Kur’an’da bir kaç yerde kalem’e, kalemle bilgiyi kayıt altına almaya, ilâhî mesajın saklandığı satırlara ve tabiki kitaba, kitapla ilgili pek çok olguya dikkat çekiliyor.

Kur’an üslûbunda yeminlerin önemli biri vardır. Allah (cc) bazen kendi zâtına, bazen de kâinatta ve tabiattaki bazı varlıklara yemin ediyor.

Bunun bir kaç sebebi olabilir. 1.Kur’an’ın inzâl edildiği toplum hayatında yeminin rolü büyüktü... 2.Dilde yemin sözü kuvvetlendiren bir üslûptu. Kur’an bu üslûbu aynen korudu. 3.Yemin, ilgili seyin değerli olduğuna işaret eder. 4.Arkadan gelecek olan haber veya söz doğrudur ve dikkat çekicidir. 

Allah (cc), âyetlerini, sözünü, hükmünü yeminlerle güçlendirdi. (Mesela bkz: Sâffât 37:1-4. Vâkıa 56:75-77. Zuhruf 43:1-3. Yâsîn 36:1-4. Zariyât 51:1-5. Tûr 52:1-8. vd.) 

Bu yeminlerden biri de ‘kalem’ üzerine yapılan yemindir... Evet ilginçtir, Kur’an ‘kalem’ üzerine yemin ediyor... Ve kalem Kur’an’da bir sûrenin adıdır...

İlk inzâl olan âyetlerde kaleme ve onunla yazmayı öğretene (Alak 96:3-5) ve ilahî mesajın yer aldığı satıra da dikkat çekiliyor.

“Andolsun Tûr’a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış kitaba..” (Tûr 52:1-3)

Bu âyette geçen ‘kitab-ı mestur’un, Tûr lafzından hareketle Tevrat’a işaret edildiği söylense bile, belirsiz (lam-ı tarifsiz) gelmesi onun henüz tanınmayan bir kitap olduğunu ortaya koyar. Bu da kıyâmette ortaya konulacak amel defteri olabilir. (İsrâ 17:13)

Ya da Levh-ı Mahfuz veya yeni bir kitap olması dolaysıyla Kur’an olabilir.[1]

Bu âyetteki ifadelerden cesaret alarak, “kaleme yemin etmenin” bir kaç şeye dikkat çektiğini veya vurgu yaptığını söyleyebiliriz:

 

1-Vahyi yazan kaleme;

“Nûn... KALEM’e ve (onun) yazdıklarına yemin olsun.” 

(Kalem 68/1)

Sûrenin adı olan ‘kalem’ bilgi araçlarının tümünü temsil eder. (Her ne kadar günümüzde bilgi ve yazı malzemeleri değişse de...) Bu bakımdan sûrenin adını “bilgi araçlari” şeklinde de anlayabiliriz.[2]

Burada niçin kaleme yemin ediliyor? Bu kalem bildiğimiz yazı yazan kalem mi, yoksa başka bir şey mi?

Elbette üzerine yemin edilen kalem ve onunla ilgili şeyler değerlidir. Yeminden sonra gelen haber de o kadar değerli, olmalı... Kaleme yeminle başlayan Sûre arkasından “Rabbinin nimeti sayesinde sen mecnun (cin musallat olan) değilsin. Şüphesiz senin için kesintiye uğramayacak olan bir mükafât vardır.”

Ve Rasûlullah’a ait en dikkat çekici hakikat vurgulanıyor: “Çünkü sen büyük (muhteşem) bir ahlâk üzeresin. “(Kalem 68:2-4)

”Kalem söz ile yazı arasındaki elçidir. Tıpkı hatip ile muhatap arasında hitabı taşıyan elçi/peygamber gibi... Kalem de kelâmın elçisidir. Kalem kelâmı, bilgiyi, haberi ve benzerlerini muhataba, ilgilisine taşır.

Kalem madem ki söz ile yazı arasındaki elçi; bundan dolayı kendisi değil, onu görevlendiren/kullanan sorumludur...

Elçiler, değerlerini kendilerine görev verenlerin değerinden alırlar... Öyleyse Kalem Sûresinde üzerinde yemin edilen Kalem de elçi olmalı, değerli olmalı...”[3]  Ya da özel olmalı ki üzerine yemin edilecek kadar kıymet  veriliyor. Muhatapların dikkatine sunuluyor.

