyle oldu. Musa Firavun sarayına ulaştı ve orada öz annesinin sütüyle beslendi. Delikanlı yaşına kadar o sarayda yaşadı. (Kasas 28:7-13)

Yiğitlik yaşına gelince istemeden de olsa bir kimsenin ölümüne sebep olduğu için Firavun ülkesinden çıkmak zorunda kaldı. Onun bu zor şartlarda oradan çıkıp Medyen’e, Şuayb peygamber’e sığınması onun için birer umuttu. Medyen’e doğru yöneldiğinde; “Umarım, Rabbim bana bir çıkış yolu gösterir” demişti.  (Kasas 28:16-22)

Medyen’de on yıl kaldıktan sonra Mısır’a doğru yola çıkması, ailesiyle zifiri karanlıkta iken uzakta bir ateş görmesi ve gidip getirmesi, Mukaddes Tuva vadisinde Allah’ın kendisine hitap etmesi, peygamberlik görevi ve mu’cizeler vermesi onun için devam eden ilâhi lütuf ve umut idi. (Kasas 28:29-35)

Hz. Musa Allah’a güvenmeseydi, Allah’ın kendisine görevinde yardım edeceğinden umutsuz olsaydı kaçak olarak çıktığı kente, ailesi ile birlikte korkusuzca geri dönebilir miydi? Kardeşi Hârun (as) ile o zamanın en zalim, güçlü Firavun ve sistemine karşı çıkabilir miydi? Firavun’u ve adamlarını İslâma davet edebilir miydi?

Şüphesiz o Allah’ın va’dine güveniyordu ve bu konuda sağlam umudu vardı.

Belki uzun seneler uğraşmasına rağmen Firavun ve adamları iman etmediler. Bari “köle edindiğin İsrailoğullarını serbest bırak” isteğine de olumsuz cavap aldı. Bunun üzerine  Allah (cc) Mûsâ’ya, “Kullarımı geceleyin yola çıkar, muhakkak ki takip edileceksiniz” diye vahyetti. (Şuarâ 26:52)

Hz. Musa bu emir üzerine belki uzun ve gizli hazırlıktan sonra bir gece İsrailoğullarıyla birlite yola koyuldu. Bunu sezen Firavun da onları küçümsemesine rağmen asker topladı ve adamlarıyla “gün doğarken onları takibe koyuldu.” (Şuarâ 26:53-57)

Bu sahneyi hâyalimizde canlandırmaya çalışalım. Çok güçlü bir kral, devlet ve o günün silahlarıyla donanmış sayısız asker. Diğer tarafta uzun süre zayıf bırakılmış, köle muamelesi gören bir grup mü’min... Firavun ordusuna karşı koyacak, kendilerini yakalayıp ceza vermesini engelleyecek hiç bir imkanları yok. Silah ve techizatları, yeterince malzemeleri ve azıkları yok. Önlerinde gemiler, arkalarında destekçileri yok...

Azgın ve zalim bir liderin arkasında azgın bir ordu tarafından görüldüler ve takip ediliyorlar. Allah’ın peygamberi Musa’ya inandılar, güvendiler. Muhtemel ki Musa onlara bu yolda görevlerini olduğunu söylemiştir.

Ancak şimdi... Önlerinde deniz arkalarında Firavun ordusu...

Artık kurtuluş imkansız gibi görünüyor... Felaket, helâk zamanı gelip çattı. Biraz sonra bu zalimler onlara  saldıracaklar. Ölüm çok yakın... Artık ne kurtarıcı ne de yardımcı bulma imkanı var!

Fakat Rabbinden vahiy alan Musa (as) bir an dahi şüpheye düşmedi. Bütün kalbi ile Rabbine güvendi. O’nun yardım edeceğinden emindi. Kurtuluşa kesin gözü ile bakıyordu. Nasıl olacağını bilmese de kendisini yönlendiren ve koruyan Allah olduktan sonra bu gerçekleşecekti.

İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, “Eyvah yakalandık” dediler.

“Mûsâ; “Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir” dedi. (Şuarâ 26:60-62)

Musa (as) gayet sakin, rahat ve mütevekkil: ‘Hayır’, yani bize asla yetişemezler dedi. "Şüphesiz Rabbim benimledir, bana hidayet edecektir" ifadesi, yani bana kurtuluş yolunu gösterecektir demektir.[10]

Çünkü Allah sizi onlardan kurturacağını va’detti. "Şüphesiz Rabbim benimledir” yani merhamet ve yardımıyla onlardan kurtuluş yolunu "bana gösterecektir”.[11]

Musa’nın sahabeleri âdeta şikayetçi olarak ve üzülerek böyle dediler. Musa (as) ise onlara Rabbinin va’dini hatırlatarak garanti gibi umut verdi. Hayır, asla: Paniklemeyin, iş sizin söylediğiniz gibi değil...[12]

Sert ve kararlı bir şekilde... “Hayır, bize yetişemeyecekler. Hayır, biz yok edilmeyeceğiz. Hayır, biz onların tuzağına düşmeyeceğiz. Rabbim bana/bize bir çıkış yolu gösterecektir" Kesin ifadelerle, azim ve inançla...