2-Kalemi ve onunla ilgi nesnelerin şâhit olduğuna;

Allah’ın Kalem’e yemin etmesi, sadece bilgi araçlarının değil, aynı zamanda bilgi araçlarının dünya ve âhiretteki şâhitliğine de delâlet eder.[4]

Kalem ve onunla ilgili her şey, onu kullananı aleyhine veya lehine

şâhit olacaktır.

Bu da şu demektir: Ey kalem erbabı! Lehinize şâhitlik yapacakları çoğaltın, aleyhinize değil...

Kalem yazıya işaret eder ve onunla ilgilidir. Yazı nedir?

Bilgiyi, haberi, kültürü vb. kayıt altına alandır. Yazı bu kayda kalemi, kağıdı, kalem tutan eli, yazı malzemelerini, zamanı, mekanı, okuyan ve okuyacak her insanı şâhit tutmaktır.

Kelâm (söz) uçucu, fâni, gidicidir, havadadır. Yazı, kayıt, not etme kalıcıdır. “İlim avlamak, yazı ise avı bağlamaktır” 

3-Kalemi yaratana;

Her şeyi yaratan kalem’i de yarattı. (Bu elbette eldeki –her çeşit- kalemi yapıp da insanların eline verdi anlamında değildir) (Bakara 2:29. Furkan 25:2. En’am 6:102. R’ad 13:6)

Bu, kalem olayıdır kalem gerçeğidir, kalemle ilgili akla gelenler, onunla kaydetme fikrini, kalemin yazma özelliğini, kalemin yazdıklarını düşünme, tasarlama yeteneğini yaratan O’dur.

Kalemle yazma kabiliyetini ve fiillini de yarattı. Kalemin yazmasını sağlayan yan şeyleri, yazı malzemelerinin ana maddesini (mesela ağaçları, boya yapılan maddeleri) ve ona ait olan şeyi O yarattı. O bir şey yaratmak istediği zaman ‘ol’ der, o da olur (oluş sürecine girer). (Bakara 2: 117. Âli İmran 3:47, 59. Meryem 19/35. Yâsîn 36:82)

Her şeyi hikmetle ve bir amaç için, her şeyi bir görev için Yaratan Rabbimiz kalem olayını da hikmetle ve bir görev için var etti...

“O, (her şeyi) yaratıp (ardından) düzene koydu. O ki, (her şeyi olması gerektiği gibi) takdir etti ve onlara yol gösterdi.” (A’la 87:2-23) Bu yol göstermeyi; yaratılış amaçlarını, görevlerini bildirdi diye anlamak mümkün...

Her seye ve kaleme de görevini, islevini takdir eden Allah çok yücedir, aşkındır, her şeye gücü yetendir.

Kalemi bildiği, onunla işi olduğu, onu kullandığı, onun önemini, kalemi kullanmak için pek şeye muhtaç olduğunu bildiği hâlde, kalemi ve onunla ilgili şeyleri hesaba katmamak, O’nu tanımamak, O’nu tek yaratıcı olduğunu kabul etmemek, önce bu gerçekten kendini mahrum etmektir. Sonra da diğer insanların bu Hakikate ulaşmalarına engel olmaktır.

Bu bir çeşit obskürantizm (bilmesinlerciliktir).

4-Kalemle yazı yazmayı öğretene;

Bilindiği gibi ilk vahiy ‘Oku’ diye başlıyor. Arkasından ‘kalem’ söz konusu ediliyor. ‘Oku’ ifadesi farklı açılardan yorumlansa da onun kalemle ilgisi olduğu açıktır. Zira takip eden âyetlerde kalemden, bilgiden, öğrenmeden bahsediliyor.

“OKU’ Zira Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O insana kalemle öğretti.” (Alak 96:3-4)

Bunu “O insana kalemle bilgiyi muhafaza etmeyi öğretti” şeklinde anlayabilir miyiz? Öyle ya, tarihten beri bilgiler, haberler kalemle kayıt altına alındı ve böylece korundu...

Ya da “Allah, kudret kalemiyle yazdıklarını, takdir ettiklerini kullarına öğretti” denilebilir mi?

Allah (cc) kalemle öğrenmeyi ve yazmayı, bildiklerini kayıt altına almayı ve kalemle iletişimi, insana bilmediğini öğretti... Yani vasıtalı ve vasıtasız; ne şekilde olursa olsun öğrenme kabiliyetini O verdi. Bunu onun fıtratına (yapısına) O yerleştirdi. Öğrendiğini anlama, yorumlama, eyleme dönüştürme yeteneğini, bilgiyi iyi veya kötü amaçlar yolunda kullanma özgürlüğünü O verdi...

Kişi öğrendiklerini kullanabilir, çoğaltabilir, paylaşabilir, saklayabilr... Bütün bunları yapabilme izni O’ndan gelir...

“O insana bilmediklerini öğretti.” (Alak 96:5)

“Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl 16:78)

Göz, kulak ve kalp... Bunlar zaten bilgi elde etme yolları... İnsan görerek, duyarak, sonra bunları yüreğiyle-aklıyla idrak ederek, anlayarak, özümseyerek öğrenir. Buna bir âyette daha işaret ediliyor.

“De ki: “O, sizi yaratan ve size kulaklar, gözler ve kalpler verendir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (Mülk 67:23) 

Sonuçta Allah (cc) öğretmeyi, -ister kalemle, ister âyetlerde sayılan üç araçla- kendisine nisbet ediyor. İnsan doğuştan itibaren öğrenme ve öğrendiklerini süreç içerisinde anlayıp söze dökme kabiliyetini veren de O’dur. İnsan bu yetenek sayesinde kalemi keşfetti. Onunla günü ve yeri gelince bildiklerini kalemle kayıt altına aldı, alıyor.

Kalemi ve ona ait malzemeleri, günümüzde yazmaya imkan veren araçları, yazabilenlerin elinden almak, ya da yazmaya engel olmak, hakikati değil de yazanlara hükmeden otoritelerin arzu ettiklerini yazdırmak hem zulümdur, hem de karartmadır. Hakikatin başkaları tarafından bilinmesini, onlara ulaşmasını istememektir.

 

5-Kalemin yazdıklarına;

Yaratılan her şey güzel, anlamlı, faydalı ve gerekli... Her şey bir hikmet üzere yaratıldı...

Ama kalemin yeri başka... Kalem yani kalemin muhazafa ettiği şeyler insanlığın hafızası, o hafızanın aynası, tarihin dili, insanlık tecrübesinin sonrakilere yansıyan boyutudur...

Kalemin dedikleri/yazdıkları aklın erdikleri, bir anlamda yüreğin dedikleridir...

Kalemin yazdıkları hafızadan yüreğin/vicdanın onayına sunulan ve orada damıtılan şeylerdir...

Kalem’e yemin bir sebebi de şu olabilir: 

Medem ki ‘kalem’ değerlidir ve değerli olan insana has kılınmıştır.

Madem ki Haktan gelmektedir, Hakkın vergisidir; öyleyse ey kalem erbabı, ey kalemi ile konuşanlar, ey kalemi ile mesaj iletenler, ey kalemi iletişim imkanı bilnler!

Üzerine Hakkın yemin ettiği kalemden nasibiniz varsa, sizin kaleminiz de Hakkı, hakikati terennüm etsin... Haktan yana olsun... Hakkı savunsun... Hakkı tavsiye etsin... 

Yüreğinizden kaleminize (şimdilerde klevyenize) dökülen hak olsun, hakikat olsun, doğru olsun, güzellik yüklü olsun...

Kaleminize yalan söyletmeyin... Kaleminizi inkâra ve günaha vasıta yapmayın... Kaleminiz hakikati karartıcı, ondan uzaklaştırıcı olmasın... Kaleminiz bilmesinlerciliğe aracı olmasın...

Kur’an insanları şöyle uyarıyor: “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidâyeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.” (Bakara 2:159)

Ebu Hureyre Rasulüllah’ın (sav) şöyle dediğini nakletti: “Her kim bildiği bir konuda kendisine danışılır da onu gizlerse kıyâmet günü ağzna ateşten bir gem vurulur.”[5]

Kaleminiz çirkini, abesi, kizbi, rezilliği, aşağılığı, değersizliği, şeytanlığı dile getirmesin... Ya da bunlara alet olmasın...

Kalem de Hakkın şâhidi olsun sizin elinizle, sizin yazdıklarınızla...

Kalem hikmeti dile getirmeli, insana yakışanı terennüm etmeli, hakikatın hizmetinde ve onun dili olmalı...

Kalem; yazılan ile yazılan şeyin kendisine ulaştığı kimse arasında bir köprü olduğu gibi, aynı zamanda bir yüzleşmedir. Eli kalem tutan yazdıklarıyla okuyucusuyla yüzleşir. Bu yüzleşmenin bir sorumluluk olduğuna dikkat etmeli...