Bu nebevî tevekkülün, nebevî umudun ta kendisi idi.

İşte o anda, o umutsuzluk ve felaket karanlığına ümit ve müjde ışığı yayıldı. Beklenmedik bir biçimde kurtuluş yolu açıldı.

“Bunun üzerine Mûsâ’ya, “Asan ile denize vur” diye vahyettik.” (Şuarâ 26:63)

Musa (as) bu emri yerine getirdi. Ne kadar sonra, bilmiyoruz; mu’cize ve kurtuluş gerçekleşti. Tereddüt, korku, endişe, şikayet, ümitsizlik umuda döndü. İnsanların imkansız dediği olay oldu. Allah’ın yardım va’di hak edenler için tahakkuk etti.[13]

Koca deniz yarıldı. Musa ve beraberindekiler salimen karşıya geçtiler. Ama iman etmeyen zalim Firavun ve adamları orada boğuldular. Şüphesiz bunda aklını kullananlar için ibretler vardır. (Şuarâ 26:64-68)

Varlığa ait yasaları yaratan Allah, dilediğinde iradesine uygun olarak onları farklı işletme gücüne sahiptir.

İsrailoğulları büyük bir belâ (deneme) ile karşı karşıya kaldıklarını kabul edip artık güç yetiremeyecekleri orduları görünce, Allah (cc) Musa’ya çıkış yolunu gösterdi. Burada Allah (st) mu’cizenin bir elçisi eliyle gerçekleşmesini istedi. Bu yapan ne Musa, ne de asası idi. Güç ve kuvvet Allahındır, olağanüstü (mu’cize) işleri ancak O yaratır.[14]

Kur’an’ın anlattığı gibi Musa (as) bir umut örneği olarak önümüzde duruyor.

“Ardından koşarken boğulsun gece

Gel yine geçelim Kızıldeniz’den” A. Mercan

 

-Netice olarak

Kur’an ümitvâr olmak konusunda müslümanların önünü açıyor. (Bkz: Âli İmran 3:153. Hadid 57:22-23)

Kültürümüzde gelecek ve Allah’ın rahmetinden beklenti hakkında “havf (korku) ve reca” kavramları var.

Reca, geleceğe dair kişinin beslediği umuttur. Öyle ki kendisi için garanti değildir ama iyi olacağına dair beklentisi vardır. Bu ilerisi için positif düşünmek, umitvâr olmaktır.

Havf duygusu; şiddetli bir korkudan ziyâde görevi ihmalden dolayı, va’dedilen sonucu hak edememe endişesidir. Bu da insanı toparlanmaya sevketmeli...

Mü’mine tavsiye edilen, ona faydalı olan şey, her zaman umut içinde (ümitvâr) olmaktır. Zira her şey için mutlaka bir çıkış yolu vardır. (Bkz: Talak 65:2-4) Ancak bu umut fantazi, gerçekleşmesi mümkün olmayan hamhâyal (ümniyye) olmamalı...

Mü’min, kulluk görevlerini ve işlerini düzgün yaparsa, Allah’ın koyduğu yasalara uyrasa O’ndan karşılık bekleyebilir. Bu da çok değerli bir beklentidir. (Bkz: Kehf 18:110)

Hüseyin K. Ece

05 Kasım 2022

Zaandam

 

[1] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 851. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 15/305

[2] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 624. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 12/201

[3] İbni Mâce, Zühd/30 no: 4253. Ahmed b. Hanbel, Tirmizî’den Şamil İslâm Ansiklopedisi, 6/401

[4] Buhârî, Tefsir (3)/13 no: 4563

[5] Buhârî, Tefsir (3)/13 no: 4564

[6] Buhârî, Tefsîr (9)/9 no: 4663. F. Ashâb/2 No: 3653. Müslim, F. Ahâbe/1(2381) no: 6169. Bir Benzeri: Buhari, M. Ensâr/45 no: 3922

[7] TDV Kur’ân Meâli, s: 66

[8] Tirmizî, Cenâiz/11 no: 983

[9] Aidh Al-Qarni, Wees Niet Bedroef, s: 44-45

[10] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1030

[11] Beydâvî, Tefsir, 2/156

[12] es-Sa’di, N. Teysiru’l-Kerimu’r-Rahman, s: 592. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 9/447

[13] Kutub, S. fi-Zilâli’l-Kur’an, 5/2598-2599

[14] Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2277