Kişi karşılacağı kişiye değer verir ve o değere yakışmayın şeyleri beraberinde götürmez. Bu aynı zamanda yazı yazanın kalitesiyle de alakalı bir şeydir. 

6-Kalemle yazılanların işaret ettiklerine;

Kalem’e yemin edilen âyetten sonra gelen âyetler Hz. Peygamberin

Rabbinin nimeti sayesinde cinlenmiş olmadığa, muhteşem bir ahlâka sahip olduğuna, kimin doğru yolda olduğunu sadece Allah tarafından bilindiğine işaret ediyor. 

Bunlar önemli haberler... Bunlar sıradan ifadeler değil... Rastgele, ya da kafiye olsun diye sıralanmış şeyler değil...

Muhatap bunları duymalı, anlamalı ve gereğini yapmalı...

7-Kalemle öğretilenlere; 

İnsana verilen öğrenme kabiliyetinin aslı, Kudret Kalemi’nin yazdığı İlahî takdirin gereği değil mi?

Allah (cc); “… Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) sayıp yazmışızdır.” (Yâsîn 36:12) buyuruyor.

O kitap Levh-i Mahfuzdur… Levh-i Mahfuz’a yazılanlar da âlemle, insanla, hayatla, varoluşla ilgili her şeydir...

O kudret Kalemi, yani kaderi tutan el “kün-ol” dedi ve her şey oldu.

O, insanı böyle takdir etti. İnsan ise, öğrenen, öğrendiğini hayata aktaran, öğrendiğini kalemle muhafaza eden, konuşan, aklı, beyni ve yüreği olan bir mahluk...

Kalemle öğretilen, insanın bu kabiliyetle elde ettikleridir. Hayatı boyunca yazılı malzemelerden öğrendikleri de buna dahildir.

Öyleyse insana düşen bu kabiliyeti kendisine vereni tanımak, O’na şükretmek ve verilen bu kabiliyeti hayırlı işlerde kullanmaktır...

8-Kalemin malzemesine;

Derler ki atalarımız yerde bir yazılı kağıt bulsalar, hemen yerden alır, öpüp başlarına koyar, sonra da ayak altına düşmeyecek bir yere saklarlardı... Ki insanlar bilmeden o kağıtta yazılı olanlara saygısızlık etmesin.

Anlatılır ki, bazı hattatlar yontukları kalemin talaşlarını asla çöpe atmazlar, özel bir mahfazada korurlarmış. ‘Yazan’ kalemin bir parçası  bile ayak altına düşmesin, değerini yitirmesin diye...

Bu kaleme ve kalemin yazdıklarına saygını zirvesidir... Kalemi öven,  yazdıklarını saygıdeğer bulan, kalemle yazanlara âlim deyip hürmet gösteren ahlâk tadir edilir. 

Her şeyin meta’ (alınır satılır) olduğu, her şeye bir fiyat biçilmeğe çalışıldığı, bilginin kötülüğe ve istismara alet edildiği, kağıdın, hatta kitabın sıradan bir eşya olduğu bir ortamda yetişen modern zamanların insanı bunu asla anlamayacaktır!

Zira kağıda ve kaleme saygısı diğer saygı anlayışının (hürmetin/sınırını bilmenin) bir parçasıdır.

Hürmeti (sınırı) kaybeden nesiller, kağıda, kaleme, emeğe saygıyı nereden bilsinler ki…

Bu söylediklerimize günümüzde yazma aracı olan her şey dahildir.

Yani bilgisayar, onun klevyesi, yazılı ve görsel media…

Tıpkı üzerine yemin edilen kalem gibi bunlarla yapılan şeylerden ilgililer sorumludur. Bunlarla ortaya şeyler, bilgi, kanaat, yorum, alıntı, tahlil, eleştiri hakka, hakikate uygun olmalı...

Hak ve hakikatin bunlara muhtaç olanlara ulaşmasının önünü kesmemeli. Ya da hakikat, doğru ve yararlı bilgi karartılmamalı...

Hakikat yokmuş, ya da yalan yanlış, çirkin ve abes, sapıklık ve insanın zararına şeyler doğru ambalajıyla sunulmamalı...  

Kur’an’a göre yürek, göz, kulak sorumludur. (İsrâ 17:36)

9-Amel defterine/kitabına;

Şerefli yazıcılar, mahiyetini bilmediğimiz, belki de bir ilâhî kalem olan aletle, insanların yapıp ettiklerini, söylediklerini ve yazdıklarını bir ‘kitaba’, yani amel defterine kaydederler.

“Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz (melekler) yazmaktadırlar.” Zuhruf 43:80. Ayrıca bkz: İnfitâr 82:11-12. Kâf 50:17-18)

Rasûlüllah (sav) Aişe’ye (r.anhâ); “Ey Âişe! Küçümsenen amellerden (önemsenmeyen en küçük günahlardan dahî) sakın! Zira Allah katında onları gözetleyip kaydeden biri vardır.”[6] 

Yani hiç bir şey gizli kalmayacak, unutulup gitmeyecek. Allah’ın silinmesini istediklerinden başka…

Gün gelecek bu kitap (amel defteri) insana sunulacak ve kendi aynsına bakması istenecek. (Bkz: Kehf 18:49. İsrâ 17:13-14)

10-İlmin önemine;

Söylemeye gerek yok ki, Kur’an/İslâm ilme önem veriyor... İlim sahiplerini övüyor, insanları bilmeye, akletmeye, fikretmeye, derin anlayış sahibi olmaya davet ediyor...

“... Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fatır 35:28. Ayrica bkz: Mücadele 58:11)

Kur’an bazen akleden bir kalbe sahip olanlara hitap eder. Zira ancak onlar hak ile bâtıl arasını hakkıyla ayırdedebilirler. Eşyanın hakikati hakkında marifet sahibi olurlar, konuyu anlarlar. Onlar: ilim, basiret (ulu’l-ebsâr), ulu’l-elbâb, ulu’n-nühâ sahibi olanlar anlayabilir.

“Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası akletmez.” (Ankebût, 29:43)  

Ulu’l-elbâb, varlıktaki Yaratıcı Gücü anlarlar ve gereğini yaparlar. (Bkz: Âli İmran 3:190. Zümer 39:21. Bekara 2:164)

Ulu’l-elbâb Kur’an’da övülen ve müjdelenen kimselerdir. (Bkz: Zümer 39:17-18. Ra’d 13:20-22)

Dört âyette ulu’l-elbâb, tezekkür (derinlemesine düşünmek) fiili ile birlikte kullanılıyor. “... Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar (tezekkür ederler).” (Bekara 2:269. Zümer 39:9. Sâd 38:29) Bu demektir ki ulu’l-elbâb, tezekkür ve tedebbür arasında bağ vardır ve bunlar ulu’l-elbâb’ın, akleden kalbin faaliyetidir.

Bilindiği gibi Kur’an’da muhkem ve müteşâbih âyetler vardır. Muhkem âyetlerin anlamı açık ve anlaşılır oldukları hâlde, müteşâbih âyetlerin anlamı kapalı, birden çok anlama gelen, manasını hemen ele vermeyen âyetlerdir.

Bunların Kur’an’da yer almasının hikmeti ve Allah’ın âyetleri üzerinde ancak ulu’l-elbâb tezekkür ederler. (Âli İmran 3:7)

Ama kendi tercihleri sebebiyle kalpleri katılaşanlar (Bakara  2:74. Zümer 39/22) ve yurekleri ve zihinleri hakikate kapalı olanlar (Muhammed 47/24. Bakara 2/7) bu örnekler ve âyetler karşısında kor, sağır duyarsız kalırlar.

Ulu’l-ebsâr, basiret sahipleri demektir. ‘Basîret’; sözlükte, idrak etme, görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayış, bir şeyin iç yüzünü anlayabilme, feraset, kalb ile görme gibi manalara gelir.[7]

“Allah, geceyi ve gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basîret sahibi (ulu’l-ebsâr) olanlar için bir ibret vardır.” (Nûr 24:44)

Görmesini, idrak etmesini, akletmesini bilen kapler (ulu’l-ebsâr) kâinattaki kevnî (oluş) âyetlere bakar, ibret alır, bunun hikmetini ve boşu boşuna yaratılmadığını düşünür. Kur’an bu örneklerle insanın gönlüne hitap ederek uyuşan duyarlılığı ve duyguları uyandırmak istiyor. Vicdanları harekete geçirmek istiyor.[8]

“...Ey basîret (derin kavrayış) sahipleri (ulu’l-ebsâr), ibret alın” (Haşr 59:1-2) diyor.

Kur’an burada akıl sahiplerini, ya da akleden kalbe sahip olanları “ulu’n-nuhâ” olarak da nitelendiriyor.

Ulu’n-nuhâ; ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra kötü olani engelleyen akıl ve derin kavrayış sahibi demek olur.[9] Önceki azgın nesillerin helâk edilmesi gerçeğinde akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için ibretler vardır. (Tâhâ 20:128. Ayrıca bkz: Tâhâ 20:53-54)

Kişi bu ‘nuhâ akıl” sayesinde kendisini sapıklığa, hataya, günaha, kötülüklere sürükleyen inançlardan, fikir ve davranışlardan uzaklaşır.

11-Vahyi kayıt almanın gereğine;

Tarihen ve bilimsel olarak sabittir ki Rasûlullah Mekke döneminde vahyin başlangıcından itibaren nâzil olan sûre veya âyetlerin öğrenilmesini sağlıyor, okuma-yazma bilen sahabelere o günün kağıt malzemesine yazdırıyordu. Yani vahyi hem hafıza, hem hayat-ahlâk, uygulama ile, hem de kaydettirerek muhafaza altına aliyordu.

Bazı sahabeler Kur’an’ı ezberliyorlardi. Hatta hafız olanlar da vardı.

Abdullah b. Abbas dedi ki: “Rasûlullah’a bir zaman vahiy gelirdi.  Ona bir şey inzâl edilince yazı yazan bazılarını çağırır ve onlara: “Bu âyetleri şu sûrede şuralara yerleştirin (yazın)” derdi. (Tirmizî, bunu hasen kaydıyla rivâyet etti. (Zerkeşî B. el-Burhân fi-Ulûmu’l-Kur’an, s: 139)

Vahiy katipleri denilen bu görevlilerin sayısı 40a kadar ulaşmıştı. Onların çoğu da Mekkeli idi. Zira o zaman Mekke’de daha fazla yazmayı bilen vardı.  Medine’de de bazı meşhur sahabeler vahiy katipliği yaptılar. (Sâlih, S. Ulûmu’l-Hadis ve Mustalehûhu, s: 17. Mebâhis fi Ulûmu’l-Kur’an, s: 66)

Bununla beraber kaynakların bildirdiğine göre Rasûlüllah (sav) her sene Ramazan ayında o zamana kadar inen âyetleri Cebrail’e arza ederdi (sunardı). (Cerrahoğlu, İ. Tefsir, Usûlü, s: 53)

İlk inen âyetlerde olduğu gibi Kalem Sûresinin başında da Hz. Peygamber’in dikkati ‘kaleme ve yazıya’ çekilmektedir.

Peygamber’in vahyi yazdırması, kayıt altına alması bu mesajın gereğidir diyebiliriz. Zaten belirlilik takısıyla gelen kalem “vahyi yazan kalem”, yazdıkları ise ‘vahy’ olabilir.”[10]

“O insana (bilgiyi) kalemle (kaydetmeyi) öğretti”

Burada hem vahyin kayıt altına alınmasına; hem de insana bilgiyi

(ilmi) kayıt altına alma yeteneğinin verilmesine, bilginin muhafaza edilme  ihtiyacına işaret vardır.

Kalem bir semboldür, bir temsilcidir. O bir taraftan bilgiyi kaydetmeyi, diğer taraftan da insanın bünyesindeki öğrenme araçlarını, kalem malzemelerini simgeler.

Kur’an’ın indiği toplumda sözlü kültür vardı. Rasûlüllah’ın bu uygulaması bir açıdan “sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin” sinyalini verdi diyebiliriz. Müslümanların buna hazır olmaları gerekir demektir.

Peygamber bunu vahyi yazdırarak, ezberlemekte güçlük çekenlere de; “sağ elinden yardım iste, yani ilmi kaydet”[11] diyerek yazının önemini ortaya koydu.

Ya da kaleme ve onunla öğretilenlere bu denli vurgu yapılması; tekraren ilme/bilgiye, önemine, hatta bilgini gücüne vurgu yapmaktır, ona teşviktir.

Hadislerin ve sünnetin de kayıt alınmasını bu teşvik çerçevesinde düşünebiliriz.

-Hadisleri kayıt altına alma;

Hadislerin yazıya geçirilmesi konusu bilginin korunması ve gelecek nesillere aktarılması için önemli bir olgudur. 

“Hadisler Peygamberden 200 sene sonra yazıldı” sözü ilmî ve tarihî değeri olmayan, mesnetsiz, sloganik bir iddiadır. Zira Rasûlullah’ın hayatında olmak üzere bazı sahabelerin, tabiînin, tebe-i tabiînin hadisleri yazdığı tarihen sabit.. Bunun yüzlerce örneği var. (Geniş bilgi icin bkz; A’zamî, M.M. İlk Devir Hadis Edebiyatı. İz Yay. İstanbul 1993. Sâlih, S. Ulûmu’l-Hadis ve Mustalehuhu, s: 23-32)

Şöyle bir soru akla gelebilir: Neden bazı sahabe okuma-yazma  bildikleri hâlde Rasûlullah’ın sözlerini yazmadılar. Ya da Rasûlullah neden hadislerini veya sünneti Kur’an gibi yazdırmadı, koruma altına almadı?

Bunun pek çok sebebi sayılabilir. İki tanesine teması edelim. Birincisi; mümkün ki bazı sahabeleri bundan Rasûlullah’ın şu sözü alıkoymustur. “Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayın. Kim benden, Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu imha etsin.”[12]

Ancak Rasulülah’ın sözlerinin yazılmasına izin verdiğine dair haberler var. Ebu Hureyre demiş ki: “Nebi’nin sahabeleri içinde Abdullah b. Amr hariç, bendan daha fazla hadis bilen yoktur. Abdullah hadisleri yazardı, ben yazmazdım.”[13]   

Şu örnek de oldukça dikkat çekici: Abdullah b. Amr anlattı:

“Rasûlüllah’tan duyduklarımı ezberlemek için yazayım diye düşündüm. Kureyş beni bundan sakındırdı. “Peygamber, kızgın ve sakin olduğu hâllerde konuşan bir insan iken, ondan duyduklarını nasıl yazarsın?” dediler. Bunun üzerine vazgeçtim. Sonra bunu Peygamber’e anlattım. Eliyle dilini işaret ederek; “yazabilirsin, canımı kudret elinde tuttan Allah’a yemin ederim ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz” dedi.[14]

Rasûlüllah Hicretten sonra nüfus sayımı yaptırdı: “İslâma girenlerin isimlerini benim için yazınız” buyurdu. Görevliler; “biz de binbeşyüz kişinin isimlerini yazdık.”[15]

Buradaki çelişkiye şöyle bir çözüm getirildi: Burada nesh (iptal) olabilir. Yasak önce, izin sonra olmuştur. Rasûlüllah (sav) hadisler çoğalıp ezberlenmesi zorlaşınca okuma-yazma bilenlere yazmalarına izin verdi. Eğer hadisleri yazmak yasağı genel olsaydı, kimseye izin vermezdi. Sahabeler onun hayatında ve ölümünden sonra bu yasağa rağmen hadisleri asla yazmazlardı.

Bedir esirlerinden okuma yazma bilenlerin Medineli 10 çocuğa yazmayı öğretmeleri karşılığı serbest kbırakılması o günün şartlarında çok ileri görüşlü bir uygulama,[16] ve aynı zamanda öğrenmenin en önemli araçlarından biri olan yazıya teşvik idi.

Böyle bir uygulama yapan elçinin kendi sözleri de dahil yazmaya genel yasak koyması düşünemez bile...

İkincisi; Sahabeler Rasûlullah’in din adına yaptığı uygulamaları veya dediklerini sadırlara (göğüslerine) yazıyorlardı. Onların bunları satırlara yazmaya ihtiyaçları yoktu. Zira kişi yaşadığı, uyguladığı şeyi öğrenme veya öğretme amacı hariç yazar mı? 

2. Kuşak mü’minler (tabiîler) sahabelere; “şu konuda Rasûlullah ne dedi, şunu nasıl yapıyordu” diye sorduklarında, ya da sahabeler ders verdiklerinde bildiklerini ve gördüklerini anlatıyorlardı. Onların anlattıklarını da kimisi ezberliyordu, uyguluyordu. Okuma yazması olanlar da yazıyorlardı. Onlardan bazıları kendi öğrencileri olan 3. kuşak mü’minlere (tebe-i tabiîne) sorulduğu zaman veya derslerde sahabelerden öğrendiklerini aktarıyorlardı. Onlar da bir önceki kuşak gibi ya ezberliyor, uyguluyor, ya da okuma yazma bilenler, ihtiyaç duyanlar yazıyorlardı.

Sahabeden, 2.ve 3. kuşaktan âlimlerden hadislerin yazılmasına karşı çıkanlar veya hoş görmeyenler vardı. Onlar özellikle Kur’an’dan başka bir şeye düşükünlük gösterilmesinden endişe ediyorlardı. Ancak bu endişeye rağmen zaman içerisinde hadisleri, sünnet malzemesini yazıyla kayıt altına almanın, derlemenin ne kadar gerekli ve faydalı bir şey hizmet olduğu anlaşıldı.[17]

 Hicr 100.yila gelince ravilerin olmesi, rivayet zincirinin (senetlerin) uzaması, bu işi iyi bilenlerin yavaş yavaş ölmesi, hadis uydurmacılarının artması, şifahi nakledilen hadislerin zaman içinde unutulması, başka sözlerin onlara karışması, değişime uğramaları tehlikesini gören halife Ömer b. Abdilaziz, Medine valisi Muhammed b. Hazm’a şöyle yazdı:   “Rasûlüllah’ın hadislerini, sünnetlerini...  araştır ve yaz. Zira ben ilmin yok olup âlimlerin tükenmesinden korkuyorum.”[18] 

Hadislerin yazıya aktarılmasına karşı olanların kendilerine göre gerekçeleri vardı. Kendi ifadelerine göre halifenin mektubu bu konudaki tereddütleri giderdi. Muhaddisleri kolları sıvadılar, iki asırdan fazla süren çalışmalarla Rasûlullah’a ait sözleri, uygulamaları ve haberleri derleyip kayıt altına aldılar.

Dolaysıyla hadislerin bırakın yazılması, tedvini bile en azından hicri 100. yıldan itibaren resmi izinle hızlandırıldı. Bu derleme neticesinde meydana getirilen hadis kitaplarının büyük bir bölümü elimizdedir. (Bu kitaplardaki hadislerin değerlendirilmesi ayrı bir konudur ve işin uzmanlarına aittir.)

Burada konumuz açısından şu söylenebilir. Eğer bütün sahabeler ve sonraki kuşaklardaki hadiscilerin hepsi hadisleri kayıt altına almaya karşı olsalarda, hadisler derleyip kitaplara kaydetmeselerdi, ümmet tarihten beri ve bugün ya hadislerden/sünnetten haberimizi olmayacaktı. Ya da hadis adına –uydurma hadis rivâyetlerindeki gibi- Peygamber adına saçma sapan şeyleri duyacaktık. Kur’an’ın pratik uygulamasını öğrenemeyecektik.

Muhaddislerin onca yoğun çabasına, Rasûlullah’ın şiddetle tehdit etmesine rağmen bunca hadis uyduruldu, uyduruluyor ve ne yazık ki uydurmalar revaç bulabiliyor.

Hadislerin rivayet edilmesine, yazıya geçirilmesine, kitaplarda toplanmasına karşı olanlar kasdi değilse bile, sonrası için bilmeden hadis-sünnet konusunda az kalsın obskürantizm’e sebep olacaklardı diyebiliriz.

Hüseyin K. Ece

23.08.2023

Zaandam 

 

[1] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/272

[2] İslâmoğlu, M. Sûrelerin Kimliği, s: 392

[3] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1156 

[4] İslâmoğlu, M. Sûrelerin Kimliği, s: 392

[5] Ebû Dâvûd, İlim/17 no: 3658. Tirmizî, İlim/3 no: 2649 Hasen kaydıyla. İbni Mâce, Mukaddime/24 no: 261

[6] İbn-i Mâce, Zühd/29 no: 4243. Dârimî, Rikāk/17 no: 2729. Ahmed b. Hanbel, 6/70, 151

[7] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 63-64. İbni Manzur, M. b. M. Lisânu’l-Arab, 2/93. el-Cevherî, İsmail b. H. es-Sıhah, 2/227

[8] Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2523

[9] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an 1/602

[10] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1156

[11] Tirmizî, İlim/12 no: 2667 

[12] Müslim, Zühd/16(72) No: n510. Ahmed B. Hanbel, 3/12

[13]  Buhârî, İlim/39 no: 113

[14] Ebû Dâvûd, İlim/3 no: 3646. Ahmed b. Hanbel, 3/205

[15] Sahifetü Hemmâm, s: 9’dan nak. Sâlih, S. Ulûmu’l-Hadis ve Mustalehuhu, s: 18

[16] Sâlih, S. Ulûmu’l-Hadis ve Mustalehuhu, s: 14

[17] Çakan. İ. L. Ana Hatlarıyla Hadis. s: 90-97

[18] Sâlih, S. Ulûmu’l-Hadis ve Mustalehuhu, s: 45